Bu düşünce temelinde, Türkiye’deki siyasal İslam tecrübesi, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyimi, pek çok entelektüel açısından, Batı’nın modernleşmesine katkıda bulunan tarihsel süreçlerin ve yapısal değişikliklerin Müslüman toplumlarla ilgili olmadığı görüşünü dile getiren ilginç bir öneriydi. Böylece Türkiye’nin dindar Müslümanlarının “yeni” burjuva sınıfı ve onun siyasi hedefleri hakkındaki tartışmalara paralel olarak, insan hakları, demokratikleşme ve laiklik ile İslam dininin ilişkisine dair arayışlar zirveye çıktı. Özellikle 1997 darbesinden sonra, Türkiye’nin Müslüman entelektüelleri “yakın bir zamana kadar” batı terminolojisini benimseme gereksinimini hissettiler ve Kemalist elite karşı ittifaklarını genişletme çabasına giriştiler.
Bu arayışlara göre, Türkiye’nin kendi modernleşmesiyle yüzleşmesi ve “Batı dışı” olası sorunlara karşı koyması, yani “Müslüman bir toplumda mümkün olabilen laiklik” ilkesi merkezinde, kendi tarihi, kültürü ve yapısı temelinde yanıtlar bulması gerekecekti. Yani Batı’dan tepeden inme bir şekilde kopyalar temelinde değil, Türkiye’nin kendisine özgü tarihsel-kültürel özellikleri temelinde kalkınmasının yeniden yorumlanmasını ele alması gerekecekti. Örneğin Ali Bulaç, özgür siyasal katılımın ve şiddet kullanmadan iktidar değişiminin İslami ilkelere tamamen uygun olduğu ve bunların sadece Batı düşüncesinin ayrıcalıkları olmadığı düşüncesini destekliyordu.
Türkiye’deki sosyopolitik gelişmeler ve aynı zamanda bu teorik arayışlar ve tartışmalar çerçevesinde, AKP kendi kimliğini sistematikleştirmeyi hedefledi. Bu, üstelik daha öncesinde önemli bir parlamenter muhalefet deneyimi olmaksızın erkin yönetimini üstlenmesi göz önüne alındığında, oldukça ciddi bir zorunluluktu. Kısacası, Aksiyon dergisinin ilgili makalesinin başlığında da yazdığı gibi, AKP kısa sürede “iktidarı bulmuştu” ve şimdi de “kimliğini aramak” zorundaydı.
Yeni hükümet partisinin ideolojik arayışlarının belki de en temel iki boyutundan birincisi 1997 darbesinin, 2001 ekonomik krizinin, 11 Eylül’ün, “ılımlı İslam’ın” hâkim olması gereksiniminin ve “İslami” burjuvazinin bilincine varılması başta olmak üzere Türk siyasal İslam’ının toplumsal tabanındaki değişikliklerin yol açtığı koşullara partinin ve politikalarının uyumu konusuydu. İkinci boyut ise, neoliberal modernleşme çabasında Türkiye’nin geleneksel değerlerini ve kendine özgü tarihsel ve sosyal unsurlarının içeren bir anlayışın teorik olarak sistematikleştirilmesiydi.
Erbakan’ın Refah Partisi’nin kısa süren hükümet tecrübesi ve daha genel olarak Milli Görüş Hareketi’nin mirası ve özellikle 1997 darbesi sırasında siyasal İslam’ın kovuşturmaya uğraması yenilikçilerin yeni partisi için önemli bir özeleştirel referanslar sürecini oluşturuyordu. Darbenin İslamcılar içerisinde yol açtığı sonuçlar aynı zamanda dinin siyasette kullanımı konusunda farklı tez ve analizler içeren bir “arınma mekanizması”nı da yarattı. AKP, Erbakan’ın ve Milli Görüş Hareketi’nin geleneksel İslamcı anlayışını terk ederek ve 1997 darbesinin “hesabını ödemeyi” bu anlayışa bırakarak, siyasal olarak hayatta kalmayı ve Müslümanların “yeni” burjuva sınıfının daha iyi temsil edilmesini güvence altına almayı tercih etti. Söz konusu “arınma mekanizmasının” yaratılmasında ve dinin kullanılması hakkındaki özeleştirinin oluşumunda 1997 darbesinin etkisi bizzat Erdoğan’ın bilinen şu sözünde çok iyi yansıtılıyordu: “28 Şubat’ta Milli Görüş gömleğini çıkardık”.
(devam edecek)
kaynak: gazeddakibris.com