Halil Karapaşaoğlu’nun Afrika Gazetesinde “Apartman boşluğu” başlıklı köşesinde yayınlanan yazısı
Tuğçe ve Evrim’e
Sevgili Marx…
Bağların kenarında…
Eski tahta bir masaya oturmuştuk…
Karşımızda heybetli dağlar…
Vadilerin arasında görünen masmavi deniz…
Sana…
Yanına oturduğumuz bağların şaraplarından ikram etmek istedim…
Sakalını tuttun…
Boşlukta kaldın biraz…
Kim bilir nerelere gittin?
Dean Street’te çiselenen yağmurun altında…
Bir şey mi unutmuştun?
Engels’i mi düşünüyordun?
Almanya’yı mı?
Yoksa Paris Komününden hiç çıkamamış mıydın?
Tamam dedin…
Masada Sen…
Ben…
İki bardak şarap…
Güneşte kurutulmuş nor…
Eski hellim…
Taptaze az önce fırından çıkarttığım köy ekmeği…
* * *
Yeryüzündeki bütün gölgeler kırılıyor…
İnsan ne yüreğiyle yaşıyor…
Ne de elleriyle…
İnsan bozuldukça bozuluyor…
Tadı tuzu kalmadı be Marx!
Başbakanlıkta bir memura yemek götürüyorsun…
Ağzında ay çekirdeği…
Masasının üstünde yığılmaya başlamış kabuklar…
Karşısında bilgisayar…
Kart oynuyor…
Oturduğu yerden, sağa sola ahkâm kesiyor…
Biz mutfak emekçileriyiz…
Biliriz ne kadar tuz ne kadar karabiber konmalı yemeğe…
Biliriz bilmesine de…
Hayatın tuzunu tutturamıyoruz bir şekilde…
Bir dükkân açalım dedik…
Yalakası olmayalım iktidarların…
Boynumuz bükük olmasın dedik yaptığımız işten…
Başımıza gelmeyen kalmadı…
Kusura bakma…
Başını şişiriyorum ama…
Bu düşünceleri başıma sen sardın diye…
Dertleşiyorum seninle…
* * *
Şehir planlamadan…
Çevre dairesine…
Her tarafta rüşvet…
Hani amcamız dayımız yok ya…
Hani yalnızız ya bu adada…
Üstümüze gelen gelene…
Tuğçe’nin ve Evrim’in de sana çok selamı var…
Tuğçe’ye çok güzel iş teklifleri yapıldı…
Bir ofiste oturacaktı…
Dolaşacaktı dünyayı…
Kabul etmedi…
Maaşı da iyi…
İstemedi…
İkiletmedi hatta…
Birine avucunu açamaz…
Birinden laf duyamaz…
Senin torunlarından…
Evrim Fransa’dan geldi…
Her şeyini Fransa’da bıraktı…
Memleketi kurtarma mücadelesine gidiyorum demişti…
Hyde Parkta…
Bir meşe ağacının altında…
Geldi…
O da istemedi Tuğçe gibi…
Ne devlette…
Ne da devletle ilgili başka hiçbir yerde…
Boynunu büksün abilere…
Ablalara…
O da senin torunlarından…
* * *
Yeryüzündeki bütün gölgeler kırılıyor…
Torpille işe giriyor Devrimciler…
Rüşvetin en çok döndüğü devlet dairelerinde…
Paralar dönüyor karşılarında…
“Gık!” diyemiyorlar…
Sonra UBP’li gençler geliyor…
Biz partiliyiz…
İşsiziz…
Siz, size karşı olduğunu iddia eden devrimcileri işe alıyorsunuz diyorlar…
Ve Devrimciler ne yapıyor…
Sol yumruğu havada…
Düdük çalıyorlar arada sırada…
Kararlar geçiyor Meclisten…
İnsanı insan olmaktan çıkaran…
Ne pislikler dönüyor kim bilir…
O sigara fabrikasından…
İşte orada da süslenip püslenip…
Bir devrimci yürüyor koridorlarda…
* * *
Benim memleketimde sevgili Marx…
Nerede bir rüşvet…
Nerede bir çirkeflik varsa…
Orada devlet memurları çıkıyor…
Bizim devrimcilerde devrim yapmak niyetine…
Deli oluyorlar devlete girsinler diye…
Sözde sendikalaşacaklar…
Sözde örgütleyecekler memurları…
Oysa dairelerde saatlerce boş boş oturuyorlar…
Ellerinde Das Kapital…
Sanal ortamlarda bakıyorlar kim ne demiş…
Kim ne yapmış…
Devrimcinin en büyük işi dedikodu…
Hele bir de memursa vakti varsa hani…
Karıştırıyorsa bir tarafını can sıkıntısından…
Ekmeğine de dokunur aşına da…
İhtiyacı yok ya paraya…
Gider saraylarda işler karıştırır…
Zengin çocuğu nasıl olsa…
* * *
Sevgili Marx…
Bağların kenarında…
Eski tahta bir masaya oturmuştuk…
Karşımızda heybetli dağlar…
Vadilerin arasında görünen masmavi deniz…
Yeryüzündeki bütün gölgeler kırılıyor demiştim sana…
Uzaklardan hem de çok uzaklardan…