Kıbrıs’taki Sol da milliyetçilik yanında dünyadaki Sol mücadelenin bozulmasından payını alacaktı. Aşağıdaki yazı da Kıbrıs’taki sosyalist mücadelenin ta başından niye bozulduğu konusunda bize bir fikir vermektedir:
“On sekizinci yüzyılın sonunda Fransız devrimi olur. Gerçi üç beş yıl sonra, Thermidor ile bu devrimin gerileyişi başlar ve Napolyon’un imparatorluğu ile devrimin tüm değer ve kazanımları tasfiye olur ama onu 1830, onu 1848, onu 1871 devrimleri izler. 1871’den sonra belki büyük devrimler görülmez ama işçi hareketinin düzenli bir yüksel işi, buna eşlik eden bir teorik ve entelektüel canlanma ve egemenlik vardır. İkinci Enternasyonal ve Alman Sosyal Demokrasisi bu dönemi karakterize eder. Avrupa’nın neredeyse bütün ileri ülkelerinde işçi hareketi, modern partileri örgütler.
Böyle bir ortamda Rus İşçi ve Sosyalist hareketi doğar. Ve sadece Avrupa ölçeğinde değil, Rusya ölçeğinde de aynı gidiş eğilimi görülür. İşçi hareketi hızla yüksel ir, buna eşlik eden müthiş bir entelektüel canlanma ve egemenlik vardır. En iyi beyinler sosyalizme akar.
İşte bu koşullarda, Rus sosyalist hareketi, geç gelmiş olmanın faziletlerinden yararlanır. Hem de çifte faziletlerden, öznel ve nesnel faziletlerden yararlanır.
Nedir bu faziletler?
Rus işçileri, İngiliz ve Fransız işçileri gibi, birkaç yüz yılı, yarı esnaf el işçiliğine dayanan izbe imalathanelerinde geçirmez, en modern fabrikalarda, en yüksek konsantrasyon (yoğunlaşma) içinde doğar. Bu nesnel fazilettir.
Öte yandan sadece maddi araçlar bakımından değil, “manevi araçlar” bakımından da benzer bir geç gelme avantajını yakalar. Lenin’in dediği gibi, Rus aydınları, sürgünler nedeniyle, Avrupa’nın en gelişmiş düşünce akımları, en gelişmiş örgüt tecrübeleriyle ilişkiye geçerler ve onları Rusya’ya taşırlar. Bu da öznel fazilettir.
Öznel ve nesnel koşulların bu muazzam denk gelişi ve bunun işçi hareketinin sürekli yüksel işiyle bir arada bulunuşu ve bütün bunların Avrupa’nın en Asyalı, en antik devletinde gerçekleşmesi, dünya tarihinde bir eşi daha gelmemiş o muazzam Rus Devrimini ve Devrimci Kuşaklarını yaratır.
Ne var ki, Rusya’dan daha geç gelenler, geç gelmenin bu faziletlerini kaçırmış bulunurlar.
Yirminci yüzyılın başında hem artık kapitalizm emperyalizm aşamasına girdiği için, hem de 1920’lerden sonra Sovyetlerde birbürokratik karşı devrim olduğu için bu gidiş, bu uygun korelasyon bir daha görülmez. Artık, modern kapitalist ilişkilere geç giren ülkeler açısından, geç gelmenin faziletleri işlemez olur, geç kalmanın reziletleri işçi hareketine ve sosyalist harekete damgasını vurur.
Bu ne demek? Nasıl bir mekanizmayla böyle olmuştur? Bunu biraz açıklayalım.
Marks, Kapital’de yaptığı kapitalist üretim ilişkilerinin analizinde, hep İngiltere’yi örnek olarak kullanmasına atıf yaparak, o zamanlar Avrupa’nın geri ülkesi olan Almanya’ya, “aldırmıyorsun ama bu anlattığım senin hikayendir” der. Yani yarın öbür gün sen de aynen burada analiz edilen kapitalizme has işleyiş yasalarının egemenliği altına gireceksin der.
Bu şu demektir, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini gösterir. Gerçekten de yirminci yüzyıl başına kadar, aşağı yukarı bu ilke geçerliliğini korur. Bu nedenle, kapitalist ilişkilere daha geç girmek, aynı zamanda geç gelmenin avantalarına sahip olmak anlamına geliyordu.
Ne var ki, yirminci yüzyılın başında, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermez. Yani az gelişmiş ülkeler ilerde gelişmiş ülkeler olamazlar, Almanya’nın, Rusya’nın geçtiği yollar artık tıkanmıştır. Yani az gelişmenin gelişmesi söz konusudur. Bu durumda, artık, geri ülkelerin işçi sınıfları için, bir Alman ya da Rus işçi sınıfı gibi, sonradan gelmenin avantajları işlemez.
Örneğin Rus İşçileri, Putilov fabrikalarında Fordizm öncesi ağır sanayi fabrikalarında doğdu, ama örneğin Türkiye İşçileri, yirmilerden sonra Fordist fabrikalarda doğmadı; hatta ağır sanayi bile olmadı, birkaç devlet tekeli haricinde bir tahta perdeciklerle ayrılmış küçük atölyelerin yarı esnaf işçisi olarak kaldı. Bütün Üçüncü dünya için bu geçerlidir.
Yani geç gelmenin de sınırları vardır, belli bir noktadan sonra geç gelmek, artık sadece geç kalmak olabilir.
Böylece, belli bir sınırdan sonra, ki bu sınıra kabaca yirminci yüzyılın başı diyebiliriz, geri ülkeler için, bir Almanya, bir Rusya işçi hareketinin yaşadığı, geç gelmenin faziletlerini yaşama şansı yoktur; onlar artık sadece geç kalmanın reziletlerni yaşayabilirlerdi. Çünkü, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermemektedir artık. Geri ülkeler bir gün gelişmiş ülkeler olmayacaklardır artık, onlar sadece daha az gelişmiş ülkeler olabilirler. Artık az gelişmenin gelişmesi söz konusudur.
Böylece geri ülkeler işçileri, maddi bakımdan en gelişmiş üretim içinde doğma ve gelişme olanağını yitirmişlerdir. Yani geç gelmenin faziletlerini yaratan nesnel koşul yoktur artık. Nesnel koşul sadece geç kalmanın reziletlerini yaratmaktadır.
Geç kalmışlık sırf nesnel koşullarla sınırlı olsaydı gene iyiydi, benzeri bir tıkanıklık ve geriliğe mahkum olma, örgütsel ve teorik düzeyde de gerçekleşir. Alman ve Rus sosyalist hareketi ve aydınlarının en ileri düşünce akımları ve politik mücadele deneyleriyle ilişkiye geçmelerinin aksine en geri düşünce akımları egemen olur. Yani öznel koşul da yok olur. Bu nasıl olur ve ne demektir?
Rus devriminin bir köylü ülkede tecrit olması ve iç savaşın yarattığı yıkımlar temelinde bürokrasi bir karşı devrimle iktidarı ele alır ve Fransız devriminden beri gelen yüksel işin ürünü olan Rus aydın ve devrimcileri kuşağını 1930’lara gelindiğinde öldürüp tasfiye eder. Benzeri, Komünist Enternasyonal ve onun prestiji ve otoritesi aracılığıyla, dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanır.
Böylece geri ülkelerde, eşitsizliklere tepki ve/veya Ekim devrimi etkisiyle sosyalizme yönelen, toplumsal mücadeleye giren aydınların veya sürgünlerde yaşayanların, daha önceki Alman ve Rus devrimcilerinin aksine, çağın en ileri fikir akımlarıyla ve örgüt biçimleriyle bir ilişkiye geçip onları özümleme şansı kalmaz.
Marks-Engels’ler Adam Smith, Ricardo; Hegel ve Feuerbach; Sen Simon, Owen, Fourier’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı; Lenin’ler ve Troçki’ler Marks-Engels’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı. Ama 1920’lerden sonra radikalleşen aydınlar, SBKP tarihleri, Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao’ların skolastik kitaplarıyla başlamak zorundaydılar artık.
Artık öğrenilen, burjuva aydınlanmasından bile geri, Marksizm görünümünde ama özünde yöntemsel olarak bir skolastik ve eklektik Stalinizm’dir.
Yani emperyalizme geçiş nedeniyle işçi sınıfının üretim ilişki ve tekniklerinde geriliğe mahkum olması gibi, Sosyalist düşünce ve davranış da, çağın en geri düşünce ve teorilerine mahkum olur. Sonradan gelenin artık, daha da gelişmiş fikir akımları ve örgütsel deneyleri tanıması ve özümlemesinin yolu tıkanmıştır. Böylece öznel olarak geç gelmenin faziletlerini yaşama sansı da ortadan kalkmış, sadece geç gelmenin reziletlerine mahkum olunmuştur.
Gerek entelijansiyanın ve gerek işçi sınıfının bu geriliğe ve az gelişmişliğe; bu az gelişmenin gelişmesine mahkumluğu, birbirini karşılıklı olarak da beslemiştir. Böylece bir tersine seleksiyon dönemi başlamıştır. İşçi hareketinin yokluğu ve geriliği sosyalist teori, örgüt ve pratikleri kakırdatmış, bu kakırdamış örgüt, hareket ve düşünceler var olan sınırlı işçi hareketini demoralize etmiştir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini beslemiştir.
Bu geriye gidiş, o dönemin sosyalist kuşakları arasındaki farklarda bile görülebilir.
Örneğin, henüz 1920’ler öncesinde, yani bürokrasinin zaferi öncesinde sosyalizmle tanışmış az gelişmiş ülke aydın ve devrimcileri, sonraki bütün Stalinist engellemelere rağmen, yine de az çok orijinal, yaratıcı eserler verebilmişlerdir. Ama 1920’lerin ortalarından sonra sosyalist olanlarda hiçbir teorik yaratıcılık görülmez”.
NOT: Yukarıdaki makale Demir Küçükaydın’ın “Tarihsel Perspektifte Öcalan’ın Konumu ve Yapmaya Çalıştığı” (Geç Gelmek ve Geç Kalmak Üzerine) başlıklı makalesinden yararlanarak ayzılmıştır.
-DEVAM EDECEK-