Lafı fazla dolandırmanın, amiyane tabirle tereciye tere satmanın lüzumu yok, zaten malum konu hakkında hayli kapsamlı bir literatür mevcut: “Askeri hümanizm” olarak da anılan “insani müdahale” tezi, yani ulusal düzeyde gerçekleşen vahim insan hakları ihlalleri karşısında “uluslararası toplumun” askeri müdahalede bulunma hakkı olduğu argümanı, ABD’nin Bosna, Kosova ve hatta Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi bir dizi askeri girişimini meşrulaştıran bir argümandan ibaret. Daha genel olarak, “insani müdahalecilik” ya da “koruma hakkı” gibi önermeler, ABD’nin uluslararası kapitalist sistemdeki hegemon konumuna rıza devşirmenin retorik araçları. Soğuk Savaş’ın hemen sonrasında “hayırsever emperyalizm” mitinin ya da daha başka bir ifadeyle o meşhur “beyaz adamın mesuliyeti” söyleminin canlanmasında, “insani müdahale” ya da “koruma hakkı” tartışmaları kilit rol oynamıştı. Sosyalist hareketin dünya çapındaki zayıflığı ve uluslararası krizlerin yarattığı insani felaketler, solun bir kısmının “uluslararası toplumun” bu tarz müdahalelerine daha hayırhah bakmasına da sebep olmuştu maalesef.
“İnsani müdahale” tartışması Arap devrimci kabarışı bağlamında önce Libya ve şimdi de kimyasal silah kullanımıyla birlikte Suriye örneklerinde yeniden gündeme geldi. Solun önemli bir bölümü, özellikle büyük bir insani felaketle sonuçlanan Irak işgali sonrasında, insani müdahale ya da “koruma hakkı” argümanlarının nasıl bir riyakârlığı temsil ettiği hususunda elbette net. Ancak ABD’nin bir önceki dönemde Afganistan ve Irak’a karşı yönelttiği saldırganlıkla Libya ve Suriye’de gündeme gelen emperyalist müdahale biçimleri arasında söz konusu olan temel farklılıkların pek gündeme gelmemesi de bir sorun. Yani emperyalist saldırganlığın hangi bağlamda gerçekleştiği, güç ilişkilerindeki hangi değişimlerin bir ifadesi olduğu hususunda bizde ciddi bir tartışma yaşanmadı denilebilir. Solun önemli bir bölümü Suriye’yi (hatta belki de “Arap Baharı” sürecinin tamamını) ABD’nin bölgeyi yeniden sömürgeleştirme girişiminin bir devamı, 2003 Irak savaşının bir “sequel”i olarak değerlendiriyor. Hatırlanacağı üzere Afganistan ve özellikle de Irak’a dönük emperyalist saldırganlık solu dünya ölçüsünde seferber etmiş, küresel düzeyde bir savaş karşıtı hareketi kışkırtmıştı. Bugün de solun temel vazifesinin “bölgedeki” emperyalist müdahaleciliğe, ABD’nin saldırganlığına karşı bir barikat oluşturmaktan ibaret olduğunu söyleyenler bir hayli çok.
Bu değerlendirme biçimi emperyalizm birden bire ortadan kalktığı ya da Ortadoğu semalarında emperyal müdahalecilik güneşi bir daha görünmemecesine battığı için değil, artık 11 Eylül sonrası değil, Tahrir sonrası bir konjonktürde olduğumuz için yanlış. Bugün Arap halklarının basitçe emperyalist saldırganlığın pasif kurbanları olduğu bir siyasal manzarayla değil, bizzat bu halkların bütün kısıt, sorun ve geri dönüşleriyle de olsa ayağa kalktığı bir durumla karşı karşıyayız. Bu sürece karşı emperyalist müdahaleler elbette söz konusu ancak dönemi karakterize eden bu ön alıcı müdahaleler değil, onları kışkırtan halk hareketleri. Yani mesele emperyalist çıkar, manipülasyon ve saldırganlığa vurgu yapmaktan ibaret değil. Sorun, bu haklı vurguyu somut konjonktürden, toplumsal mücadelelerin parçası olduğu güçler ilişkisinden bağımsız bir “ezbere” dönüştürmek. Lenin’in deyimiyle, “siyasal ve stratejik ilişkilerin kendine özgü niteliğini görmezlikten gelmek ve ezberlenmiş ‘emperyalizm’ sözcüğünü ayrım gözetmeksizin yinelemek Marksizmden başka her şeydir.” Başka bir deyişle, emperyalist saldırganlığın hangi güçler ilişkisi bağlamında gündeme geldiğini hesaba katmamak bizzat emperyalizme karşı mücadeleyi hafife almak anlamına geliyor.
Kestirmeden ifade etmek gerekirse Afganistan ve Irak savaşları, ABD’nin çok geniş bir bölgedeki fosil yakıt kaynaklarını kontrol etmek ve böylece potansiyel rakipleri karşısında konumunu pekiştirmeyi amaçlayan saldırgan müdahalelerdi. Libya (ve kısmen ya da dolaylı bir biçimde Suriye) ise emperyalizmin kontrolü dışında gelişen bir ayaklanma dalgasını denetim altına almaya dönük ön alma hamleleri. “İnsani” gerekçelerle meşrulaştırılan Libya’ya askeri müdahalenin gayesi, ülkedeki petrol kaynaklarını ele geçirmek değil (bunlar zaten “ele geçirilmişti”) bölgedeki siyasal ve sosyal türbülansı kontrol altına almak, ayaklanma ve halk hareketleri dalgasını emperyalizmin himayesinde soğurmak, çarpıtmaktı. Kosova, Irak ve Afganistan müdahaleleri Soğuk Savaş’tan muzaffer çıkmış ABD imperium’unun doruğunda, uluslararası sistemin “tek kutupluluk momentinde” cereyan etmişti. Suriye’ye müdahale tartışması ise uluslararası kapitalist krizin emperyalist zincirde büyük bir dalgalanma yarattığı ve o meşum zincirin hiyerarşik diziliminde muhtemel değişimlerin kapıda olduğu bir devirde gerçekleşiyor. (Zaten Obama’nın ferasetsizliği ya da Putin’in mahareti değil de bu nedenle olası bir müdahale konusunda ABD ciddi sıkıntılar yaşıyor ama bu husus başka bir yazının konusu.) Yani ABD’nin tek “süper güç” olarak askeri müdahale kapasitesinin zirvesinde olduğu devirdeki emperyalist saldırganlıkla ABD’nin göreli ve kararsız da olsa bir gerileme içerisinde olduğu bir momentteki saldırganlık arasındaki farklılıkları dikkate almak, devrimci-radikal sol açısından bölgesel bir strateji geliştirmek açısından elzem. Bu anlamda, emperyalist müdahaleciliğin birbirinde çok farklı iki dünya tarihsel dönemde gerçekleşen örneklerini aynı sürecin uzantıları olarak değerlendirmek, siyasal sonuçlar çıkarmak açısından büyük bir hata olacaktır. Libya ve Suriye’yi Irak ve Afganistan’ın basitçe ve dolayımsız devamları addetmek, “bölgede” son yıllarda bir dizi faktörün belirleyiciliği altında (özellikle büyük kitle hareketlerinin açığa çıkmasıyla) şekillenen somut durumu atlamak olacaktır.
Bundan on sene önce ABD emperyalizmine karşı mücadele açısından bir savaş karşıtı hareketin inşası temel ve belirleyici önemde bir faktördü. Bugünse bölgede gelişen sürece devrimci bir müdahale açısından bir savaş karşıtı hareketin geliştirilmesi ancak başka “görevlerin” ışığında ele alınması icap eden bir unsur olacaktır. Soğuk Savaş sonrasının solu, bölgesel düzeyde neredeyse umutsuz bir nefsi müdafaa konumundaydı. Bugünse kapitalist kriz ve ABD’nin bölgesel etki ve kapasitesindeki göreli gerileyiş, toplumsal kalkışma ve direnişlere daha önce varolmayan alanlar açıyor. Günümüzde 2000’li yılların başındaki gibi emperyalist müdahalecilik karşısında savunmayı, mevcudu muhafazayı esas alan bir tutumla yetinmek mümkün değil. İçerisinde bulunduğumuz (ve Gezi direnişiyle parçası haline geldiğimiz) dönem, ani toplumsal sıçramalara alan açmasıyla beklenmedik sıçramalara, güçler dengelerinde ani değişikliklere olanak tanıyor. Dolayısıyla savunmayla yetinemeyiz. Emperyalist müdahaleciliğe karşı tavizsiz itirazı, Tunus’taki işsiz gençlerin sendikal örgütlenmesiyle, Mısır’daki emek hareketiyle, Bahreyn’deki insan hakları aktivistleriyle, Suriye’de cılız da olsa kimi yerel örgütlenme deneyimleriyle ve en kritiği de Rojava’daki toplumsal sıçramayla devrimci dayanışmayla birleştirme maharetini gösterebilmeliyiz. Mısır’da son bir küsür ay içerisinde yaşananlar bölgedeki mücadelelerin kaderinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu göstermiş olmalı. Bölgesel bir stratejik ufka, savunma kadar kimi mevzii saldırılarını da içeren bir bölgesel stratejiye ve “pratik” bir enternasyonalizme her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Konu “insani müdahaleye” gelmişken bir de parantez açmakta yarar var: Sosyalist hareketin gerçek ya da potansiyel emperyalist müdahalelere karşı tutumu çoğu kez oldukça sorunlu bir politik kavramsallaştırma temelinde şekilleniyor. Açıkçası solun emperyalist müdahale karşıtı argümanlarının önemli bir bölümü Westfalya sonrası devletlerarası hukuk jargonundan tevarüs edilmiş argümanlarla ortaya konuyor. Daha kestirme bir biçimde ifade etmek gerekirse, sosyalistlerin uluslararası müdahalelere olan muhalefeti çoğu kez ulusal egemenlik kavramına dayanıyor. Devletlerarası sınırların değiştirilemezliği, içişlerine karışmama gibi ilkeler bilhassa son Suriye örneğinde sık sık dillendiriliyor. Oysa sosyalist hareketin emperyalist müdahalecilik hususunda tutum geliştirirken hareket noktası devlet ya da ulus değil, ulusal ve elbette uluslararası ölçekteki sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin belirlediği güçler ilişkisi olmalı. Yanlış anlaşılmasın: Açık bir emperyalist saldırganlık karşısında uluslararası hukukun kimi ilkeleri elbette öne sürülmeli, saldırganlığı teşhir amacıyla ortaya konulmalıdır. Ancak sosyalist hareketin tutumu, devletlerarası ilişkileri düzenleyen hukuk sisteminin kural ve kurumlarının oluşturduğu sınırlar çerçevesinde de tanımlanmamalıdır. Ne sınırların değişmezliği ne de iç işlerine karışmama sosyalistler açısından baş tacı edilmesi gereken kaidelerdir. Gerçekten enternasyonalist sıfatını hakeden devrimci bir tutum çoğu kez bu kaidelerin ihlal edilmesini ister istemez gerektirmiş ve gelecekte de gerektirecektir. Dolayısıyla sosyalist hareketin temel parametreleri (nihai tahlilde “burjuva” sıfatıyla anmamız gereken) devletlerarası hukukun ilke ve kuralları tarafından belirlenmiş bir kalkış noktası olamaz, olmamalıdır.