En tam ifadesini Osmanlının yükseliş dönemiyle bulan bu iki kavram; TC devletinin oluşmasıyla birlikte birbirleriyle ilişkisi kopmayan/kopartılmayan bu kavramların devamlılığı bu güne kadar varlığını devam ettirmiş halde bulunmaktadır.
Millet-i hakime kavramı ile Türk milliyet aidiyatını temel alan ve onun dışında kalan (çeşitli uygulamalarıyla yok denecek duruma düşürülen Anadolu Rumları, Ermenileri ve dinsel olarak Yahudileri) Anadolu’ya çeşitli nedenlerle, çeşitli biçimlerde gelen/getirtilen Türk aidiyatında olmayan Müslümanların Türkleştirilmesi ve bir türlü Türkleştiremedikleri Kürtler.
Genel olarak Kürtlerin dışında Türkleştirilmiş olan farklı demografik karakterler Türklük aidiyatını kabul etmek çaresizliği içerisinde kalmışlarsa da, gerek kendi iç söylemlerinde ve gerekse de kendi ruh halleriyle baş başa kaldıkları zamanda köklerinin onlarda hafıza olarak kaldığı hallerde idiler.
Dolayısıyla millet-i hakimiye kavramı Türkçülük (Türklük değil) üzerinden inşa edilirken, aynı zamanda bunun açılımının asimilasyon politikalarının olduğu ve toplumsal devşirmeler yapıldığı hakikatı ortaya çıkmaktadır.
Bu, diğer davranışlardan (katliamlar ve ortaya çıkarılan nihayetindeki zorunlu göçler) dolayı; egemen edilen millet kavramı olan milliyet-i hakimiye ifadesiyle yaratılan Türklüğü egemen millet haline sokarak, ondan ötekilere basamak düşüklüğü statüsü vermiş oldular.
Devlet-i hakimiye politikası burada bir haliyle ortaya çıkarak; kurum, kuruluşlar ve şiddetin örgütlendirilmiş biçimleriyle uygulamaların tekeli haline getirilmiştir. Bunun ortaya çıkardığı ise devletin zor karakterinin devamlı olarak önde tutulması idi. Ve bu zor ekonomik, sosyal ve siyasal boyutlarda üretimine devam ettirilerek ona devamlılık sağlanmıştır.
Bu geç uluslar ve geç ulus devletlerinin uygulamalarındaki rutin bir hal iken, TC açısından ise; Osmanlı İmparatorluğundan miras aldığı sömürgeci devlet politikasının TC’de uyarlanmış hali olması ile ona geçmişin zenginlik(!)lerinden faydalanma verilerini sunmuş olmasıdır.
TC’nin kuruluş başlarında Osmanlı sömürge imparatorluğunun parçalanmasının ve parçalandırılmasının nihayetinde TC’nin doğması gerçekleşmişken, gerek kendini var etme sürecindeki içe kapanma (isyan diye nitelenen Kürt direnişleri) ona bir gereklilik olarak gelirken, diğer yandan da savaş galibi devletlerin oluru olması gereken Hatay sorunu gibi ve misak-ı milli sınırları dışında kalan Musul sorunu gibi nedenlerle; devletler arası ilişkilerde ve özellikle de sınır komşularıyla olan ilişkilerde TC’nin kendini ifade ve örgütleme süresi.
NATO ittifak üyeliği, CENTO/BAĞDAT PAKTI anlaşmalarıyla VARŞOVA PAKTI büyümesine barikat olmak ve özellikle de Sovyetlerin Akdeniz havzasına egemen olması ihtimaline karşı projelendirilen TC. Burada Türkiye’nin dış politikası tamamen NATO eksenli bir politikadır ve bunun içerisinde de ABD ve Britanya ağırlık merkezidir.
Devlet-i hakimiye politikasını sadece içte uygulama durumunda kalan devletin bu hali, aynı zamanda devletin toplamda belirleyici olan halinin anlatımıdır.
VARŞOVA paktının çökmesiyle birlikte, sürecin Türkiye yanında da TC devletinin ekonomik-sosyal ve siyasal olarak artık yetmezlik durumuna gelmesinin anlatımı olan AKP’nin toplumda teveccüh bulması sonucu olarak hükümet olması ve devamında iktidarlaşması. Sovyetlerin hızla dağılmış olmasıyla Kafkasya’da ve orta-Asya’da ortaya çıkan yeni devletlerin yanında, iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünya haline gelmemsi ile kapitalizmin kendisine yeni üretme ve tüketme sahalarını bulmasını beraberinde getirmiştir.
Kapitaliz/emperyalizm global ekonomide kendisini ve çevresini yeniden dizayn ederken Türkiye’nin bu durumdan bağımsız kalması düşünülemezdi.
Davutoğlu’nda simgeleşen AKP’nin TC’de dış politika perspektifi “ komşularla sıfır sorun” politikasıydı. Niçin sıfır sorun dediğimiz de ise, nedenlerinden bir tanesi olan; sorunlarının bulunmadığı hiçbir komşuya sahip olmamasıydı.
AKP’nin sıfır sorun politikası başta komşularda ilgi uyandırmışken, hızla eski düşman halleri aratacak dönüşüme uğrayarak, her kesle her yerde sorunlu hale gelmeye başladı. Bu politikasını o kadar ileriye götürdü ki ABD’yi ve AB’yi buna dahil etmek bu politikasının doğal sonucu olarak karşımıza çıktı.
Kapitalizmin bu yeni dönemi aynı zamanda Türkiye kapitalizminin gelişiminde ihracatı zorunluluğa dayatırken; komşularının ekonomik hali itibariyle iyi bir pazar konumunda olmalarıydı. Ve sıfır sorun, bu pazarlara mal ve sermaye ihraç etmeye en iyi dış politikaydı. Onun bu politikası ona ihracatta patlamalar yapması olarak geri dönüş sağlamış olacaktı.
Özal döneminde başlayan Türk-i devletleriyle ilişki başlangıçta bu ülkelerde sıcak bir karşılık bulurken, bu politika da TC politikasının devlet-i hakimiye politikasını egemen politikası haline getirmesi çabası neticesinde, araya hızla mesafelerin girmesini de beraberinde getirmişti.
AKP’nin sıfır sorun politikasında çözüme ulaştırılmaya çalışılan sorunlarda geleneksel rehin politikasını izleyerek, tarihindeki miras aldığı prangaları ve TC’nin yarattığı prangalarla örtüşmesiyle sorunlarda yumaklaşmayı çoğaltmayı beraberinde getirmişti.
Hele ki, Ortadoğu Müslüman coğrafyasında ki Bahar Ayaklanmaları Türkiye dış politikasına hızla katalizörlük vazifesini yaparak, politikasının esas halinin ortaya çıkmasına zemin oluşturdu.
Osmanlı sömürgeciliğinden şu veya bu şekilde de olsa kurtulmuş olan bu devletler ve yeni kurulmuş olan devletler de Türkiye dış politikası; Osmanlının azametli zamanında ki dış politikasını kendisine rehber yaparak devlet-i hakimiye tarzıyla ilişkileri kurmaya/değiştirmeye kendisini kurgulaması.
AKP, Kafkasya ve Balkanlarda sorunlara rehin politikası ile yaklaşırken; Ortadoğu’da ki Müslüman Arap komşularıyla Sünni-İslam politikasını ön plana çıkardı ve bunun içerisinden de kendisine daha yakın bulduğu Müslüman Kardeşleri iktidarda görmeye heves etti.
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya politikalarında kendisini odak olarak görürken ve bunu “biz sorun çözeriz” söylemiyle taçlandırırken; bugün komşularında sorun yaratan devlet olma noktasına gelmiş haldedir.
Özellikle ABD dış politikası yukarıda saydığım coğrafyalarda Türkiye ye rol biçerken, şüphesiz ki bunu kendi ana politikasının gereği olarak yapmaktaydı. Ana politikalarının detaylarında Türkiye politikalarına nispi hareket etme imkanları tanırken; hareket etmedeki serbestiyetinin sınırı kendi ana politikasının sınırlarının yıkılmaması üzerineydi.
Irak merkezi yönetimiyle kanlı bıçaklı iken; ABD’nin Irak politikasının geldiği yer noktasında Türkiye dış politikasına ayar çekmek zorunda kalırken, Irak başbakanı Maliki’yi ülkesinde ağırlamaktan memnun olacağı noktasına gelmiş durumdadır.
Suriye’ye bakacak olursak, gövdesini resmi olarak buraya sokmamıştır ama tüm ağırlığı ile gayri resmi olarak orada haldedir.
Bu gün geldiğimiz noktada Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki prangalarını ne yazık ki AKP politikasının çözecek durumda olmadığıdır.
TC’nin kuruluş sorunlarını kendisi olduğu gibi devir alarak, sadece istismar noktasında ancak bu sorunlardan bahsetmektedir.
Dün de üç tarafımız denizlerle çevrili haldeyken dört tarafımız düşmanla doluydu. Bu günde dört tarafımız düşmanla çevrili.
Tam da bu noktada dipten gelen dalganın ifadesi olabilecek olan Halkların Demokratik Partisi/Kongresi Türkiye’ye egemen olan millet-i hakimiye ve devlet-i hakimiye politikalarını tarihin sayfalarında yerini almasını sağlayacak; Türkiye ve Ortadoğu topraklarına barışın, demokrasinin ve özgürlüğün gelmesi, halkın ve halkların kendi geleceklerine sahip çıkmaları politikasının sahiciliği ile geleceği yakalayabileceği donanımlılığı kazanması onun için bir zorunluluk halidir.