iktibasFoti Benlisoy Döneklik: Eskiden bir şeydin, şimdi o da değilsin - Foti Benlisoy
yazarın tüm yazıları:

Döneklik: Eskiden bir şeydin, şimdi o da değilsin – Foti Benlisoy

Yeniçağ podcastını dinleyin

fotibenlisoyİtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından Ignazio Silone, 1930’lı yıllarda partiden kopar ve giderek komünizme karşı daha eleştirel-saldırgan bir konuma sürüklenir. Onunki bu anlamda belki bildik bir hikâyedir ama 1949 yılında antikomünist literatürün klasiklerinden olan “The God That Failed” adlı derlemeye katkıda bulununca Silone “dönekler” panteonunda mümtaz bir yer edinmiş olur. (Derleme, Silone dışında, André Gide ve Arthur Koestler gibi dönemin meşhur eski komünistlerinin komünizm “yanılsamasına” karşı denemelerini ihtiva ediyordu.) Yayın faaliyetlerini CIA’in desteklediği, hatta zamanında faşist iktidarın bir ajanı olduğu gibi ithamların hedefi olan Silone’nin bir keresinde İtalyan Komünist Partisi’nin liderlerinden Palmiro Togliatti’ye şaka yollu, “Son kavga komünistlerle eski komünistler arasında gerçekleşecek” dediği rivayet olunur.

“Son kavga” nasıl ve kimler arasında olacak şimdiden bilmek mümkün değil. Ancak bizde komünistlerle “eski komünistler” (bizde sevilen ve muhtemelen Lenin’den iktibas edilmiş tabirle “dönekler”) arasındaki kapışmanın o “en sonuncu kavgayı” bekleyecek hali yok. “Döneklerle”, dönek saydıklarımızla, dönmeye meyyal addettiklerimizle polemik bizim sosyalist hareketin neredeyse “milli sporu” halini aldı artık. “Polemik” tabiri lafın gelişi. Ortada fikri polemik ve eleştiriden ziyade kimin kime nasıl ve ne kadar sert “çaktığına” dair atışmalardan başka bir şey dönmüyor çoğu zaman. Üstelik tam da böyle yazılar seviliyor, iştahla okunuyor, birçoğumuzun neredeyse yegâne “fikri gıdası” halini alıyor. Denemek bedava (ben denedim): Aslında pek bir şey demeyen, daha ziyade bir “eski solcuya” ya da “döneğe” (herhangi bir solcuyu “dönek” diye vaftiz etseniz daha da “iyi” olur) şöyle ağız dolusu küfür sallayan alelacele yazılmış kısa bir yazıyı hemen kaleme alın ve internet ortamına salın. Eğer biraz da olsun kıvrak bir kaleminiz varsa yazının sıkça paylaşılıp büyük bir beğeniye mazhar olduğunu hayretle göreceksiniz. Neticede sosyalist hareketin ideolojik-politik inşasını, “dönekleri” ve “eski solcuları” (ya da “dönek” addettiklerimizi) kalem muharebelerinde rezil rüsva etmeye indirgemiş durumdayız neredeyse.

Oysa “döneklik” elbet ne bize ne de içinde bulunduğumuz zamana has bir şey. Tarık Ali’nin hatırlattığı üzere, “Devrimci dalgalar her gerileyişinde artlarında hem iz, hem de bol miktarda enkaz bırakmışlardır. Pek çok sabık devrimci, gerileme ve çekiliş dönemlerinde, ters kutuplara dönmüştür.” Ta 1640 İngiliz devriminden Fransız devrimine, devrimin hararetinin yerini yenilgi ve restorasyona bıraktığı dönemlerde “döneklik” geçer akçe olmuştur. Shelley tam da Fransız devriminin açtığı tarihsel parantezin kesin olarak kapandığı 1815 yılında artık bir anti-Jakobene dönüşmüş olan Wordsworth’a şöyle hitap ediyordu mesela:

Onurlu bir yoksullukta dokudu sesin

Hakikat ve özgürlüğe adanmış türküleri

Bunları terk etmen hüzünlendiriyor beni;

Eskiden bir şeydin, şimdi o da değilsin.

“Döneklik”, yani teslimiyet baki olsa da her devrin “eski solcusu” farklı elbette. 1930’ların bir Arthur Koestler’i ya da Vedat Nedim Tör’üyle bugünün bir Melih Altınok’unu kıyaslamak bile abes. Entelektüel tutarlılığın her şeye rağmen bir kıymeti olduğu bir devirde teslimiyet dahi nitelik gerektiriyordu. Fikirlerin yegâne değerinin marka değeri olduğu günümüzdeyse böyle bir şey aramak elbette beyhude. Dolayısıyla günümüzün “eski solcusunun” en önemli beceri ve vasfı, piyasada kendine bir yer bulabilmek, kendi pazar değerini her yolla olabildiğince maksimize edebilmek. Bu yolda (söylemeye gerek bile yok) her piyasa aktörü gibi “eski solcu”için de tutarlılık dışında her şey mübahtır.

Ancak adaletli olmak gerek. “Eski solcu” sadece bir “satılmış” değildir; o aynı zamanda lanetlenmiş bir figürdür. Eski fikirlerine, eski yoldaşlarına, bizzat kendi geçmişine ihanet ettiği fikri yakasını bir türlü bırakmaz. İster istemez kendisini, Yahuda ya da 300 Spartalıyı Perslere satan Efyaltes gibi tarihin o büyük hainleriyle kıyas ederken ya da edilirken bulur. Telaş içerisinde bu suçluluk duygusunu bastırmaya çalışır. Bu hissi telafi etmek için saldırganlaşır, bazen kendini kaybeder. Eski fikirlerini, kendi geçmişini yerden yere vurmakla kendini mükellef addeder. Eski kendine ne kadar kara çalarsa şimdi olduğu şeyin o kadar haklılık ve meşruiyet kazanacağını düşünür. O nedenle her fırsatta sola saldırır, düşünsel enerjisinin büyük bir bölümünü eski yoldaşlarını itham etmeye ayırır. Kendi kendisini haklı göstermek, “dönüşünü” meşru ve kabul edilebilir kılmak en önemli siyasal motivasyonu halini alır. Ancak ne kadar uğraşsa, ne kadar ucuzlasa, ne kadar düşse de laneti peşini bırakmaz. Ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir “hain” olarak damgalanmış olduğunu o da bilir. Vicdanını huzura erdirebilecek tek şey, İsa’ya ve eski arkadaşlarına ihanet eden Yahuda misali intihar etmektir belki de. Ancak bunu düşünemeyecek kadar küçüktür o.

Eski solcu ihanetinin ne kadar yerinde olduğunu ispata çalışırken Isaac Deutcher’in hatırlattığı üzere “bir sekter olarak kalır. O tersine çevrilmiş bir Stalinisttir. Dünyayı siyah ve beyaza bölünmüş olarak görmeye devam eder. Sadece şimdi, renklerin yeri tersine çevrilmiştir.” Geçmişte bir ideal adına hareket ederken şimdi bu idealin bir yanılsama, bir facia olduğunu dosta düşmana ispata çalışır. O nedenle düşünsel konumu daima negatiftir. Siyasi tutumu bu olumsuzlukla damgalanmıştır. Tam da bu nedenle, Deutcher’in 1950 tarihli “Eski Komünistin Bilinci” makalesinde belirttiği üzere, “bizim eski komünist, hep en iyi nedenlerle en çirkin işleri yapar. Her cadı avında en öndedir. Eski idealine duyduğu kör nefret, çağdaş tutuculuğun mayasıdır. En ılımlı ‘refah devleti’ çağrılarını dahi ‘yasamacı Bolşevizm’ olarak mahkûm etmekte duraksamaz .” Eski solcunun kendi kendini mahkûm ettiği açmaz, onu sürekli olarak daha da “muhafazakâr”, daha “gerici” bir siyasal pozisyona iter.

Ancak (yukarıda da ifade edildi) “döneklik” asla sadece bir “karakter zaafı” meselesi, hele hele kişisel bir “satılmışlık” meselesinden ibaret değildir. Bundan çok daha fazlasıdır. Mücadelenin tarihsel uğraklarında, özellikle de yenilgi ve geri çekilme evrelerinde karşılaşılan kolektif bir halet-i ruhiyedir. Daniel Bensaid’in ifadesiyle, “Thermidor dönemlerinin yüreği sert, midesi zayıftır. Beklenenlerin en kötüsünün olması ihtimali karşısında, ehven-i şeri kabullenmekten başka çare görünmediğinde” eski solculuk istisna olmaktan çıkıp kural halini almaya başlar. Otuz yıllık bir liberal karşı reform ve restorasyon devrinde (yine Bensaid’in ifadesiyle) “kurnazca bir vazgeçme/boyun eğme retoriğinin, karmakarışık biçimde gösterişli döneklikleri ve karşı saflara utanç verici katılımları, pişmanlıkları ve günah çıkarmaları haklılaştırmak için kullanılıyor” olması asla bir tesadüf değildir. Dolayısıyla “dönekliğin” eleştirisi asla kişilerin eleştirisiyle kaim olamaz. O bir devrin, bir yenilginin eleştirisi ve pratikte olumsuzlaması olduğunda ancak anlam kazanır.

“Döneklik” aynı zamanda hâkim sınıfın aşağı sınıfları bir kontrol ve pasifize etme vasıtasıdır da. Antonio Gramsci bu durumu, yani yönetici sınıfın diğer toplumsal grupların ya da tabi sınıfların aydınlarını kendi içinde eritmesini, soğurmasını “transformizm” olarak adlandırır.Transformizm yoluyla hâkim sınıf, etkin sosyal grupların lider ve aydınlarını “transfer ederek” bu kesimlerin siyasal ifadesini olanaksız kılar, tabir caizse onların “kafasını uçurur”. Alt sınıfların lider ve sözcüleri mevcut güç sistemine koopte edilir ve böylece rakip sosyal grupları pasifize etmek için bir “rezerv güç” haline getirilir. Aydınları müesses nizamın parçası kılınınca alternatif bir hegemonik projeyi inşa edebilecek sosyal grup fiilen bastırılmış, siyaseten sessizleştirilmiş olur. Dolayısıyla Kadro hareketini oluşturaran Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir gibi “hainlerden” AKP’nin yükselişini “prezentabıl” kılmaya soyunan kalem erbabına, “döneklik” meselesini “transformizm” başlığı altında (soğukkanlı bir biçimde) düşünmek elzem.

Uzatmayalım. Sözün özü, “döneklik”, mücadelenin içerisinde bulunduğu uğrak kadar hâkim sınıfın bastırma-sessizleştirme teknikleriyle alakalı ve asla basit bir “satılmışlık”, kimin kime kaç paraya “satıldığı” meselesi değil.”Eski solculuğu” yavan bir alış veriş meselesi olarak düşünmeye devam ettiğimiz sürece belki iç konsolidasyon için cephane üretmiş olacağız ancak “dönekliği” mümkün kılan koşulları değiştirmiş olmayacağız. Üstelik kabul edelim: Döneklik polemikleri, “eski solculuğu” olanaklı ve üstelik güçlü kılan kendi fikri araz ve eksikliklerimizle de yüzleşmemenin bir vasıtası oluyor çoğu zaman (bkz. “sol liberalizm” tartışmaları) . Mesele “satılmışlara” küfretmeye, onların ne kadar “aşağılık” olduklarını ilan etmeye indirgendiğinde, karşı karşıya olduğumuz felaketi kişiselleştirmiş, dışsallaştırmış ve böylece de ferahlamış oluyoruz. Sol içinde farklı politik eğilimleri “döneklik” başlığı altına alarak tu kaka etmekse fikri tembelliğimizin ürünü olduğu kadar sol içi ilişkileri de telafisi mümkün olmayacak şekilde zehirleyen bir tutum.

Kısacası polemik ve eleştiriyi, varolanın radikal eleştirisini değil ama “dönek taşlamayı” bırakalım. Gezi direnişinin “şaşırtıcı yeniden doğuşların, yeniden başlangıçların habercisi” olduğu bugün kayıkçı kavgalarıyla harcayacak vaktimiz olmamalı.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
329AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin