Kemalist düzenle, yani geleneksel laik “merkez” ile ilişkilerin yeniden belirlenmesine ilişkin geçen haftaki yazımızda bahsettiğimiz çerçeve içerisinde, çevrenin talep ve beklentilerinin çatışmalardan uzak ve doğru bir biçimde yorumlanması şarttı. Akdoğan’a göre, AKP’nin geleneksel siyasal İslam partilerinden farklı olarak bu konudaki başarısı, tam olarak, çevrenin merkeze yönelik olan taleplerinin doğru bir yorumuna girişebilmesinden kaynaklanmaktaydı. Kısacası, ülkenin ekonomik sisteminde Müslüman iş çevrelerinin aşamalı bir şekilde güçlenmesi için hükümet partisinin olabildiğince daha fazla çatışmadan kaçınması ve “geleneksel merkez” ile “çevrenin güçlerinin” endişelerini dengede tutması gerekiyordu. Dolayısıyla yeni hükümetin misyonu 1997 darbesinin ve 2001 ekonomik krizinin ardından ülkenin siyasi ve ekonomik sisteminin görece olarak normalleştirilmesiydi. Yani 1980 darbesinden sonra Özal’ın Anavatan Partisi’nin üstlendiği misyonun standartlarına göre, kapitalizmin yeni aşamasının kesintisiz gelişimi yönüne doğru itecek bir normalleşmeydi. Yalçın Akdoğan yukarıdaki gerekliliği “çevreyle merkezi uzlaşma zeminine davet eden AK Parti olmuştur” diyerek ifade ediyordu.
Muhafazakâr demokrasi teorileri “İslami” burjuvazinin beklenti ve çıkarlarına göre partinin Türk siyasi haritasında yerini alması gereksinimine de yanıt vermeleri gerekiyordu. Dolayısıyla parti kitlesel destek yeteneğini koruyan, bir burjuva çıkarları partisi olarak meşruluk kazanmalıydı. Bu amaca yönelik olarak, en uygun olan yer “Türk merkez sağı” idi. Partinin beraberinde getirdiği yenilik daha önceki siyasi oluşumların temel karakteristiklerinin altüst edilmesi ve kendisinin “siyasi merkezde” yerini almasıydı. Tayyip Erdoğan’a göre, AKP’nin ortaya çıkmasından önce iki tip parti mevcuttu. Birincisi sadece belirli bir ideoloji temelinde faaliyet gösteren ve “siyasi olarak kardeş” gibi davranan partilerdi. Diğerleri de hiçbir ideolojisi olmadan sadece kazanç kaynaklarının paylaşımını hedefleyen, yani “siyasi şirket” gibi olan partilerdi. Erdoğan yukarıdakinden farklı olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kitlelere yönelik belirli siyasi tezlere sahip olan bir parti olduğunu söylüyordu. Böylece, liderine göre AKP “toplumsal merkezden aldığı güçle siyasi merkezi yeniden inşa etmiş ve merkez sağın tartışmasız tek gücü haline geldi”.
Başka bir düzeyde, “İslamcı” burjuva sınıfının çıkarlarının daha iyi temsili, neoliberal küreselleşmenin genel çevresi ile gelen (ideolojik ve kültürel) özelliklerin bileşimini dayatıyordu. Bu noktada “alternatif modernleşme” ve kapitalist kalkınmada toplumun kendine özgü niteliklerinin rolü hakkındaki tartışmalar AKP’nin kendisinin üzerinde çalıştığı konular oldu. Bazı süreçlerde, ülkenin çağdaşlaşma evrimi hakkındaki bazı yaklaşımların değişmesinin gerektiği kanaatinin yoğun derecede olduğu gözüküyordu. Türk kalkınmasının Kemalist versiyonuna karşı parti çevrelerinin geliştirdiği eleştiri, özellikle toplumun geçmişinden ve-din de dâhil olmak üzere-geleneksel karakteristik özelliklerinden otoriter bir biçimde koparılmasına odaklandı. AKP’nin 2002 Seçim Beyannamesi’nde “Modernleşme döneminde Türkiye’nin çağdaşlaşması, öncelikle geleneksel kültür ve değerlerin terk edilmesi şeklinde anlaşılmıştır. Oysa çağdaşlaşma, toplumun kendi dinamikleriyle kendini yenilemesi ve değişen ihtiyaçlarını karşılayabilmesidir “deniyordu.
Bu yolla hükümet partisi “modernleşme” nin yani yeni aşamasında kapitalist kalkınmanın genişletilmesi nihai hedefiyle toplumun geleneksel değerlerini yeniden yorumlayarak tekrar ön plana getirdi. Bizzat Erdoğan “küreselleşmenin lokomotifi her ne kadar ekonomiyse de, küreselleşme toplumsal dinamikleri harekete geçirerek ve yerel zenginlikleri sürece katarak ancak istikrarı yakalayabilir” diye vurguluyordu. Modernleşme, geleneği etkisizleştirmeksizin, evrenselliği yerel özelliklerle bir araya getirdiği ve sonuçta “başka-alternatif bir modernleşme” olduğu takdirde “hedef” olabilirdi.
(devam edecek)
kaynak: gazeddakibris.com