“Hepimiz Gramsci paradoksunun kronik bir örneğinin sıkıntısını çekiyoruz: Eski düzenin gitmekte olduğu (ve uygarlığı beraberinde götürdüğü) ama yenisinin yerine gelmediği bir zamanda yaşıyoruz. Ama en azından bu ilan edilebilir. Üzerimize çöken en ağır gölge ne terör, ne çevrenin tahribatı ne de küresel resesyondur. En ağırı, kapitalist dünya düzenine olanaklı bir alternatifin olmadığını ileri süren içselleşmiş kaderciliktir. Ve biz de, şu andaki kaygı verici uzlaşmayı ve pasif kabullenmeyi kasıtlı olarak reddeden bir dilin bir örneğini kurmayı istedik.”[1]
Joel Kovel &Michael Löwy 2001, Eylül
Ekososyalizm manifesto niteliğiyle ortaya koymayı, ispat etmeyi, dışa vurmayı amaçlıyor. Büründüğü bedenin parmaklarıyla hâkim düzenin yol açtığı kriz ortamını işaret ediyor ve usavurum yollarıyla çözüm yollarını sıralıyor. Literatürde ve çoğunluk kanaatinde radikal mahiyetiyle yer bulan ekososyalizmin radikalliği bu yazı kapsamında Gallerli edebiyatçı Raymond Williams’ın tanımladığı gerçek radikalliğe denk düşmektedir. Williams, “gerçek radikallik umutsuzluğu ikna edici bir şekilde açıklamakla değil, umudu mümkün kılmakla olur” demekte, ekososyalistlerin ortaya koyduğu düşünsel ve eylemsel yol haritası ise tam da böyle bir umudu perçinlemektedir.
Ekososyalist düşünüş, kavrayış ve tatbik hem toplumsal hem de ekolojik bir yükseliş öngörüsü ile söze girişir, gerek öznel, bilhassa kolektif eylemliliği her adımda vurgulayarak ilerler. Ekososyalizm, üreticilerin üretim araçları ile birleştiği, doğrudan demokrasinin temsili olanın, kullanım değerinin mübadele değerinin yerini aldığı bir sosyalizm vurgusunu, büyümenin sınırlılıklarının kabul edip, doğanın kaynak olarak kabul gördüğü görüşü reddederken, onun içkin değerine itibar eden bir ekolojik görüşü aynı kapta yoğurur. Eko-sosyalizmin tesis edildiği durumda mülkiyet ilişkileri dönüşecek, üretim araçlarının mülkiyeti topluma devredilirken, tabandan çoksesli ve ekolojik bir ussallığın rehberlik ettiği bir yeniden kurgulama ekosistemin bütünlüğünün korunduğu ve onarıldığı bir düzene bizi taşıyacaktır. Bu söylem bugün topyekun dönüşümün gerçekleşmediği bir evrede dahi kendini, doğal kaynakların metalaştırılmasına karşı yükselen seslerde, tarımın içine düştüğü monokültür girdabına ve tarımsal faaliyetlerin şirketleşmesine karşı girişilen mücadelelerde, nükleer enerji tesislerinin, termik santrallerin kurulmasına karşı dimdik direnen ve orman alanlarını ormansızlaştırarak mülkiyete konu etmek isteyen, doğanın mübadeleye sokulduğunda sağlayacağı değerin gözleri bürüdüğü sermayedarlara ve sahip olduğu yasama gücü ile onların yollarındaki engelleri kaldırarak işlerini hafifleten devlet politikalarına karşı girişilen savaşımlarda vücut bulur.[2]
Gezegene ait tespit edilmiş dokuz hadden, iklim değişikliği, biyo-çeşitlilik ve nitrojen azot dengesinin çoktan ötesine geçilmiş, tatlı su kaynaklarının tükenişi ve okyanusların asitlenmesinin hadleri içinse tehlike çanlarının çaldığı bir seviyeye yaklaşılmıştır. Ekolojik kriz artık göz ile görünür, el ile tutulur hale gelmiş gündelik yaşama sirayet etmiştir, belli bir coğrafya ile sınırlı ve istisnai bir nitelik taşımayan bir hal almıştır. Bu vaziyet bütün fikirsel ve politik yaklaşımları ekolojik krize ilişkin bir cevap geliştirmeye mecbur kılmış, bazıları ekolojik söylemi yalnız diline dolamak ile yetinirken, ekososyalizm farklı bir pencereyi açmak için uzanmaktadır.[3]
1970’ler itibariyle Kolombiya’da da Gaviotas Kasabasında ekolojik bir ussallık ile emeğin bir arada kullanılarak gerçekleştirilen dönüşümden bahsedilir. Ekososyalizmin filizlendiği tarih olarak ise Şubat 1994 Meksika’sı işaret edilir. O tarihte NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) uygulamaya konmuş, buna karşı Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu Chiapas’ta eyleme geçmiştir. Bu tip ekososyalist faaliyetler çetelesi tutulamayacak denli sayıca fazla ve coğrafi anlamda her yana yayılmış durumdayken, [4] nitekim Joel Kovel ve Michael Löwy, “Ekososyalist Manifesto” ile Eylül 2001’de Paris yakınlarında ekososyalizmin bir akıl yürütme hattı olduğunu söyleyerek, bunun hem insanın hem de doğanın yüz yüze kaldığı krizin üstesinden gelmede izlenebilecek bir hat olduğunu belirtiyorlar. Bir adım sonra, 2009 tarihli Belem Ekososyalist Bildirgesi ise, sosyalizmin bu yolunun ekolojik ve demokratik bir yol olduğunu söylerken, ekososyalizmin fikirsel dengesini sağlamada bir uca toplumun ihtiyaçlarını, diğer tarafa doğayı koyarak dengeyi sağladığını yineleyerek, “üretimci sosyalizm” karşısında durur ve onun kapitalizme benzer biçim de doğayı zedelediğini kabul ederek eleştirir.[5]
Ekososyalizm, insanın ve doğanın kurtuluşunu birbirinden farksız gören ya insanı ya da doğayı merkeze alarak diğerini dışarıda bırakan yaklaşımların ötesinde tersine duvarcı ustası[6] olmayı öneriyor, çünkü insan ile insan ve doğa ile insan arasına örülen duvarların eş zamanlı olarak ortadan kalkışı ile gelecek olan uzlaşıyı amaç edinerek, bu uzlaşının geleceğin toplumsal düzenini tasavvur eden sosyalist düşüncenin nüvesinde yer aldığını ileri sürüyor.[7]
Ekososyalizme göre doğayı yeniden diriltmeye, ekolojik problemleri çözmeye giden yol ile akıldışı üretim ilişkileri ve onların topluma yansımalarından sıyrılmaya çıkan yol aynı yoldur, her ikisi içinde oklar aynı yönü gösterir. Münferit kişilerin hür olarak tam manasıyla gelişimi ile doğanın hürleşmesi ve tüm yönleriyle gelişmesi birbirine bağlıdır. [8] Çünkü insan özünde doğanın bir parçasıdır ve kendiliğinden tabii bir varlıktır. Ekososyalizm, insanın doğanın deviminin bir safhasında var ettiği bir varlık olduğu ve doğanın gelişimine paralel bir gelişim kaydettiğini kabul etmektedir. İnsan nasıl varoluşunun ilk safhasında doğadan mütevellit ise bu bağ ileri ki safhalarda da kendini korur, insanın varoluşu doğaya bağlı olmaya devam eder, insanın gündelik uğraşıları kadar bunların birleşiminin getireceği toplumsal edinimlerde doğaya tabidir.[9] Bu doğal bir tabiiyetin yanı sıra mecburi bir tabiiyettir de, tüm varoluşsal insan tatbikleri doğaya tabidir, aksi durumda insan varlığı tehlikeye düşer, ilerleme ve gelişme üzerine tüm tartışmalar anlamını yitirir. İnsanın ilk belirdiği andan bugüne sayıca çoğaldığı ve coğrafi olarak evrenselleştiği oranda var olmak için yaslandığı “inorganik” doğa alanı da yayılım göstermiştir. Bu inorganik doğaya olan bağlılık yalnız maddi bir varoluş için bağlılığı ifade etmez, doğa aynı zamanda insanın manevi varlığının ve düşünsel evreninin de kaynağı ve besleyicidir,[10] tabiata içkin kanunlar insan varoluşunu önceller ve insan uğraşılarının sınırlarını belirleme kapasitesine sahiptir.
Nasıl ki doğa ile insan varoluşu arasındaki bu bağ tartışmasız ise eko sosyalist bakış açısına göre, ekolojik krizler ile insanın toplumsal hayattaki politik ve iktisadi mevcudiyeti, ve uğraşılarının içerisinde yer aldığı düzen ve rejimin sorunları arasındaki bağ da tartışmasızdır. Bu bağın ilanı ancak malumun ilanı olur. Genel olarak, kapitalist düzenin iktisadi iç işleyişinin yol açtığı kirlilik ve doğa üzerinde oluşturduğu akıl almaz baskı ve yol açtığı yıkımlar, tek tek insanların ve de parçası oldukları toplumun tek tip, tek yanlı gelişmesi ile emeğin yabancılaşması sorunları birbiriyle düğüm olmuş sorunlardır.[11]
Kapitalizm artı-değerin sömürüsünün en yüksek düzeye çıkarılmasının yollarını aramaya kafa yorar, üretim ilişkilerini ve biçimlerini karını olabildiğince artışını gerçekleştirmeye hizmet edecek biçimde düzenler, bunu yaparken de sadece emek sömürüsü ile yetinmez tabiatı da sömürür ve yağmalar. Kapitalizmin karını arttırma tutkusu ile sermayenin sınır tanımayan ve karşılaştığı her sınırı kendine yeni pazarlar açmak için yıkan tabiatı, yalnız insanı doğaya (bir anlamda kendisine) değil insanı insana da yabancılaştırmaktadır. Bu ikili yabancılaşma kavrandığında tüm düğüm çözülüyor ve bu çözülme doyumsuz bir sermaye tutkusu ile merhametsiz bir rekabetin hâkim olduğu düzenin sorgulanmasını da beraberinde getiriyor. [12]
Diğer yandan, kapitalist düzenin unsurları kısa vadede elde edilecek iktisadi kazançları kovalarlar, düzenin her halkasında planlar ve amaçlar en kısa vade de edinilebilecek getirilerin ve ulaşılabilecek hedeflerin peşinden gider. Bu durum yalnız düzenin kendisi ve rejimin belirleyici aktörleri devlet ve sermayedarlar için geçerli değil, doğa ve topluma ilişkin bu çeşit bir bakış insanlarca da geliştirmiş, diğer bir ifadeyle bu düşünüş, her şeye sirayet etmiştir, artık tek tek bireyler içinde kısa zaman içerisinde elde edilmesi muhtemel iktisadi kazançlar her kazanımdan daha çok yeğ tutulur olmuştur. Yakıngören gözler lanetine tutulmuş bir insanlıktan bahsetmek kapitalist düzen içerisinde yanlış olmaz. Sermayedarlara öyle ya da böyle bağımlı kılınmış eğitim kurumları ve medya araçları ile şekillenen zihinler düşünüldüğünde bu daha da anlamlanır. Ancak bu aksi durumların ve düşünüşlerin hiçbir alanda var olmadığı manasına da gelmemekte; işte, ekososyalizm bu saklı kalmış potansiyeli diriltmeyi amaç edinmektedir.[13]
Marksist ekolojik iktisat emek yoluyla kurulan ilişkinin, emek sürecinin bizahiti insan ile doğa arasında “maddesel alışveriş” olduğunu söylemiş ve bunu “ metabolizma” olarak kavramsallaştırmıştır. Ancak kapitalist düzen içerisinde bu metabolizmada aksaklıklar baş göstermektedir, insanların beslenmek için kullandıkları gıda maddeleri ve giyinme maksadıyla tüketilenler geldikleri kaynağa yani toprağa geri dönememekte, bu durum toprağın bereketini kaçırmakta ve doğal döngü sekteye uğramaktadır. Kapitalist düzen doğal dengeyi sekteye uğrattığı gerçeğine gözlerini kapayarak, büyüme dürtüsü ile üretimi arttırmak için tüm yollara başvururken ve üretimi arttırma gayesi kaynakların sakınmadan tüketimini beraberinde getirmekte, doğanın sunduğu kaynaklar durmaksızın üretim-tüketim döngüsüne dâhil edilmektedir. Ancak bu durum eko-sistemin unsurlarının sınırlı yapısı ile bir çelişki içerisindedir, bu döngü bir noktada sonlanmaya mahkûmdur. [14]Bununla beraber, sermayedarlar karlarını arttırma maksadıyla maliyetlerini azaltmanın yollarının da arayışındadırlar, doğa ile ilişkilendirdiğimizde bu durum atıkların doğaya bırakılması biçimde karşılık bulur, bu ise devasa kirliliğe yol açarken ve doğanın dengesini tehdit etmektedir.[15]
Engels Doğa’nın Diyalektiği adlı eserinde ormanların tahribatının nelere sebebiyet verdiğini inceler ve bu tahribatın doğa ile topluma olan yansımalarından bahseder. Ormanların tahribatı bir taraftan yeraltı ve yerüstü sularının azalarak tükenmesine ve taşkın, toprak kayması gibi felaketlerin yaşanmasına yol açarken, bir taraftan da tahribat köylülerin elini kolunu bağlayarak, burjuva toplumunun doğuşuna zemin hazırlamıştır. Erik Orsenna, Pamuk Ülkelerine Yolculuk kitabının bir yerinde tam da buraya denk düşen bir blues şarkısından bahseder, şarkı şöyle ilerler “Eh işte, pamuğun yarısını tüccarlar alır, Boll Weevil’ler geri kalanını, zavallı çiftçinin karısına bıraka bıraka, eski pamuklu bir entari bırakırlar, delik deşik olmuş, delik deşik olmuş.” Başka bir deyişle, tabii kaynakların yok edinceye değin sarf edilmesi yalnız kapitalist düzenin ileriki safhalarına has bir durum değildir, aksine bu düzenin yolunun açılmasında da tabi kaynakların tahribatının yol açtığı etkiler belirleyici olmuştur.[16]
Kapitalist endüstriyelleşmenin ateşlendiği safhaların sonrasında kentlere doğru bir akış olmuş köyden kente geçişteki sosyal değişim toplumun hali hazırdaki cismani ve tinsel evreninin bir durumdan başka bir duruma geçtiği süreci beraberinde getirmiştir, bu geçiş ile yalnız politik düzende, yönetimde, değer yargılarında, fikirsel faaliyetlerde değil, yerleşme şekilleri, toprağı kullanma biçimleri ve tüketim alışkanlıklarında da dönüşüm gerçekleşmiştir. Ekososyalist bakış açısında bu değişimler kimi potansiyelleri açığa çıkarmaya giden yolda ileriye adım atılması anlamında çok hayatidir, ancak bu dönüşüm, malum sorunları da ardında getirmiştir.
Kentsel yerleşimlerde havanın, yeraltı ve yer üstü su kaynaklarının kirlenmesi yaygın bir sorun haline gelmiştir. Özellikle, sinai faaliyetlerin yoğunlaştığı Londra ve Manchester’da karşı karşıya kalınan kirlilik hem tüm yaşamsal alanları tehdit eder bir hal alırken, üzerine kafa yorulan bir sorun durumuna gelmiştir.[17] Ancak bu durum yalnız doğal unsurlar tükenme tehdidi ile karşı karşıya kaldığı için önemli değildir, aynı zamanda 19. yüzyıldan bugüne üretimin mekânı olan kentin emeğin de mekânı olması ile de ilişkilidir. Ekonominin işbölümü ve kitle üretimini gerekli kılıyor olması öncelikli olarak süreç ve ürünlerin dönüşmesine bunların dönüşümü neticesinde ise insanların fazla tüketimine sebebiyet verir bir hal almaya başlamıştır. Sanayi devrimi sonrasında oluşan düzende sanayi öncesi toplumlarda ki kast sınırları yıkılırken, yeni düzen farklı gelir gruplarına bağlı kesimler arasında büyük uçurumlar açılmasına yol açmış, toplumu oluşturan kesimler arasında duvarlar yükselmiş ya birbirlerini hiç göremez hale gelmiş yahut açılan büyük uçurumlar kesimleri refahı görebilen ancak ona erişemeyen bir halde yerlerine mahkûm kılmıştır. Engels sorunu şöyle tanımlıyordu, sorun “kapitalistin işçinin işgücünü doğrudan satın alıp, işçiyi işgücü için ödenen fiyatı yeniden yaratması için gerekli olandan daha uzun çalıştırarak, ondan değerinden çok fazlasını almasını mümkün kılması”dır. [18]
Kapitalist düzen, insanı varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan her şeyden yoksun bırakıyor, bu yoksunluğun devamlılığını ise hukuki ve politik araçlarla boyunduruğu altına alarak sağlıyor, bir yandan doğayı bir yandan da insanının iç doğasını bu biçimde kurban ediyor. İnsanların cismi ve tinsel oluşu, çalışma şartları, barınma koşulları, kent yaşamının yarattığı cendereyle baskılanıyor.[19] Kötü yaşam koşulları ile ekolojik tahribat neticesinde beliren enfeksiyon hastalıkları, ruhsal çöküntünün yarattığı infialler yalnız kötü çalışma şartlarından ve düşük gelirden muzdarip, konut olanaklarından yoksun ve karnını doyurmakta zorlanan toplum kesimlerini değil burjuvaziyi, sermayedarları, karar vericileri de etkilemekte, doğanın ve insanın talan edilmesi onlara bu şekilde davetsiz geri dönmektedir.[20]
O’Connor kapitalizmin iki çelişkisine değinir, onun bu ikili tasnifine göre kapitalizmin üretim koşullarına verdiği zarar ekonomik krize yol açmaktadır, Foster ise bir adım ilerletir O’Connor’ un bir noktayı atladığını kapitalizmin biyosferi çöplerini boşaltmak için kullandığı durumda oluşan ekolojik tahribatta bile birikimini azamileştirmenin ve kar etmenin yolunu bulduğunu ekler. Sermayenin devamlı yeni sektörlere ve coğrafyalara yayılma güdüsü, karı kovalaması ve kısa vadeli düşünüş alışkanlığı, Chris Williams’a göre kapitalizm ile çevrenin çatıştığı üç alandır.[21] Ernest Mandel ise kapitalist düzende “kapitalist üretim sisteminin alameti farikası olarak”[22] her insanın ferdi yararlarını gözettiği durumda kendilerince akılcı adımlar atmakta ancak bu yalnız “kısmi bir rasyonellik’ e işaret ederken, ferdi yararların her biri devşirildiğinde bizi “genel bir irrasyonelliğe” taşımaktadır der. Bu bağlamda, Escher’in desenlemeleri düşünülebilir. Desenlemelerde, büyük desenin içinde saklı ufak desenler hepsi yakından bakıldığında ayrı bir anlamı taşır ve bütünde birleşerek yeni bir manaya ulaşır, kapitalist düzende ise ufak desenlerin meydana getirdiği bütün, bir güzellik taşımaz aksine zaman içinde ufak desenlerde bozulmaya, büyük desen içinde yok olmaya mahkûm kalır. Çünkü, kapitalizmin akılsallığında (!) fatura alt sınıflara çıkmakta, doğaya aksettirilmekte, yük sorumlularının sırtından alınarak doğaya ve toplumun alt kesimlerine bindirilmektedir. Doğaya olan baskılar neticesinde beliren çevresel felaketler ve doğal kaynakları elde etmek için yapılan silahlı müdahaleler gibi şiddet içeren girişimlerde de yine alt sınıflar, Güney ülkelerinin yoksul halkı ve emekçiler darbe daha alırken, bu çifte yük altında ezilmektedirler.[23]
Radikal yeşil düşünce ve çevrecilik, anarşizm, derin ekoloji ve new age akımlardan etkilenmekte ve sosyalizmi göz ardı etmektedir. Pepper, bu yaklaşımların liberal politik iktisada ve ideolojiye, insan karşıtlığına, mistifikasyon ve idealizme kayan eğilimlerini hatırlatır. Hatta, hatalı bir biçimde oluşturulmuş ekolojik düşünce şemsiyesi altında yer alan yeşil hareketlerde sık sık aşırı sağcılık eğilimlerine de rastlanılabileceğinden bahseder. Yeşil anarşistlerin bu tutumu, Marksizmin tatbikini yalnızca devlet sosyalizmi ve içerisinde kabaran bürokrasi, istibdat rejimi ve doğayı tahrip eden uygulamaların baş gösterdiği sosyalizm modelleri üzerinden kavramasında yatar, oysaki eko-sosyalizm almaşık bir yolu göstermektedir.[24]
Avrupa Birliği içerisinde görece aktif kendisine yer bulan Yeşiller, politikalarını on kilit değeri söylemlerine temel alarak oluştururlar. Bu değerler, “taban demokrasisi, toplumsal adalet, ekolojik bilgelik, şiddetten uzak durma, ademi merkeziyetçilik, topluluk temelli ekonomi ve iktisadi adalet, feminizm ve farklılıklara saygı, kişisel ve küresel sorumluluk, geleceğe odaklanmak ve sürdürülebilirlik”.tir.[25] Oysaki, Yeşillerin bu on değerinin sorunların bertaraf edilmesine yönelik içsel bir potansiyel taşımamaktadır. Kovel, “topluluk temelli ekonomi ve iktisadi adalet başlığı” incelendiğinde hem yaklaşımlar hem de uygulamaların gözlenmesi neticesinde bir karma ekonomi modelinin sınırlarının dışına çıkamayan bir değer olduğu belirtir ve yeşil politikayı “atalet, değişim korkusu ve fırsatçılıkla” suçlar. [26]
Ekososyalist pencereden bakıldığında yeşil politikanın kapıldığı rehavet, takındığı statükocu tavır ve faydacı yaklaşımlar şöyle açıklanabilir; yeşiller parlamentoda tıpkı diğer partiler gibi kendilerine yer bulabilmenin kaygısını güderek hareket ederken, çözüm için sundukları vergi politikaları gibi araçlar ile yalnızca hali hazırda var olan sistemin devamlılığına hizmet etmektedirler. Yeşillerin izledikleri politikalarda ikircikli oldukları ve de samimi olmadıkları inanışı, Avrupa’da az da olsa yönetimde kendilerine yer bulabildikleri durumlarda sermayeye yalnızca ekolojiye ilişkin mesuliyetler yüklemekle yetinerek, var olan sorunların çözümüne ilişkin değişiklikler içeren bir yol haritası sunmayan ve bir anlamda sermayeye hizmet eder bir hale bürünmelerinden ileri gelir. Diğer taraftan yeşillerin göç ve hapishanelere gösterdikleri hassasiyeti siyah ve Latin kökenli topluluklardan mahrum bırakmaları yeşilleri bir küçük burjuva yaklaşımı çehresine büründürmektedir.[27]
Peki yeşil yaklaşımlardan ve ekolojik söylemlerden sosyalizmin dışlanması nelerin feda edilmesine yol açar ve de eko-sosyalist bir bakış açısı kazanmanın getirileri neler olabilir?
Tarihsel geçmiş ile toplumun yaşadığı dönüşümler diyalektik materyalist bir bakış açış ile kavrandığında, bu bakış içerisinde hem tinsellik hem de öznellik kendine yer bulur ve de iktisadi bir kavrayış ile eşleştirilir. Rehber olarak bu bakışı seçmek, mistifike ve idealize yorumları bertaraf eder. Bu yaklaşım, kişinin kendini gerçekleştirmesinin yollarını ararken, topyekûn toplumsal değişim potansiyelinin müşterek alanlarda müşterek söylemlerde yattığına inanmaktadır.
Kapitalist toplum düzeni mübadele değerini kullanım değerine göre önceleyen ve bu öncelliğin sürdürülebilir olması için gerekli önlemleri alan bir düzendir. Öyle ki metaların mübadele değeri ile artık değerin üzerinden yapılan hesaplamalar kullanım değerinin ana belirleyicileridir. Doğanın sahip olduğu içkin değer ile insan tabiatının gereksinimleri ise göz ardı edilmektedir. Ekososyalist yol haritasını çizen Kovel açıklamalarını daha anlaşılır kılmak adına saat tamircisi olan büyükbabasından bahseder ve de New York’ta onun gibi saat tamircilerinin sayısının nesli tükenmekte olan kar leoparları kadar olduğuna değinir. Bugün ise, bu durum yalnız saat tamircileri ile sınırlı değildir, tüm ufak dükkân sahipleri kepenklerini indirmek zorunda kalmış, tüketim döngüsünün oluşturduğu girdapta tamirat ve onarmanın yeri neredeyse kalmamış bozulan ve yıpranan her şey bir yenisiyle değiştirilir hale gelmiştir, bu hem çok düşük bedel ile rekabet içerisinde yer bulmak isteyen üreticileri işçileri yok pahasına istihdam etmeye iterken, hem de doğaya her yeni üretim ve tüketim ile birlikte yeni bir yük yüklemektedir. Artık piyasanın kalbi- eğer var ise- sadece düşük maliyet ve de artık değer için atmaktadır. Bu hal ile, el emeği var olamaz duruma düşmekte, yerini otomatikleşme ve de teknik kabiliyet almaktadır.[28]
Bu noktada, ekososyalizm, piyasa üzerine yapılan, piyasa üzerinden erişilmeye çalışılan tüm çözümlerde, ekonomi politik bir analizin hem devlet, ideolojiler ve politikalar gibi siyasi öğeleri hem de üretim, pazar ve de sektörler gibi iktisadi unsurları kapsadığı düşünülerek çözümleyici olduğu düşüncesine bir ilave de daha bulunuyor. Buna göre, Marx ve Engels’in eserleri üretimciliğin üstünlüğünün methedildiği metinlerden ibaret değildir, bunu verimliliğin artışının aynı zamanda mahvı da beraberinde getirdiği ve de tarımın kapitalist gelişiminin hem toprağın hem de emekçinin mahvını beraberinde getirdiğinin anlatıldığı pasajlarda açıkça görmek mümkün, bu anlamda ekonomi politiğin bir adım ötesinde ekoloji politik bir bakış açısının gerekliliği vurgulanmaktadır.[29] Ancak bu demek değildir ki ekmek mücadelesi ekososyalizmin temel mücadele cephelerinden biri değildir, burada bahis ekonomi sonrası kullanım değerinin gerçekleştirilmesi ve de bu yolla içsel değerin karşılık bulabilmesidir.[30] Ekososyalizm zor olana kalkışmakta iki cephede birden savaşmayı göze almaktadır, hem ekmek hem de doğa için!
Ekososyalizme göre, sermaye ile doğanın çatıştığı cepheden sağ salim çıkmanın yolu, emeğin özgürleşmesinden geçmektedir. Emeğin özgürleşmesi ise belli aşamalardan geçerek tamamlanacaktır, üretimi gerçekleştirenlerin üretim araçlarından ayrılması durdurulmalı, mülkiyet ilişkileri yeniden tanımlanarak tüm mülkiyet biçimleri ve doğa üzerindeki tüm tasarruflar ait oldukları müşterek üreticilere devredilmelidir, ancak bu dönüşümler sağlandığı durumda emek özgürleşir ve mübadele değerinin emeğin değeri üzerindeki hakimiyeti son bulur, emeğin mübadele değerinin kafesinden çıkması diğer özgürlükleri de beraberinde getirir, insanı tamahkar ihtiyaç listesinden kurtarır ve böylece insana içkin olan potansiyel de sıkıştığı kafesten kurtulmuş olur.[31]
Ekososyalizmin kolektivite ve de müşterekliğe olan vurgusu ile kamusal alanın ve de kamusal olanın izini sürmeyi, kamusal mülkiyeti ve de bunun neticesinde gelecek kazanımlardan olan herkes için demokrasiyi tesis etmeyi amaç edinir. Ekososyalizm bu yolla, reel sosyalizmin SSCB, Çin, Vietnam, Kore, Latin Amerika, Küba, Nikaragua’da kimi uygulamalarda kaybettiği meşruiyetini tekrar kazandırmak için de bir rol üstlenir. Kovel’e göre reel sosyalizmin tahayyül edilenin aksine evirilmesinde, sosyalizmin tatbik edildiği ülkelerin ekonomik olarak yetersizliklerin pençesinde olması ve uluslararası dengeler göz önünde bulundurulduğunda görece sahip oldukları güçsüz konumlar ile sosyalizmin benimsendiği coğrafyalarda toy bir demokrasi bilinci ile olgunlaşmamış bir sivil toplum hareketine rastlanıyor olması etkendir. Bu iki sebep bir araya gelerek, fikriyatta izlenmesi için çizilen haritanın dışına sapmaya ve hedefin şaşmasına yol açmış, Rusya ve Çin’deki sosyalist yönetimler altında savaş durumunun baskıları sebebiyle otoriter söylemler ve pratikler sivrilmiştir. Hem kapitalizm hem de reel sosyalizm içerisinde “şeylere duyulan yatıştırılamaz arzu birikimin zorunlu temeli, ekolojik krizinde öznel dinamiğidir.” Ancak Kovel, tüm aksaklıkların patlak verdiği durumlar ve de hakim bir sınıfın(partinin) devlet aygıtını eline geçirdiği hallerde bile sosyalist yönetimlerde ki bozuklukların kapitalist rejim altındakilerle ile yarışamayacağını ekler. Çünkü kapitalizm içerisinde sosyalist yönetimler altında ulaşılan tam istihdam seviyesine ulaşılmak yahut Küba’da olduğu gibi ulusal ölçekte bir organik tarım politikası izlemek mümkün olmaz. Bu kabul, Stalin yönetimi altında baş gösteren kirlilik, toplumun bir zamanlar belkemiği olan tarımsal verimlilikte gözlenen düşüş ve Aral Deniz’inin mahvına gözleri yumma ve reddetme manasına gelmez, aksine ekososyalizm benimsediği ekolojik söylemi sosyalizme yedirerek yoluna devam eder[32]
Ancak sosyalist gelenekte Rosa Luxemburg ve de William Morris gibi ekolojik söylemleri benimsemiş isimler bir yana bırakıldığında ekolojik söylemlere çok sık rastlanılmaz.[33] Yine de sosyalizm içerisinde ekososyalist manifestonun çok öncesinde ekososyalizmin nüvelerinin gizli olduğu ya da belki de yer yer pek de aşikar olduğunu, söylemek de yanlış olmayacaktır. Rosa Luxemburg insan olmayan canlılara taşıdığı yakın hissiyattan bahsederken hapishane günlerinde işkence edilen bir sığırdan bahseder ve de sığır ile arasında bezerlikler kurar ona edilen zulmü içinde hisseder ve de her ikisinin de zalim karşısındaki güçsüzlüğünü not düşer. “Hayvanlara hiç acımanız yok mu? Kimse biz insanlara da acımıyor!!”[34] Ekososyalistlere göre, ekososyalizmin bekası için Rosa Luxemburg’da rastlanılan ethos çok önemlidir, bu ethos ekososyalist mücadelenin olmazsa olmazlarından biridir ama ethos yalnızca bilinçli eylemlere gidişi hazırlayan bir adımken, sosyalist söylem bilinçli ve de daimi bir ekolojik yaklaşımı bünyesine katmalıdır. Emeğin ve doğanın varoluş kaygısının örtüştüğü her ikisinin de varoluşlarını tehdit eden öznenin aynılığının idraki ve de bu söylem alanlarında birlikte mücadelenin vazgeçilemezliği ekososyalizmi kuvvetlendirecek, ekolojik söylemler böylece saf, idealize ve mistifike kalıplardan sıyrılacak ekolojik üretim ilişkilerinin hayatîliğinin kavranması ile sağlam bir zemine kavuşacaktır, üretimin araçsal bir mecburiyetten sıyrıldığı halde insanın üretim ile girdiği ilişki başkalaşacaktır.[35]
Marksizme yöneltilen eleştiriler teknolojik gerekircilik, üretkenlik ve ilerleme etrafında yoğunlaşan söylemlerine ve de kır yaşamından kurtulmayı ilkellikten kurtuluşla bir tutan görüşüne odaklanır ve de bu haliyle Aydınlanmanın başat diskuruna eş bir sanayi vurgusunun ötesine geçemediği ifade edilir. John Bellamy Foster ve Paul Burkett’in Marksizimi tarifleme maksadıyla giriştiği metinlerde ise belirttikleri gibi, hem emek hem de doğa kapitalizmden için kurtulmanın anahtarı Marksizmin içerisinde gömülüdür. Eko-sosyalist bakış açısına temel oluşturan Marx’a göre, insan tabiatın etkin bir öğesidir ve doğayı kullanım değeri üzerinden anlamdırır. Kapital’in üçüncü cildinde ise şunu belirtir.[36]
“Bütün bir toplum bir ulus hatta var olan toplumların tümü bile yeryüzünün sahibi değildir. Onun tasarruf sahibi, intifa hakkının sahibidirler yalnızca der ve bu hak tıpkı aile reislerinin malları gibi koşulları daha da iyileştirilerek sonraki kuşaklara devredilmelidir”
Diğer yandan, insanı merkeze alan eleştirilere yönelik olarak Marksizm insanın diğer canlı varlıklarla kurduğu ilişkide hiyerarşik bir üstünlüğü olmadığını, onlarla hem bir hem ayrı olduğunu söyleyerek tarifler; birdir, çünkü onlar da insan gibi değerlidir, ayrıdır çünkü evrimsel izleyişte farklılığı anlaşılabilir, doğanın içine saplandığı açmazdan kurtulmasını sağlama potansiyeli de insana aittir, çözüme giden yolda insanın rolü odakta yer alır, ki bu durum Murray Bookchin tarafından “ikinci doğa” tanımlaması ile açıklamakta, insanının toplumsal ekoloji bakış içerisindeki yerini düşünme yetisi ve bilinçliliği sebebiyle ikinci doğa olarak tariflemektedir.
Ekososyalizmin ayakları yere basan ve çözüm potansiyelini içinde taşıyan bir görüş olduğu fikrini söylerken Kovel’in çizdiği ekososyalist gelişim modeli üzerinde durmak gidilecek yolu açık ve seçik ortaya koyar; araçları,yöntemleri ve oyuncuları da sıralayarak. Peki bu modellemenin faydalanacağı vasıtalar, uygulayacağı methodlar ve de aktörleri kimlerdir? Organik tarım faaliyetlerinin yapıldığı bir çiftlikte, Dünya Bankası aleyhinde protestolar düzenleyen bir örgüt te, izleyici yahut dinleyicilerine canlı yayın yapan bir kitlesel iletişim aracı ve ekososyalist anlatıyı aktarabilecek bir kültür yapıtı da, bir derslik içerisinde bir çocukta, tüzel kişiliğe sahip ufak bir kredi kooperatifi de, Amerika Birleşik Devletleri’ de, bir siyasi parti de yer alır.
Dünya Bankası’na karşı protestoları gerçekleştirecek olan grup diyalektiğin ortaya çıkmasını, kredi kooperatifi paranın yerel ölçekte kalmasını ve de büyük ölçeğe akışını önleyerek doğanın tahrip edilmesinde ana failler olan büyük sermaye gruplarının sepetine dâhil olmasının önüne geçecek, derslik ve içerisindeki çocuk, kapitalizme karşı duruşta hem öznel hem de kolektif sorumluklar için belirleyici olacak, tektipleşmenin, sistemin yarattığı biat kültürünü, teslimiyetçi bir işçi ve kör bir tüketici olmanın ötesine geçişi gerçekleştirmede rol alacaktır. Diğer yandan kitle iletişim araçları ve sosyal medya vasıtası ile hareketin hem ulusallaşması hem de ulusalararasılaşmasının yolu açılmış olacaktır. Ancak bu noktada ekososyalizm uluslararası iş bölümünü dönüştürmenin güçlüğünden haberderdir ve gerekliliğinden bahseder, kapitalist sistem içerisinde sermaye emeği üretim araçlarından ayırarak, yabancılaştırır. Bu halde işçilerin sermayedarların yanında doğaya karşı direndiği haller belirmektedir. İşçinin varoluşu kesin surette sermayedarın kaderi ile örtüştüğü ve de kendi kaderini kendi çizemediği müddetçe hem emek hem doğa için yürütülecek olan eko sosyalist mücadelenin eli kolu bağlanmaktadır. Bu bağlamda, ekolojik üretimin gerçekleştirilmesinin tasarlandığı, ekosantrik gizil güçü açığa çıkaracak özerk üretim sahalarının oluşturulduğu ve bu biçimde yeni istihdam olanakları sunan bir çözüm ileri sürer. Kovel otomobil üretimi, füze yapımı, telekomünisyan ağları için bu tarz bir yaklaşımın hayalperest geleceğini kabul ederek başlangıcı teknoloji yoğun üretim hatları üzerinden kurmaktansa onların sonraya bırakılabileceğinden bahsederek Bruderhof örneğini anımsatır. [37] Bruderhof kardeşler topluluğu Amerika’da bir kardeşler topluluğu, topluluk içerisinde para kazanmak için girişilen faatliyetler neticesinde elde edilen meblağa herkese eşit oranda pay edilir, mensuplar paylarınını maksimize etmenin yollarını aramazlar, gereksinimlerine yetecek bir kar kâfidir. Diğer yandan hem sinai faaliyetler hem de teknoloji de ileri seviye de olan topluluk mensuplarının tüketimi düşük düzeyde ve de büyüme yönünde bir baskı mevcut değildir. Müşterek paylaşım fikrini Marx’tan değil ilk Hıristiyanlardan aldıklarını ileri sürerler. Ekososyalist bir gizil güç ortaya çıkarabilecekken, kooperatiflerin ve de organik çiftliklerin sermayenin çekim gücüne karşı duramayışı bir nokta da böyle bir inanç, ethos yoksunluğuna bağlıdır. Karlılıktan vazgeçtiklerinde sarılacakları ve de onları tatmin edecek bir ideolojik söylem ve ethosun yoksunluğu bu vazgeçişin ana sebebidir. Tabi ki burada inanç ile kastedilen mutlaka dini bir inanç olarak yorumlanmamalı, aksine hem ekolojik hem de demokratik olma söylemiyle yola çıkan bir harekette yalnız dini düşünmek yanıltıcı olur, din inancın farklı tezahürlerinden yalnız biridir. Burada ihtiyaç duyulan kooperatiflerin ve çiftliklerin kendilerindeki potansiyele gözlerini kapamalarını ortaya çıkış sebeplerini gelişigüzel ve de gelip geçici tariflemelerini engelleyecek, sermaye denen çok kollu canavara karşı duracak fikriyatta ve de pratikte bileğinin gücünü göstererek onu alt edebilecek bir ethosu onlara sağlayacak müşterek bir gayenin, kolektif bir hedefin belirlenmesi şarttır. [38]
Tüm bu modellemenin kademeleri, aktörleri, araçları ve de yöntemleriyle uygulamaya konduğunda evrensel bir eşgüdümün sağlandığı bir nokta da umut beklediği itikati eko-sosyalizme hâkimdir. Ekososyalizmin ya enternasyonal ve evrensel varoluş ya da yok oluş diye tariflediği varoluşsal kaygısını Ekososyalist Manifesto’da ortaya açıkça koyar. Küreselleşmenin evrensel tabiatının ona karşı oluşan sınıf mücadelesinin de yine aynı tabiata bürüdüğünden Nijerya, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, Uruguay ve Arjantin’de yani Afrika’dan Asya’ya ve de Güney Amerika’ya ekolojik bir muhtevayı da taşıyan bir başkaldırmanın varlığından bahseder. Bu çok uluslu çok coğrafyalı karakter bir gün gelecek sahip olduğu birikimleri eko-sosyalist bir partinin filizlenmesinde kullanacak potansiyel içinde daima canlı duracağı kurumsal bir yapıya sahip olacaktır. Ekososyalizmin uluslar arası olduğunun ve de olacağının vurgusu büyük anlam taşır.
Ekososyalist düşünüşe göre, emek yoğun teknolojilerle üretim faaliyetinin gerçekleştirilmesi, ulus sınırlarını aşmış karşı koyuş biçimleri kitle hareketi halini alabilecek ve de üretim faaliyetlerini aksatacak bir gücü kazanma potansiyelini taşır. amanla bu inanış ordu ve polise dahi tesir eder, eylemin sahip olduğu ethos mevcut duvarları yıkar, güvenlik kuvvetleri silahlarını bırakarak bu güçlü ethosun tarafına geçerler. Bunu devlet aygıtının siluetinin değişimi izler ve de bu süreç sermayenin ana fail olduğu düzenin yıkılışa dek sürer. Ekososyalist toplumda eko-sitem ile uyuşum ve de bütünleşim halka halka olan iştirak biçimlerinin her bir halkasında kendisine karşılık bulur, insan, aile, topluluk, ulus, uluslararrası topluluk dünya ve de evren de ekosistem ile bütünleşmiş bir hal belirir. Oysaki bu halin gelişip yaygınlaşmadığı düzen içerisinde temel söylem, mülkiyet hakkının tüm diğer hakları karşısında öncelendiği ve de bu öncelliğin sınıflı yapı içerisinde perçinlendiği bir durumu ifade eder. Ekososyalist duruş benimsenip bu topluma ve toplumsal iştiraklerin ölçeksel seviyelerine tesir ettiği durumda ise hal farklılaşır, mülkiyetler müşterekleşirken herkesin mülkiyet hakkının olduğu bir duruma geçilir. Artık mübadele değerinin küçülmüş, üretim faaliyetlerinin değeri piyasaya göre değil ekosistemle girdiği ilişkinin mahiyetine göre belirlendiği bir duruma geçilmiştir, sokak temizlemek ya da iyi bir çocuk yetiştirmek çok değerli olmuştur.
Ekososyalist düşünüş, bu geçişin nasıl olacağı yönünde baskı ve şiddetin araçsallaşıp araçsallaşmayacağı yönündeki tartışmalarda, baskı ve şiddetin olacağını ama bunların uygulayıcılarının sisteme muhafazası için direnenler, nesnelerinin ise değişimi gerçekleştirecek ekososyalistler olacağını söyler. Ekososyalizmin nihai amacına ulaşmada takip edilecek yolun, bu amaç ile bağdaşmasının gerekliliği açıktır. Hali hazırda üç işleve sahip olan para, müdahaleye olanak veren, başlı başına bir meta olan ve de bir değer ambarıdır, ekososyalist düzene geçiş ile paranın mübadeleye izin veren karakteri muhafaza edilirken diğer işlevleri ortadan kaldırılacak ve de kullanım değerinin tesisinde atılan adımlar böylelikle derinleşecektir. Halihazırda malların satış değerinin tespit edilmesinde kar oranı ve maliyeti üzerinde bir hesaplamaya gidilirken, ekososyalist değişim ile birlikte malların değerinin atanmasında “fiili kullanım değeri ile tam anlamıyla gerçekleştirilmiş kullanım değeri” arasındaki fark belirleyici olacak ve bu fark ekolojik bir fiyatta ifade bulacaktır. [39]
Ekososyalizm diğer tüm ekolojik hareketler gibi nüfus, sürdürülebilirlik, teknoloji ve de göç gibi kavramlar üzerinde kendi söylemini geliştirir. Malthus ve yankıları nüfus krizinin varlığına işaret ederken, ekososyalizm diğer tüm ekosistemsel popülasyonlar gibi insan popülasyonununda kendi dengesini sağlayacak ve de kendi kendisini yönetebilecek bir mahiyeti olduğuna inanır. Ekososyalistlere göre, nüfus sorunu üzerinde ki tartışmaların asıl kaynağı toplum kesimleri arasındaki eşitsizliklerdir. Sorunun altsınıfların ve yoksul ülke halklarınının nüfus artışında arayan Malthusçusu yaklaşımların karşısında, ekososyalist düşünüş, paylaşım ve bölüşümün eşitsizliğinin sorunun kaynağı olduğunu ifade eder.
Sürdürülebilirlik üzerine durmaksızın yapılan tartışmalar, bir araya gelinen toplantılar ve yasal mevzuatlarda gidilen düzenlemeler göz önünde bulundurulduğunda ekososyalizmin yaklaşımı sürdürülebilirliğin yerine yeterliliği koyar, bugünkü üretim seviyeleri ile kimsenin aç olmadığı ve insanca yaşayabileceği bir evrensel düzeni tesis etmek mümkündür. Sürdürülebilirlik ana akım tartışmalarda ele alındığı biçimiyle teknokratik bir bağlamda tartışılacak bir kavram olmanın çok ötesinde, emeğin örgütlenmesi ve de daha öznel manada kapitalist düzenin yol açtığı tatminsizliğin doyurulamaması problemleriyle ilintilidir, sorun kaynakların yetersiz olduğu bir nicelik sorunundan ziyade niteliksel bir sorundur. Diğer yandan ekososyalist düşünüşte de teknoloji tıpkı kapitalizm de olduğu gibi hayatidir, ancak bu iki düzeninin teknoloji üzerine vurgusunun güdülemesi farklı saiklerle gerekçelendirir. Ekososyalizmde kullanım değerinin artışı ve de gereksinimlerin yeniden tariflenmesinin önünü açacak, kapitalizmde ise zamanın artık değere dönüşmesine bunun neticesinde daha yüksek sermaye getirisini sağlayacak bir teknolojinin özlemi duyulur. Ekososyalizm göçe ilişkin olarak emek ve sermaye arasındaki çelişkiden bahseder, ilkinin durağan ikincisinin ise hareket eden yapısı sebebiyle sermayenin aktığı coğrafyalara ekmek için sürüklenildiği bölüşümde adalet tesis edildiğinde, insanlar üzerinde bir baskı olan göçte ortadan kalkacak kimse yerini yurdunu istemeden terk etmek zorunda kalmayacaktır.
Manifesto, bu hat boyunca kapitalizme karşı tüm direniş noktalarının ekososyalist mahiyetleri bir araya getirildiğinde ekososyalist bir enternasyonalin imkânlılığını tartışmaya açmak istiyor, bu yolla kapitalizmin hem insan hem doğa üzerinde ki barbarlığına son vererek başka alternatif olmadığını düşünenlere ayakları yere basan ve de umut dolu bir alternatif sunuyor. “Günümüzdeki krizler devrimci fırsatlar olarak görülebilir ve görülmelidir, bunları açığa vurmak ve yaşama geçirmek de bizim görevimizdir.”[40]
KAYNAKÇA
1. “Ekososyalist Alternatif ve Ekolojik Devrim” Stefo Benlisoy, Yeşil ve Siyaset, Oruç İmga, Hakan Olgun, Lotus Yayınları,2012
2. Doğanın Düşmanı, Kapitalizmin Sonumu, Dünyanın Sonu mu?, Joel Kovel,Metis Yayınları, 2005
3. Eco- Socialism from Deep Ecology to Social Justice, David Pepper, Routledge,1993
4. “Bir Politik Harelet Olarak Ekososyalizmin Ayırd Ediciliği ve Birleştiriciliği”,Ecehan Balta, Mustafa Bayram Mısır, Ekolojik Krize Yanıtlar, Praksis, Sayı:25, 2011/1
5. Marx’ın Ekolojik- İktisat ve Doğa Üzerine Düşünceleri, Liu Sihua, Sosyalist ve Ekolojik Bir Uygarlık İçin Tezler, Cilt 1,Canut Yayınları, 2013
6. Ekososyalist Bir Manifesto, Joel Kovel,Michael Löwy, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=77
7. Konut Sorunu, Frederic Engels, Sol Yayınları,1992
8. A Letter by Rosa Luxemburg
http://www.columbia.edu/itc/history/winter/w3206/edit/luxemburg.html
[1] Ekososyalist Bir Manifesto, Joel Kovel,Michael Löwy, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=77
[2] Benlisoy
[3] “Ekososyalist Alternatif ve Ekolojik Devrim” Stefo Benlisoy, Yeşil ve Siyaset, Oruç İmga, Hakan Olgun, Lotus Yayınları,2012
[4] Kovel, s. 279-317
[5] Balta ve Mısır, s. 14
[6] Mülksüzler, Ursula K. Le Guin
[7] Marx’ın Ekolojik- İktisat ve Doğa Üzerine Düşünceleri, Liu Sihua, Sosyalist ve Ekolojik Bir Uygarlık İçin Tezler, Cilt 1,Canut Yayınları, 2013,syf 46
[8] A.g.e.,syf 48
[9] A.g.e, syf 66
[10] A.g.e.,syf 86
[11] Sıhua,syf 146
[12] A.g.e,146-147
[13] A.g.e., 148
[14] Sihua,syf 150
[15] A.g.e.,s. 151-152
[16] A.g.e, syf 199-200
[17] Sihua, s. 202
[18]Konut Sorunu, Frederic Engels, Sol Yayınları,syf 20.
19] Sihua,syf 205-206
[20] Sihua, s. 207
[21] Benlisoy
[22] “Bir Politik Harelet Olarak Ekososyalizmin Ayırd Ediciliği ve Birleştiriciliği”,Ecehan Balta, Mustafa Bayram Mısır, Ekolojik Krize Yanıtlar, Praksis, Sayı:25, 2011/1, s. 15
[23] Benlisoy
[24] Eco- Socialism from Deep Ecology to Social Justice, David Pepper, Routledge,1993
[25]Kovel ,s. 252
[26]A.g.e.
[27] Kovel, syf 241-321
[28] Kovel,124-317
[29] Balta ve Mısır, s. 17-19
[30] Kovel,124-317
[31] A.g.e
[32] Kovel, s. 124-317
[33] Kovel, s. 124-317
[34] http://www.columbia.edu/itc/history/winter/w3206/edit/luxemburg.html
[35] Kovel,s. 124-317
[36] Kovel, s. 299
[37] Kovel, s. 282-292
[38] A.g.e.,s. 241-250
[39] Kovel, s. 279-317
[40] Kovel ve Löwy