yaklaşımlarHalil PaşaBir Ekoloji Forumu’nun düşündürdükleri - Halil Paşa
yazarın tüm yazıları:

Bir Ekoloji Forumu’nun düşündürdükleri – Halil Paşa

Yeniçağ podcastını dinleyin

ekoloji forumu 2013Poli Dergisi

YKP’den bir ilk daha, Ekoloji Formu:

Size yıllardır üyesi olduğum partimi övecek değilim.

Ancak, YKP’nin sadece sol’da değil, cemaatimizin pek çok kesiminde sonradan benimsenen, “ilk”leri ifade eden bir siyasal-sosyal sezgiye sahip, sayıca “kalabalık” olmayan ancak nitelikli bir örgüt olduğunu düşünüyorum. İlk siyasi söylemler, ilk sloganlar, çözüme ve barışa dair ilk siyasal düşünceler…

Aradan beş, on, on beş yıl sonrasında, toplumun önemli kesiminde, geç de olsa önemsenmiş.

Kuruluşunda, daha 1991 yılında dillendirmiş olduğu “Bu Memleket Bizim” Annan Planı döneminde gelmiş geçmiş en büyük siyasi platforma “Bu Memleket Bizim Platformu”na isim olmuş…

“Bu Memleket Bizim, Biz Yöneteceğiz” şiarı da öyle…

“Kırmızı Pasaport” söylemi, “İşgal”, “TC’nin alt yönetimi” ve “Siyasi Acente” kavramları da…

“Ayşe Evine Dön” çağrısı, yıllardır düzenli olarak yapılan “Askersiz Lefkoşa” etkinliği, “Anti Militarist Barış Harekatı” konseri…

Ve nihayet neredeyse özdeşleştiği “Seçimleri Boykot” kampanyası…

İlk defa partinin bünyesi altında oluşturulan Feminist örgütlenme, YKP-fem…

Şimdi burada duralım.

İki yıldır bu partinin yaptığı ve ikincisi, geçtiğimiz hafta sonu gerçeklemiş olan “Ekoloji Formu”ndan bahsetmek istiyorum size…

Neden?

İleride “adanın kuzeyindeki siyasal partiler ne zaman ekoloji ile ciddi bir biçimde ilgilendiler ve bunu partilerinin önemli amaçlarından birisi haline getirdiler?” sorusuna karşılık, adanın yazılacak siyasal tarihine şimdiden bir not düşülmüş olsun diye… Şimdi solda siyasi bölünmüşlüğün ve kirliliğin unutturduğu doğa’yı YKP, bizzat sosyalizme dahil ederek hatırladı.

Artık katıldığım halde birincisini yaz(a)madığım, ancak bu kez de yazmazsam büyük eksiklik olacağını düşündüğüm İkinci Ekoloji Formu’nun, notlarım arasına düştüğüm güncesini sizinle paylaşabilirim…

 

Çevre ve ekoloji

Çevre ve ekoloji çok sık kullanılan ve anlamları tarafımdan da en çok karıştırılan iki kavram.

Hani soluduğumuz havayı ve içtiğimiz suyu, yeşili, üretim sürecinde kirletiriz ya. İşte bu kirlettiğimiz hava ve suyu, soldurduğumuz yeşili, insanlarımızın kullanımına sunmak üzere düzenlemek çevrecilik ile ilgilidir.

Ancak kirlettiğimiz hava, su ve doğayı, ülkemizde veya dünyada, bundan etkilenen tüm canlılar için düzenlemeyi düşünür ve hedeflersek, o zaman çabamız ekoloji’ye dahil olur. “Nasılsa su gelecek. Kesilenin yerine yenisini dikersiniz”

İlk Ekoloji Formu geçtiğimiz yıl Davlos’ta gerçekleşmişti.

Aklımda kalan, formun son gününde Kıbrıslı çevrecilerin sunumlarında, Geçitköy (Panağra) ile Hisarköy’de (Gambilli) yapılan ağaç katliamlarından bahsetmiş olduklarıdır. Yarım asırlık zeytin ağaçları kesilen köylülerimiz ile müteahhit ve adamları muhatap olmuş. Türkiye’den gelen müteahhitler köylülere: “Su alacaksınız. Böylece kesilen zeytin ağaçlarının yerine onlarca, yüzlerce ağaç dikersiniz…”

Köylüler, konuyla ilgilenen, çevre derneği dışında başka kimse olmadığından, denilenlere inanmışlar ya da inanmak istemişler. Şimdi bekliyorlar. Türkiye’den su gelecek ve kesilen yüzlerce ağacın yerine yenileri dikilecek… Bekleye dursunlar…

Kesilen yarım asırlık ağaçlar dikilecek de, ihtiyaç olan yarım asır birden nasıl geçecek? Hem sonra Türkiye’den getirilecek suyu müteahhit mi dağıtacak? Su kime ve ne kadar verilecek? Bedava mı verilecek? Ucuz mu yoksa pahalı mı satılacak?

Aslında yazılmayan konular değildi bunlar. Belki de onlarca makale yazıldı üzerine Türkiye’den gelecek su ve UBP ile AKP arasında yapılan antlaşmalar konusunda. Ama dedim ya. Okumayı, okuduğumuzu akılda tutmayı, siyasilerimiz ve bürokratlarımızla sorumluluk üstelenmeyi, görevlerimizi eksiksiz yaparak vicdanımızı rahatlatmayı bir türlü benimseyemeyen bir cemaat örgütlenmemiz var…

Ama yine de “çıkmayan canda umut var”.

Biz rotamızı geçen hafta ikincisi düzenlenen Ekoloji Formu’na kaydıralım…

İşte beni etkileyen, yeni düşüncelere gark eden ve sizinle bu hafta bana ayrılan Poli sayfamda paylaşmak istediğim bu forumdan aklımda kalanlar…

Ekoloji Formunun ikincisi, bu yıl Limnidi’deydi…

Yazmış olduğum gibi, geçen yıl Davlos’ta yapılan Ekoloji Formu, bu yıl Yeşilırmak’ta (Limnidi) gerçekleşti. Limnidi deyince, Kıbrıs’ta ada yaşamına ilk insanın adımını attığı yer olan, Limnidi Kayalığı gelir. Adamızın tarihini şiire döken Fikret Demirağ’ın “Limnidi Ateşinden Bugüne” isimli uzun soluklu şiirine ilham kaynağı olan Limnidi Kayalığı…

“Kimler yaptı ilk evleri, kimler biçimlendirdi ilk aşkrengi ezgiyi, ilk gökrengi ezgiyi, kimler aşıladı ilk zeytini, bilgeliği, sevgiyi, denizlerden çıkıp gelen o ince söylenceyi antik yürek telleriyle kim çalıp söyledi?

***

Dalında ballanan ilk inciri kim kopardı,

Kim topladı ilk zeytini bereket ağacından

İlk çömleğin hamurunu kim kardı, ve kim vurdu

Üstüne sevginin ve Akdeniz’in güneş rengini,

Kimler sundu zamana Filya’yı, Aya Praskevi’yi?

***

Kimler biçimlendirdi hünerli elleriyle

Enkomi ve Kitiumda seramiği?

***

O lirik taşlar, o sessiz tanıklar

O şiir sütunlar, o dilsiz tanıklar

Ne anlatır beton dünyalı bir yüreğe şimdi,

Çöplük dünyalı bir yüreğe neyi anlatırlar

Bu çöplük dünyaya ne söyler ne anlatırlar?

Yemyeşil kolokas ve çilek tarlaları, narenciye, guafa, kavak ağaçları servi-ekaliptüs koruları ve asmaların tavlardaki sonbahar sarısı yaprakları arasından sarkan iri uzun yeşil bal-kabaklarıyla çevrelenmiş, sahilde dövünen dalgaların çakılları sürüyen hışırtısında, sakin bir doğayla çevrelenmiş bir butik otel olan Vouni King’de konakladık.

Cuma akşamüzeri başlayan Ekoloji Formu aynı otelin deniz kıyısındaki restoranından gerçekleşti. 21 Eylül Cumartesi katılanlarla sanırım sayımız elli’yi buldu.

 

Arılar yok olursa, dört yılda insanlık da yok olur.

İlk sunumu “organik metotlarla bal üretimi” ile Hasan Çağda yaptı. Anlatısında, tuttuğum notlarım arasından şunları seçtim. “Arılar GDO’lu (*) ürünleri gidip döllemekte çoğu zaman çekimserler, yani fark edip döllemiyorlar. Nitekim Trakya’da GDO’lu Ayçiçek üretimi yaygınlaşırken, Ayçiçek balı üretiminde yaşanan hızlı düşüş bunun en büyük ispatı.

Kıbrıs’ta satılan ballar genelde analiz yapılmaz. Denetim yok.

Organik arıcılıkta şekerle beslenme olmaz. Labaratuvar yoksa, arıların bal üretiminde şekerli su kullanıldı mı kullanılmadı mı anlaşılmaz. Organik arıcılıkta açgözlülük yapılmaz ve arıların kışın beslenmesi için kovanda bir miktar bal bırakılır. Kış’ın kısa geçtiği Kıbrıs’ta arılar ve arıcılar bu konuda şanslılar.

Her çiçek balının renginin koyuluğu farklıdır. Ancak aynı çiçek balının koyu olanı daha çok antioksidandır ve vücutta kansere karşı daha çok koruma sağlar.

Arılar sarımsak, soğan, ter ve içki kokularını sevmez. Ya kaçar ya da sokar.

Belediyelerin sineklere karşı mahallelerimize, köylerimize püskürttüğü “permetin” ilacı arıların en büyük düşmanı. Bu yüzden bir defada onlarca kovanı telef olan arıcılar var Kıbrıs’ta. Kalavaç köyünde, belediyelerin sineklere karşı ilaç püskürten bu aracı köye sokulmayarak, organik tarıma da arıcılığa da katkı sağlanıyor. Cep telefonu ve baz istasyonları, arıların yönlerini bulamamalarına ve “arı yok olmalarına” yol açıyor.

AB bir bal dahil bir ürünün organik olup olmadığına beş yıl süreyle denetledikten sonra karar verir. Bu nedenle organik üretimin sertifikası, en iyi ihtimalle beş yılda alınır. Bu nedenle organik üretime başlayanların aradan geçen beş yılı zararsız kapatmaları için örgütlenmeleri şart. Kıbrıs’ta hükümet, parti ve sivil örgütler buna çareler aramalı, “siyasetler” üretmeli, yardımcı olmalı.

Greenpeace istatistiklerinden çıkan sonuca göre; “Dünyada sebze ve meyvelerin üçte biri arılar tarafından döllenir ki bu da 265 milyar Euro’luk bir ürüne tekabül eder.

Ünlü Fizikçi A. Einstein bu gerçeklikten hareketle şöyle demiş: “Arılar yok olursa dört yılda insanlık da yok olur.”

Arıların on bir özelliği:

1.Tek bir bal arısı, tüm ömrü boyunca 1 çay kaşığı balın 12’de 1’ini üretebilir. Yani 12 arı, ömrü boyunca ancak 1 çay kaşığı bal üretir.

2. Bir kovan dolusu arı, 1 kilogram bal üretebilmek için 120.000 kilometreye yakın yol alırlar. Bu, Dünya’nın çevresinin yaklaşık 3 katına eşittir.

3.Bir arı, Dünya etrafını bir defa turlayabilecek kadar yol alabilmesini sağlayan enerjiyi sadece 28 gram baldan elde edebilir.

4. Bir bal arısı, kovandan her çıkışında yaklaşık 50-100 farklı çiçeği ziyaret eder.

5.Bal arısının beyni bir susam çekirdeği büyüklüğündedir. Ancak oldukça fazla şey öğrenebilir, hatırlayabilir ve seyahat ve yön tayininde karmaşık işlemleri başarabilirler.

6.Bir arı kolonisi içerisinde 20.000-60.000 arı ile 1 kraliçe arı bulunur. İşçi bal arısı dişi olup yaklaşık 6 hafta yaşar.

7. Kraliçe arı 5 yıla kadar yaşayabilir ve yumurtlayan tek bireydir. Yaz dönemlerinde en çok çalışan kraliçe arıdır ve bu süreçte günde 2500 yumurta yumurtlar.

8.Erkek arılar (dronlar), işçi ve dişi olan bal arılarından daha iridirler, iğneleri yoktur ve hiçbir iş yapmazlar. Tek yaptıkları, üremektir.

9.Bir koloni içerisindeki her bir arının, kendisini ayırt eden belli bir kokusu vardır.

10. Sadece dişi (işçi) arının iğnesi var ve tehdit altında olduğunu hissettiğinde sokar. İğnesini sokmasıyla birlikte ölürler. Kraliçe arının da iğnesi vardır, ancak kovandan çıkmaz.

11.Bir insanın eğer alerjisi yoksa, arıların sokması sebebiyle ölebilmesi için 1100 arının aynı anda onu sokması gerekir.

 

Perma kültür ve doğanın tohumları…

“Gommalar” Müzik Grubu’ndan Sertunç Akdoğu “Tarımdan enerji üretimine, hayvancılıktan barınmaya doğayı bozmadan doğa sisteminin korunmasını ve sürdürülebilir bir yaşamı hedefleyen “Perma Kültür” ile ilgili bilgi verdi. Perma kültür de solun siyasal jargonuna ekoloji ile birlikte giren yeni bir kavram. Türkçe’si “Kalıcı Kültür” demek.

Kalıcı kültür, kısaca bitki, hayvan ve insanları üretim amaçlı bir araya getirerek; bakımı kolay, istikrarlı, kendi kendine yeten bir düzeni “mümkün olan en küçük alanda” oluşturmak oluyor. Üniversite hocası ve araştırmacı Bill Morrison ve öğrencisi David Holmgren tarafından Avustralya, Tazmanya’ da bulunmuş, teori ve uygulamalar geliştirilmiş; 1972’ de dünyaya yayılmaya başlamış. Bu iki araştırmacı, yoğun olarak tek tip ürün üretilen tarımın, çevresindeki bitki ve hayvan yaşamını nasıl şiddetli şekilde azalttığını; hayvansal üretimin nasıl fabrika haline gelmiş çiftliklerde yapıldığını ve türlerin yerel çeşitlerinin nasıl yok olduğunu gözlemlemişler. Toprağın veya doğanın üretkenliğini azaltmadan sürdürülebilir uygulamalara ulaşmak amacıyla birçok bilgi dalını birleştirmeye çalışmışlar.

Marx; “insanın doğanın üzerinde bilinçli bir hakimiyet kurması” gerektiğinden bahseder. Bir zamanlar 78 Kuşağı için Marx’ın bu tür söylemlerine çok derin anlamlar yüklemese de, bugün artık kendini “özgürlükçü sol” olarak da ifade eden sosyalistler, hızla tahrip edilen gezegenimizde ekoloji, çevre, ekosistem, perma-kültür gibi kavramlarla konuyu enine boyuna tartışıyorlar. Sanırım Gommolar Müzik grubundan Sertaç Akdoğu ve arkadaşları da “Kalıcı kültür” ile doğada devamlılığı vazgeçilmez olan canlıların ihtiyaç duyduğu gıdaların, yerel kültüre uygun şekilde ve çevreyi de olumsuz etkilemeden üretilmesini ve yönetilmesini savunuyorlar. Kapitalizmin ve eseri “ekonomik insan”ın müdahalesi olmasa doğada zaten kendiliğinden işleyecek olan doğadaki sistemi, “olumlu müdahalelerle” doğal akışına çevirmeye çalışıyorlar.

Nükhet Irgat, “Doğanın Tohumları” isimi altında henüz dernek olmayan bir girişim başlattıklarını, amaçlarının da “Kuzey Kıbrıs’ta doğal yaşamın bütününe ilişkin planlar yapmak” olduğunu söyledi. Bunları yaparken yerel olmanın önemini belirtti. Örneğin ev mi inşa edilecek? Ev doğaya zarar vermeden inşa edilmeli… Bitince enerjiyi dışarıdan almayıp bizzat kendisi üretebilmenin planlamasını da yapmalı… Bahçesinde ilaçsız üretim yapmalı. Diyelim ki zararlı böcek mi var? Ve o böcekleri doğadan bir başka böcekle (örneğin bizde babavura denen, uğur böceği -hp) ile yok etmeyi planlamalı falan…

“Bu tür evler inşa edilerek bir “Eko köy” kurulabilir mi?” Doğanın dengesini bozmayacak Eko Park’lar inşa edilebilir, Eko Sanat’lar icra edilebilir mi? Bir yandan sporda “Doğa Sporları” teşvik edilirken, öte yandan Turizm’de “doğa turizmi” öne çıkarılarak hem yerliye ekmek kapısı, hem çevre-doğa sevgisi aşılanabilir ve hem de turizm teşvik edilerek coğrafya korunabilir mi?

Bütün bunlar planlanmalı ve üzerinde düşünülmeli…

Büyük Han’da “Amber Cafe”nin bir süre sonra organik ürünlerin sergilenip pazarlandığı bir yer olacağını ve şimdiden çalışmalar başladıklarını söyleyerek tamamlıyor sözlerini. “Doğanın Tohumları” girişimi, her gün daha bir kirlenen coğrafyamıza küçük de olsa bir umut ışığı yakabilir mi?

Düşünmesi bile insana heyecan veriyor…

ÇEVRE, İNSAN MERKEZ ALINARAK DEĞİL, TÜM CANLILARLA BİRLİKTE DÜŞÜNÜLMELİ.

YKP-fem, Eko-Feminizm Çalıştayı’nda, daha çok katılımcıları konuşturmayı tercih etti. Ve adamızda kadının nasıl bir emek ve mücadele geleneği içerisinden kopup geldiğini tartıştırdı. Dünyaya baktığımızda ekolojik meselelerin bir yönüyle kadınların emek meselesi olduğunu, doğal kaynakları sömürmeden, onlarla harmoni içerisinde var olup, evlerde, dairelerde, tarlalarda, ovalarda, bağ ve bahçelerde çalışarak kol-kafa gücüyle emek ve zamanlarını harcayıp, doğada değer yaratılmasına katkıda bulundukları gerçeğinin üzerinden atlamadan, Kıbrıs’taki benzeri deneyimlerin ortaya çıkarılmasına çalıştı. Anlatılar ekoloji ile birleştirildiğinde ise, notlarım arasında bulduğum bir katılımcının yapmış olduğu yorum galiba olayın en güzel özetiydi: “Çevreyi salt erkeğe, kadına yani insana göre, insan merkez alınarak düzenlemek yanlıştır. İnsan da doğanın bir parçasıdır. Doğa’da diğer canlılar da, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar da yer alırlar. Dolayısıyla ekolojik bir bakış açısıyla eko-sisteme ilişkin projeler, insan merkezli değil, tüm canlıların yaşamı düşünülerek planlanmalı…”

 

Eko-sosyalizm

Çevre Biyolojisi üzerinde doktora sahibi, ekolojik eğitim ile çevre koruması üzerine uluslararası dergilerde makaleleri yayınlanmış, ekolojiyle ilgili pek çok projelerin hazırlanmasında emeği geçen Tasos Hovardas da vardı YKP’nin konukları arasında. Bize Eko-Sosyalizm konusunda İngilizce bir sunum yaptı. Ayrıca sunumumun yazılı özetini de bıraktı. Tasos’un sunumu ile yazılı özetinden toparlayabildiklerime gelince…

Kapitalizm yeni kar alanları açmak için her şeyi metalaştırır. Azami kar, emek sömürüsünü, sömürü de küresel çapta, gerek insanlar, gerek toplumlar, gerekse ülkeler arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizliği artırır. Kapitalizm sadece insan emeğini sömürmekle kalmaz. Pazar için sınırsız bir üretime, doğanın vahşice yağmalanmasına, çevrenin kirlenmesine, eko sistemlerin zarar görmesine de yol açar. Gelişmiş kapitalist ülkeler ve uluslararası dev şirketler, karşılaştıkları her sınırlamayı (kota, ithal yasağı, vergi artışı vb…hp) delmek ve kendine yeni pazar alanları açmak için sanayileşmemiş ya da ekonomisi gelişmemiş ülkelere liberal yasaları önerir veya dayatırlar. Bunun için sosyo-ekonomik teorilerini (örneğin gümrüklerin sıfırlanması, kotaların kaldırılması, serbest ticaret-free trade-hp) yatırım yapacakları ülkelerin tek kurtuluş reçetesi olarak sunarlar. Kar ve dolayısıyla yeni pazarlar uğruna çılgın bir rekabete girişirler. Böylece, insanı insana yabancılaştırmakla kalmaz, insanı doğaya da yabancılaştırırlar. Sonuçta, insanın da bir canlı olarak yer aldığı doğadaki ekosistemi sürekli tahrip etmenin önünü açarlar.

Bunun için anti-kapitalistler, sosyalistler, aslında birer kapitalist proje olan ve çevre dostu olarak tanıtılan kapitalizmin yeşil projelerini dahi, (güneş paneller, rüzgar gülleri vb.) karlılık ve pazar ilkesine göre üretilmesinden, sırf bu iki özelliğinden dolayı teşhir etmelidir.

İnsanlığın kurtuluşunu amaçlayan sosyalizmin, doğanın ve gezegenimizin tahribini önleyecek, ekosistemi daha fazla tahrip etmeyecek, kapitalist üretim ilişkilerinden azade kılınmış, yeni sürdürülebilir, eko-sosyalist projeler üretmeye ihtiyacı vardır. Bu nedenle eko-sosyalizmi savunanlar olarak, yeryüzü kaynaklarının sınırlılığından hareketle, kapitalizme alternatif, insanların gerçek ihtiyaçlarıyla birleştirerek, ne üreteceğiz ve nasıl üreteceğiz sorularının yanıtlarını da araştırıp tartışan, kendi eko-sosyalist proje ve önerilerimizi ortaya koymalıyız.

Eko-sosyalizm Türkiye ve Kıbrıs için henüz yeni bir kavram.

Ama belli ki eko-sosyalist bir devrimin sol tahayyülü, yalnızca emek sömürüsü ile sınırlı olmayan, doğanın kapitalist tahribine karşı sürdürülebilir ve yakın gelecekte çevreci ve sosyalist bir yaşamı kurmaya adaydır. Bu nedenledir ki; eko-sosyalizm, kapitalist dünyaya karşı her zaman için evrensel bir karşı duruşun, anti-kapitalist, sol ve radikal bir çıkışın ifadesi olmak zorundadır.

 

GDO’ya HAYIR!..

Türkiye’li konuğumuz Arca Atay, GDO üzerine epeyce bilgi verdi. Atay, 1980 yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Yetiştirme ve Islahı Bölümü mezunu. Yaklaşık 31 yıl özel kurumlarda çalışmış ve 400 e yakın konferans, panel ve çalıştaya katılmış. Çeşitli kitap, dergi ve gazetelerde 100 den fazla makalesi yayınlanmış. Türkiye’nin çeşitli kent ve kasabalarında şenlik, festival ve kampanyaların örgütlemesinde yer almış. Çevre ve ekolojiyle ilgili her türlü faaliyeti takip etmeye, katkı vermeye çalışmış. İlk ve ortaöğretim okulları, üniversiteler, yerel halk, medya, merkezi ve yerel idarelere ilişkin seminerler, bilgilendirme toplantıları, eğitim çalışmaları ve ziyaretlerin düzenlenmesine gönüllü olarak katkılar koymuş.

Görev yaptığı dernek ve platformlara gelince…

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ekolojik Yaşam Derneği ve Gemlik Yaşam Atölyesi üyesi… Ekoloji Kolektifi Derneği- Başkanı ve Kurucu Üyesi, Doğader, GDO’ya Hayır, Bursa Su, Bursa Nükleer Karşıtı, Nilüfer Çayı Temiz Aksın Platformlarının kurumsal üyesi ve aktivisti…

Yaşamını, GDO’suz, doğallıktan yana, ekolojik dengeden yana bir kavgaya hasretmiş, hem teorisyen hem de militan birisi…

Onu dinlerken aldığım notlara gelince…

Nixon ABD başkanı olduğu dönemde “Petrol’ü kontrol eden dünyayı, gıdayı kontrol eden insanları kontrol eder” söyleminden hareketle GDO’lu tohum üreten çok uluslu dev şirketlerin yapmaya çalıştığının tam da Amerikan başkanının bu söylemine uygun düştüğünün altını çizdi. Günümüzde 15 çeşit bitki türünün dünyanın %80’nini doyurduğuna bakacak olursak kapitalist şirketler için Pazar’ın büyüklüğü ve olası kar’ın boyutları hakkında bir fikir sahibi olabileceğimizi söyledi.

Nitekim Atay’a göre, “GDO Devi” olarak da anılan ve ABD pazarının %80’inin, dünya pazarının %30’unu elinde tutan Amerikan Monsanto firmasının 2010 yılındaki cirosu, 2 milyar dolar civarında gerçekleşmiş. Bu arada GDO’lu üretim yapanların tarımsal ilaçlara da ihtiyacı olduğunu, dev ölçekteki firmaların da bu tarımsal ilaçları tekellerinde tuttuklarını anlattı.

Atay’ın anlatısından tuttuğum diğer notlara gelince…

Bugün Amerika’da %45, Latin Amerika ülkelerinde ise %35 GDO’lu tohumlarla üretim yapılıyor. Buna karşın Avrupa’da Almanya, Fransa gibi gelişmiş ülkeler GDO’lu üretimden vazgeçtiler ve yasakladılar. Türkiye’de GDO’lu üretim yasak. Yasaklamaya en çok bozulan Amerika’nın Monsanto şirketi oldu. Çünkü yasaklama, şirket için en başta yalnızca büyük bir kar kaybına değil, aynı zamanda bir prestij kaybına da yol açtı. Yine de Türkiye denetimin olmadığı ve ithal tohumlarının çoğunun GDO’lu olduğu bir ülke…

GDO’lu tohum, toprak içindeki mikroorganizmaları öldürür. İlaçlama ise bir süre sonra ilaca dayanıklı “canavar otlar”ın gelişimine neden olur. O yabani otlar yan tarladaki otlara da bulaşır ve etrafa yayılırlar… GDO’lu ürünlerde ürünün rayihası, mineral ve vitaminleri, kanseri önleyici anti-oksidanlığı normal ürüne göre düşüktür. Buna karşılık ürün hasadı normalin üç katıdır. Ayrıca ilacı attın. Meyvenin hasadını prospektüste yazılı olandan 1 gün önce yaparsan tüketiciyi zehirlersin. Bunu denetlemek de işin en zor tarafı oluyor.

Atay’a göre hybrid (melez) ile GDO farklı şeyler. Ayrıca basında çıkan “domatesin ortasından filizlenmesi”, “her büyük olan meyvenin hormonlu” dolayısıyla GDO’lu ve zehirli oldukları doğru değil. Ve tarımsal üretimde her olumsuz gelişmenin altında “İsrail”in bulunduğu çoğunlukla spekülasyondan ibaret…

Atay, Türkiye’de tarım ve gıda ürünlerinde teknik ve denetim eksikliği olduğunu söylerken, Kıbrıs’ın Kuzeyini düşünüyorum. Günlük basında yazılıp çizilenlere bakınca, Türkiye gümrüğünden insan sağlığını tehdit edecek kadar ilaçlı oldukları gerekçesiyle kamyonlar dolusu narenciyenin, kasalar dolusu enginarın, daha dün pek çok köyde yapılan kontrollerde zehir yüklü olduğu için imha edilen kasalarca üzümün bulunduğu zehirlenmiş bir tarıma sahip olabileceğimizi hemen fark ediyoruz…

Ya basına yansımayan, devlet kontrolüne takılmayanlar???

Bu nedenle Arca Atay: “Tohum ve tarım ilacı üreten şirketler insanlar ve tüm canlılar için en az silah şirketleri kadar tehlikelidir” saptamasında bulunuyor… Ve bir kez GDO’lu tohum kullanılmaya görsün.

Şirketlerin, “ey Türkiyeli ve ey Kıbrıslı… Sana artık tohum satmıyorum” dediği bir gün, Kabak, Domates, Salatalık, Mısır, Buğday üretemezsin. Açlığın da ülkeni ilgilendirir. Şirketlerin ilgi alanı ise daima kar’ı ve yeni pazarları olarak kalır…

Öte yandan günümüzde gıda üretmenin yanı sıra, örneğin çokuluslu şirketler, doğadaki bitkilerden araba yakıtı olarak enerji üretmeye çalışıyor ki bu doğayı insan merkezli düşünmenin bir sonucudur… Bu nedenle de Atay’a göre doğa, ne hayvan, ne insan merkezli düşünülmeli. Çünkü insan da doğanın bir parçasıdır. Hayvan da. Tıpkı diğer tüm canlılar gibi. Dolayısıyla bitkisinden balığına, börtü böceğinden kuşuna, bitkisine, ağacına toprağına, suyun havasına kadar, tüm eko-sistemin dengesi iyice hesaplanmalı.

Uzun lafın kısası, üretim tarzı, üretim ilişkilerinin biçimleri, doğa merkez alınarak yeniden planlanmalı.

Açgözlü, sömürüye, eşitsizliğe ve acımasızlığa dayalı insani olmayan kapitalist üretim tarzından kaynaklı sonuçlar, ortaya çıkarılıp teşhir edilmeli…

Gelişmiş ülkelerde tonlarca yemek çöpe giderken aynı anda Afrika’da pek çok insanın açlıktan ölmekte olduğu bir dünyada, bu ayıbı ortadan kaldırmanın salt siyasi bir mücadeleyle mümkün olamayacağını, doğa ile barışık, çevreci, ekolojik bakış açılarını içinde barındıran bir devrimci mücadele ile mümkün olabileceğini görebilmeli…

 

Kent hareketleri ve ekoloji

1976 Eskişehir’de doğmuş, 2003 yılında Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nden mezun Özlem Yeniay, 2011 yılından itibaren Karadeniz İsyandadır Platformu’nda (KIP) Akçay Termik Santraline karşı hareketlerin örgütlenmesi amacıyla yürütülen çalışmalarda yer almış. Bu arada 2012 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü master programını “Gökova Körfezi’nde Kadın Balıkçılar” çalışmasıyla tamamlamış.

Bugünlerde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) bünyesinde 2012 yılında oluşturulan Sivil Toplum Kuruluşları ile İlişkiler Komisyonu’nda ekoloji, kadın çalışmaları, kentsel dönüşüm politikaları üzerine çalışıyor…

Sunumunda Özlem’den çok şey öğrendik.

Hele de Türkiye’de kentlerde ortak kullanım alanlarının, “boştur” denilerek, AVM’ler inşa edilip, koca koca apartmanlar kondurularak, viyadükler, çemberler, alt-üst geçitler, çevre yollarıyla betonlaştırılarak, böylece yaya ve toplanma mekanları olmaktan çıkarılmak suretiyle nasıl toplumun elinden alındığını dinledik. Ö. Yeniay, AKP Hükümeti’nin bunu yapmakla örgütlü mücadelenin bu ortak toplantı alanlarını kaybederek kendine karşı siyasi muhalefetin de önüne geçmeyi amaçladığını öne sürüyor.

Nitekim Gezi Parkı gibi sonradan da olsa direnişçilerin ortak kullanım ve gösteri yaptıkları alan haline gelmesiyle, AKP Hükümeti burayı önce polis zoruyla dağıtmaya çalışmış.

Olmayınca örneğin Başbakan Erdoğan, “suç yatağı”, “pislik yuvası” ve “sidik kokuyor” diyerek, İstanbul’un göbeğindeki bu son ortak alanda, baskılarını protesto eden “Gezi Parkı” eylemcilerini karalamaya çalışmış.

 

Kapitalizmin “ekonomik insan”ı, doğayı tahrip ediyor

Yeniay, günümüzde kapitalist sistem, toplumda kişi başına düşen gelir ile refah seviyesini artırmak için ekonomik kalkınmaya odaklanmış olduğunu söylüyor ve devam ediyor…

Tabii ekonomik büyüme bunun için daha çok enerji gerekiyor. AKP hükümetleri döneminde ise daha çok enerji için, özellikle kırsal ve dağlık bölgelerde HES (**) (Hidro Elektrik Santrali) projeleri uygulanmış. Bu şekilde akarsuların ve barajların yanına kurulan regülatörler ve santrallerle, devlet + sermaye işbirliğinde, elektrik üretip satan özel şirketler, kar aracı haline gelen HES’ler sayesinde, doğa’yı hızlı bir şekilde tahrip etmeye koyulmuş…

Özellikle Karadeniz bölgesinde dereler, küçük şelale ve çağlayanların doğal akış güzergahları değiştirilmiş. Doğal güzergahında akmayan sular, bir yandan civardaki köylülerin tarımsal üretimlerinin düşmesine, diğer yandan da bölgenin endemik bitki örtüsü ile börtü-böcek, kuş türlerinin soyunun azalıp kaybolmasına yol açılmış.

 

Kapitalist kar hırsı doğayı mahvediyor

Teknolojinin gelişimi ve kapitalizmin doğada her şeyden fayda (kar) sağlamaya çalışan mantığı, doğada her şeye nesne-meta gözüyle bakılmasına yol açıyor.

Bu Kapitalizmin “ekonomik insan” modelini ve o da ne yazık ki doğanın yıkımını getiriyor.

David Harvey, dünyamızın artık daha çok büyümeyi kaldıramayacağını, aksi halde doğanın yok edileceğini öne sürmüş. Elbette doğanın içinde yer alan canlılardan insanı da.

Kapitalizmin ekonomik büyüme ve tüketim çılgınlığı ile malul çok önemli çıkmazlarından birisi de doğanın tahribi olayıdır. Bu durum “bir yandan kanserden kaynaklı hastalıkları tedavi etmeye çalışırken, diğer yandan da, kansere yol açan doğanın tahribatını sürdürmek” olarak açıklanabilir…

 

Ne yapmalı?

Özlem Yeniay sadece yenilenebilir enerji kaynaklarını bulup üretimde enerji olarak kullanılmalarını sağlamanın yetmeyeceğini söylüyor. Çünkü kapitalizm güneş’ten ve rüzgardan üretilen enerjileri de “Pazar için üretim”in konusu yaparak bir sömürü ve kar aracı olarak kullanmakta zorlanmıyor.

Bu doğayı tahrip etmeyecek, doğa ile barışık, eko-sistemi koruyan siyasal alternatifleri de bulup geliştirmeli.

Öte yandan günümüzde mücadele yöntemleri de önem kazanmıştır.

Karadeniz’de kadınların da aktif yer aldığı, dişe diş topraklarını, akarsularını koruma mücadeleleri dünya ve Türkiye çapında ses getirmedi. Çünkü kapitalizmin karlılık alanlarını kısıtlayamadı.

Bu nedenle Kapitalizmi teşhir edecek ve ekonomisinde sarsıntılar yaratacak eylemler ve mücadele yöntemlerini bulup çıkarmak gerekiyor. Dünya çapında diğer çevrecilerle dayanışmak için yeni bir dil, yeni araçlar bulmak gerekiyor. Başar için yeni alanlar açacak şekilde, başka ülkelerin mücadelelerinden yararlanmak gerekiyor…

Tıpkı Gezi Parkı direnişi sırasında, açık havada kurulan kolektif yaşam gibi.

 

Gezi Parkı direnişi…

Özlem Yeniay, İstanbul’daki Gezi direnişinde yer alan aktivistlerden. Bu konuda deneyim ve görüşlerini de kısaca paylaştı.

Gezi Parkı’nın İstanbul’un kolektif bir alanı olduğuna vurgu yapan Özlem, Gezi’nin önceleri ilk “bir karşı çıkış” olduğunu ifade etti.

Yani İstanbul’un birçok ortak kullanım alanlarının, “suç yataklarının ortadan kaldırılması”, “pis alanların temizlenmesi”, “Tinerci çocukların dehşet salmasının engellenmesi” vb. gerekçelerle birer birer ortadan kaldırılmasına bir karşı çıkış…

Kuledibi’nde içki içmek yasaklandı.

Cezayir Sokağı yeniden imar edilerek parası olanlar için eğlence merkezine dönüştürüldü.

Tarihi Emek Sineması’nı, dünyanın sanatçılarının da yıkılmasına karşı verdiği desteğe rağmen yıkıldı.

Ve İstanbulluların bir araya geldiği, toplanabildiği böyle pek çok ortak mekanlara AVM’ler ve beton binalar dikildi.

Bunlar kentsel ortak mekanın kaybedilmesi algısını yarattı insanlarda.

Mekanı elinde tutma tutkusuyla, kentin gençleri bu kez Gezi Parkı’nda patladı.

Patladı ve oradaki alana, parka, ağaçlarına, toprağına çevredeki meydanına dört elle sarıldı.

Gezi’yi kıska sürede bir yaşam alanı yaptı kendisine. Orada polis, asker, itfaiyeci, aşçı yoktu… Ama orada yerleşen insanlar zor olanı başardı ve kolektif olarak bir parkta birlikte nasıl yaşanabileceğini gösterdiler.

Herkes, her bir kişi sadece kendi emniyetini, kendi yemeğini, kendi haberleşmesini, kendi temizliğini, kendi barınmasını sağlamakla kalmadı. Aynı zamanda başkasını da düşündü. Kolektif yaşam da bu şekilde, sadece kendini değil, başkasını da düşünüp koruyup kollayarak inşa edildi o parkta. Hem de çok kısa sürede.

 

Film gösterimi

Cumartesi akşamı ise yemek sonrasında iki film gösterimi gerçekleştirildi.

Birincisi Rüya Arzu Köksal’ın yönetmeni olduğu “bir avuç cesur insan” filmiydi. HES’lere karşı verilen mücadelenin anlatıldığı filmde, köylülerin kararlılığı gözler önüne serildi. Filmde başta kadınlar olmak üzere, “bir avuç cesur insan’ın, doğa için, yaşam için ve çocukları için isyan etmesi, nehirlerini şirketlere vermemekte kararlı köylülerin, o nehirleri satmakta ısrarlı olan devlete başkaldırısı” gösterildi…

İkinci film ise köpek balıkları ile ilgiliydi.

Çekiç Köpek balıklarının yaşamını konu olan dokümanterde, yaygın kanı olarak zararlı olduğu düşünülen bu deniz canlısının aslında denizlerdeki dengenin korunması açısından ne denli faydalı olduğu konusu anlatılmaya çalışıldı.

 

Limnidi Kayalığı’na doğa yürüyüşü

Sıra-sıra lokantaların bulunduğu Limnidi Plajı’nın batı yönünde yükselen, kıvrımlı ve dar bir yoldan ağır-ağır yürümeye koyulduk. Yürüdükçe yol dikleşti. Asfalt bitti, toprak yol başladı. Derken ayağımızın altındaki toprak zemin giderek sertleşip, yer yer kayalık ve taşlık bir hal aldı. Tepenin en yüksek noktasında durunca, aşağıda az önce çıktığımız Limnidi Plajı’nın kuşbakışı manzarası karşısında büyülendik. Sahilde plansız ve dağınık bir şekilde denizin içerisine giriş yapan lokantaların çarpık-çurpuk iskelelerine rağmen, denizin çivit mavisi, az ileride direnen koruluğun yeşili, arka plandaki kavakların, servilerin, kolokas ve kabak tarlaları ile asmaların yeşilin tüm tonlarındaki rengi muhteşem bir doğa manzarası sunuyordu. Manzaranın doğal güzelliğine bir de havanın serin, tuzlu ve yosun kokulu havası karıştı ki…

Zaten gezinin başlangıcından on beş dakikalık yürüyüşten sonra, ilk soluklanma ve ilk fotoğraf çekme ve poz verme kuyruğu da bu mevkide başladı.

Üç beş dakika daha yürüdük, bu kez tüm ihtişamıyla denizin köpüklü dalgalarıyla sarmalanmış “Limnidi Kayalığı” çıktı karşımıza.

Adamızda ilk insan burada tutunmuş yaşama. Kayalığa ait Tarih Öncesi (T.Ö.) arkeolojik kalıntıların önemli bir bölümü bilinçsiz ada insanı ve sömürgeci devletler sayesinde, İsveç’in başkenti Stockholm’deki bir müzeye taşınmış. İsveçlilerden geriye kalan kalıntıları ise, sömürge döneminde İngilizler Londra’ya taşımışlar…

Üç-dört bin önce adaya ilk ayak basan bu tarih öncesi insanlar, ürettikleri aletlerin, kurdukları kentlerin, binlerce yıl sonra bu kadar çok değere bineceğini bilselerdi ne yapar, ne eder ve ne düşünürlerdi ki?..

Neyse ki İsveçliler ile İngilizler, hiç olmazsa kayalığı söküp götürememişler diye avunuyorum. Az gelişmiş ada’mın insanına bıraktığı züğürt tesellisi işte…

Kırk yıldır Limnidi’de kalan Vouni King’in sahibi Cemal efendiden, Kayalık ile ilgili anılarını, gözüyle görüp şahit olduklarını dinliyorum…

“Gördüğün bu Kayalığa her yıl martılar gelir. Binlerce martı. Bir süre kayalıkta kalırlar. Yumurtlarlar. Beş-on tane martıyı da yumurtaları ve çıkacak olan yavruları beklesinler diye Kayalık üzerinde bırakıp yollarına devam ederler. Göç eden bu martılar bir süre sonra geri dönerler. Bekçi martıları ve yumurtadan çıkarak yetişmiş yavruları da yanlarına alarak hep beraber uçup giderler… Her yıl bu tekrar eder durur…”

 

Daha başka hatıraları da var Cemal Bey’in.

“Bir defasında oturdum kayalığa birikmiş martılara bakıyordum. Kayalığın karşısında, aha şuracıktaki kayalıkların arasından bir tilki dik-dik bana bakmaya başladı. Sonra da gidip kayalıklar arasına doğurduğu yavrularını kontrol etti. Birkaç kez bu hareketi tekrarlayıp durdu. Sonra da benden kötü bir şey çıkmayacağını mı anladı ne!.. Benim gibi yüzünü Limnidi Kayalığı’na çevirdi. Adanın üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martıları gözetlemeye koyuldu. Belli ki karnı açtı ve yavrularını beslemek zorundaydı…”

Devam ediyor anlatmaya…

“Ben de başkalarından duydum. Çok önceleri köylüler samarella yapmaya karar verdikleri keçileri bu adacığa atarlarmış. Kayalıkta mahsur kalan keçiler su yerine mecburen deniz suyu içerler, karınları şişer, sahibine göre samarella için uygun kıvama gelirlermiş…”

Limnidi’nin Altın Kum’u…

Dünyada pek çok ülke, şehir, kasaba ve köy gezip gördüm. Dağlara tepelere de tırmandım, gemilerle nehirlerde gezindim, rıhtımlarında yürüdüm durdum. Çöl yollarından aştım otobüslerle. Ormanlarda, deniz kenarlarında, kimi zaman eşimle iki kişilik, kimi zaman kalabalık arkadaş gruplarına karışarak çok uzun yürüyüşler de yaptım. Listem uzundur. Ama uzatmayayım…

Pek çok kez geldiğim Limnidi köyünde, ne ben ne de arkadaşlarımız daha önce ne böyle kuşbakışı bir doğa manzarası ve ne de insandan uzak bakir bir doğa harikası görmüştük…

Liminidi’nin “Altın Kum”undan bahsedeyim size…

Elinde uzun değneğini, kayalık ve taşlık araziye vura vura Cemal efendi önde biz peşi sıra arkasından ilerledik.

Liminidi Kayalığı’nın daha da batısına geçerek, kıyıya doğru inişe geçtik. Düşmemek için zaman zaman zemine eğilip kayalıklara tutunduk.

Az ileride önce tepeden denizin içerisine kadar giriş yapan volkanik kayalıklar ve lacivert renginde sessiz mi sessiz bir koy karşıladı bizi.

Hemen devamında ise yüz metre kadar uzunluğunda her yanı kumlarla kaplı bir başka koy.

Deniz suyu kristal temizliğinde ve tertemizdi.

Karpaz köyündeki Ay Filon Sahili gibi masmavi ve berrak bir suyu vardı…

Köylülerin bildiği, şimdilik otomobillerle gidilemediği için insandan uzak kalmış, dolayısıyla da bozulmamış doğa harikası bir koy.

Gerçi dalgalar tarafından sahile vurulmuş teneke kutular ve pet şişeleri görünce bir miktar moralim bozulmuştu. Ancak bu çer-çöp, şişlerin ve kutuların üzerindeki markalardan da kolayca anlaşılabileceği gibi yabancı gemilerden atılan öteberilerdi…

Daha denize girdiğim anda, hayatımda unutamayacağım en güzel anlardan birisi olabileceğini düşündüm.

Su sonbahar serinliğinde ve çok berraktı…

Önce hızlıca bir tempo tutturup kıs bir süre kulaç attım.

Birden su derinleşti ve ben de yavaşladım.

Kendimi serin dalgaların gel-git’ine bıraktım.

Arkamdan iki Kıbrıslı Rum çocuğu beni takip ettiler.

Sonra eşim ve arkadaşlar ve birkaç genç daha girdi denize…

Nazım’ın şiirinde; “en güzel deniz / henüz gidilmemiş olandır?” dediği an ve mekandaydım sanki…

Dönüş yolunda kimimiz Cemal efendi’nin peşine takıldı. Toprak patikadan tepelere tırmanarak köyün yolunu tuttu.

Kimimiz de uzaklaştıkça koyulaşarak lacivert rengine dönüşen denizi arkamıza alarak kestirme ve dik keçiyollarından tırmandık o tepelere. Sağımızda solumuzda tülümbelere dokunarak yürüdük. Ve her bir dokunuşta yabani kekik kokuları sardı etrafımızı.

Köye yaklaşırken yolumuzu birkaç inci ağacı kesti.

İncirler mi?

Bal gibiydiler…

Ekolojisiz sosyalizm pusulasız gemiye benzer…

İlkbahar yaz, sonbahar kış… Hiç fark etmez…

Çıkın dışarıya.

Karışın adanın doğasına.

Ve en çok da keşfedilmemiş, insan elinin değmediği ya da insanların nadir uğradığı coğrafyaları, mekanları keşfedin…

Sanmayın ki oralar tenhaysa ve etrafta da kimsecikler yok ve de in-cin top oynuyorsa yalnızsınız!…

Söyleyin ustanın şiirini bağıra-bağıra…

Duyacaktır Nazım sizi taaa yattığı Novadeyviç Manastırı’ndan…

En güzel deniz:

henüz gidilmemiş olanıdır,

En güzel çocuk:

henüz büyümedi.

En güzel günlerimiz:

henüz yaşamadıklarımız,

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:

henüz söylememiş olduğum sözdür…

Ne rastlantı. Nazım Hikmet bu şiirini bir sonbaharda, 24 Eylül 1945 tarihinde yazmış.

Ve ben takvimin 22 Eylül 2013 tarihini gösterdiği bu sonbahar gününde, kendi ada’ma ilk insanın ayak bastığı rivayet olunan sakin ve bakir kalabilmiş bu kıyısında, Nazım’ın şiirini yazmış olduğu tarihten 68 yıl sonra, sosyalizm’i bir daha düşünüyorum…

En güzel denizi buldum galiba…

Çünkü insanın Sosyalizm’i sadece sınıf ve insan merkezli düşünmesinin eksikliğini daha iyi duyumsuyorum…

Yeryüzündeki tüm canlılarla, yani doğayla birlikte haşır neşir olmuş bir sosyalizmin dünyamız için gerekliliğini şimdi daha iyi anlıyorum…

Geçenlerde Poli’de iki yıldır en çok emeği geçenlerimizden Öntaç söylemişti…

78 Kuşağı yıllarında biz üniversitede Marxizmi tartışırken, bu mealde şeyler söylemiş olsaydık, arkadaşlarımız arasında biraz şüpheyle karşılanırdık!..

Ama bugün geldiğimiz noktada, ekolojiyi gündemine almayan sosyalizm’in yaşanabilir bir dünya sunma olasılığı yok…

Uzun lafın kısası; “Ekolojisiz Sosyalizm Pusulasız Gemiye” benzer.

Doğa’ya insanın istediği gibi hükmettiği değil, insanın da bir parçası olarak doğayla birlikte var olacağı bir Sosyalizm…

Eko-sosyalizm şart…

…………………………………………………………………..

(**) Kısa yazılışı HES olan Hidro Elektrik Santrali, suyun enerjisinden faydalanarak elektrik üretme çabasıdır. HES’lerde, belli bir yükseklikten düşürülen suyun potansiyel enerjisi, kinetik enerjiye çevrilir. Bu kinetik enerji ile bir türbini döndürmek ve türbinin bağlı olduğu bir jeneratörde ise bu kinetik enerjiyi elektrik enerjisine çevirmektir.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
355AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin