YALTA KONFERANSI KIBRIS POLİTİKALARI VE SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ İÇİN BELİRLEYİCİ OLMUŞTU
Yalta Konferansı da aslında ideolojik olarak belirlendiğinde Sol açısından birçok yanlışları içeren ve Sovyetler Birliği’nin kendi etkin sınırları içine çekilerek dışındakileri emperyalist ülkelerin etki alanına bırakan bir andlaşmadır ve soğuk savaşın esaslarını içermektedir. 20 yy:’a imza atan soğuk savaş esasları aslında Yalta Konferansı’yla ortaya çıkan paylaşımla belirlenmişti.
Stalin, Roosvelt ve Churchill, Şubat 1945’te Yalta’da dünyaya barış ve güvenliğini sağlayacağı umulan Birleşmiş Milletler örgütüne hangi devletlerin alınacağı konusunu görüşürler Her devlet, kendi yandaşlarının adaylığını ileri sürer. Türkiye’nin girişinin sağlanması da İngiltere’ye düşer. 1943 yılı başından beri, “savaşa girmezseniz, Birleşmiş Milletler’in dışında kalırsınız” diye Türkiye’yi tehdit eden Churchill, ülkenin örgüte alınması isteğini, Yalta tutanaklarına göre ilginç savunur:
“Herkesin razı olacağını ummadığı halde, Türkiye’nin çağrılması için birkaç söz söylemek zorundaydı. Savaş patlamadan az önce, çok tehlikeli bir dönemde, Türkiye, İngiltere ile bir ittifak imzalamıştı. Savaş başladığı zaman Türkler, Ordularının modern bir savaş için yeterince silahlı olmadığına inanıyorlardı. Gene de, Türkiye’nin tutumu dostça ve her bakımdan kararlıydı. Türkler, İngilizlere yardım etmeyi bile önermişler, ama İngilizler onların önerisini kabul etmemişlerdi. Churchill, kendi kendine soruyordu: Türklere ölüm döşeğinde bir nedamet fırsatı verilemez miydi?
Stalin, Türkiye Şubat sonundan önce Almanya’ya savaş ilan ederse, çağrılması gerekir, karşılığını verir. İngiltere Büyükelçiliği, Yalta toplantısı biter bitmez Türkiye’ye, ancak 1 Marta kadar Mihver’e savaş ilan eden devletlerin Birleşmiş Milletler’e alınacağını bildiri. 23 Şubatta Türkiye savaş ilan eder ve 5 Martta San Fransisco Konferansı’na çağrılır.
CHURCHILL-STALİN PAZARLIĞI
Son açıklanan belgeler göstermektedir ki, bir Balkan Cephesi açamayınca, Churchill, Yalta’dan önce, İngiliz emperyalizminin geleneğine uygun biçimde, Moskova’da Stalin’e Doğu Avrupa ve Balkanlarda nüfuz bölgesi paylaşmayı önerir. Churchill, bu belgeyi devlet arşivlerinde “Tolstoy” kodu ile dosyalatmıştır. Churchill’in elyazısıyla olan ve 1973’te açıklanan belgeye göre, İngiltere, Polonya’nın tamamını Rus nüfuz bölgesine bırakır. Sovyet nüfuzu, Romanya’da yüzde 90, Bulgaristan’da yüzde 75, Yugoslavya ve Macaristan’da ise yüzde 50 olarak saptanır…Partizanların antiemperyalist bir iç savaş yürüttüğü Yunanistan ise, yüzde 90 nüfuz oranıyla İngiltere’ye ayrılır. Churchill, bunun dışında Akdeniz’in tümünde İngiliz egemenliğini Stalin’e kabul ettirir. Türkiye üzerinde bir pazarlık yapılmaz. Fakat tüm Akdeniz egemenliğini elinde tutan Churchill’in, Türkiye’yi kendi nüfuz alanı içinde saydığı açıktır. Nitekim 1943’te de ABD’ye Türkiye’nin askeri, politik ve ekonomik bakımdan İngiliz nüfuz bölgesi olduğunu kabul ettirmeyi Churchill bilmiştir.
Belge, İngiltere’nin koruyuculuğuna ne ölçüde güvenilebileceğini gösterir. Polonya burjuvazisi, tarihteki Polonya paylaşılmalarından ders almayarak İngiliz garantisine güvenirler ve hem Almanya’ya, hem de Rusya’ya kafa tutarlar. Ne var ki, İngiltere ve Fransa, Polonya uğruna kuru bir savaş ilanı ile yetinirler ve Polonya’nın paylaşılmasına seyirci kalırlar…
Sovyetler Birliği’nin dünyaya bakış açısını işte bu Yalta Konferansı’ndaki politik bakış açısı belirlemiştir. Bu bakış açısı da solun ulusalcı öğelere odaklanmasında önemli bir rol oynamıştır. (Doğan Avcıoğlu,Milli Kurtuluş Tarihi -4-,Tekin Yayınevi,İstanbul,sf 1567-1572):
Yalta Konferansı’nda Stalin Sovyetleri’nin yaptığı ideolojik yanlışlığı Demir Küçük Aydın “Sosyalizmin Milliyetçiliğe Karşı Savaşı” makalesinde şu şekilde yorumlamaktadır:
“Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Ulusal Kurtuluş Savaşları başta olmak üzere, son iki yüzyıldaki savaşların neredeyse tamamının, hatta “sınıfçı” olduğunu iddia edenlerin bile çoğunun, milliyetçilik temelinde yapıldığı göz önüne alınırsa, milliyetçiliğin çok tekinsiz olduğu, insanlığı adeta bir cin gibi çarptığı, lanetiyle öldürdüğü görülür. Dünya tarihinin en kanlı yüzyılında neredeyse bütün savaşlar ulus bayraklarıyla yapılmışlardır.
Ama lanet burada bitmez.
Eğer Sosyalizm insanlığın ve ezilenlerin umuduydu ise sosyalist partileri, hareketleri, enternasyonalleri, devletleri her seferinde milliyetçilik çökertmiştir.
İkinci Enternasyonal’i çökerten neredeyse bütün sosyalist partilerin kendi devletlerinin yanında yer almasıydı, yani fiilen milliyetçiliğe teslim olmalarıydı.
Sovyet devrimi ve Üçüncü Enternasyonal -ki kaderi Sovyet devrimine bağlıydı- milliyetçi “tek ülkede sosyalizm” parolasıyla çökmüştü.
Ekim devriminin kalıntısı son gelenekler, İkinci Dünya Savaşı’nda, “dünyanın lanetlileri”yle başlayan Enternasyonal yerine, “Büyük Rus ulusunun perçinlediği, özgür cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği” sözleriyle başlayan SSCB marşının almasıyla ve buna eşlik eden Üçüncü Enternasyonal’in lağvıyla yok olmuştu.
“Sosyalist Blok”, Sovyetler Birliği veya Yugoslavya çökünce onun yerini daha iyi bir sosyalizm için kendini ulus veya ulusçu olarak tanımlamayan toplumlar ve hareketler değil, artık aşıldığı söylenen uluslar, ulusçuluk ve ulusal katliamlar aldı.
Sadece bu örnekler bile milliyetçiliğin nasıl sosyalizmi lanetiyle çarptığını gösterir.
Bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Aslında sosyalizmin her yerde milliyetçiliğe teslim olmuş ve birçok yerde uluslar ve ulusal devletler yaratmış veya en azından önceden oluşmuş ulusları ve ulusal devletleri yönetmiştir.
Örneğin bu günkü bütün Orta Asya uluslarını Sovyetler yaratmıştır. Sovyetler, ulus yaratmada tıpkı Afrika’daki sömürge imparatorluklarının yaptığını yapmıştır. Sovyetler Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetlerinin sınırlarını başka çizip, başka isimlerle adlandırsaydı bu gün ortada başka uluslar ve ulusal devletler olacaktı.
Bunun yanı sıra sosyalist iktidarlar daima kendilerini bir ulusla ve ulusal devletle tanımlamışlardır: Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Çin, Küba vs.. Ve Bu ülkeleri kuran ve yöneten sosyalistlerin kastettikleri, nötr bir toprak parçası adı değil, tarihe ve dile dayandığı ileri sürülen bir ulustur.
Ve bu tabloyu şu gerçek belirtilmeden eksik kalır. Sosyalistler nerede başarılı oldularsa, orada aslında filen bir ulusal hareketin başını çektiklerinde, yani fiilen bir ulusçu gibi davrandıklarında başarılı olmuşlardır: Çin, Vietnam, Yugoslavya, Küba vs.
Özetle sosyalizmin ulusçulukla ilişkisine ilişkin olarak, sosyalizmin kendi iddialarından hareketle değil, gerçek durumdan hareketle söz etmek gerekirse, sosyalizm ve ulusçuluğu ayıracak bir fark bulmak zordur. Ya sosyalistler ulusçudur veya sonunda fiilen bir ulusçudan farkları kalmamıştır ya da ulusçular sosyalizm bayrağıyla hareket etmişlerdir: Örneğin Afrika’daki Kurtuluş hareketlerinin çoğu gibi. Sosyalizm ve ulusçuluğu birbiriden ayırmak mümkün değildir.
En kısa ifadesiyle sosyalizm her yerde ulusçulukla imtihanını kaybetmiştir. Sosyalizm ulusçuluk hayaletinin lanetiyle çarpılmıştır. Neden böyledir? Araştırılması gereken budur.
Marks ve Engels geçen yüzyılın başında, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm Hayaleti” demişlerdi Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında, ama gerçek tarihe bakarsak, “İki yüz yıldır dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” demek gerekiyor”.
-DEVAM EDECEK-