Tarihçi Immanuel Wallerstein on beş günde bir “dünyanın hali” üzerindeki düşüncelerini internet üzerinden okurlarıyla paylaşır. 1 Kasım tarihli iletisi, Amerikan hegemonyasının sonu üzerindeydi. Birleştirerek, yer yer düzenleyerek aktarıyorum: “ABD hegemonyasının gerilemesi (gönülsüzce de olsa) artık ülke içinde de kabul ediliyor. Amerika’nın dünyayı denetleyebilme yeteneği açıkça azalmış; öyle bir noktaya gelmiştir ki, Washington Orta Doğu’da önde gelen aktörlerden hiçbirisine, (başta Mısır, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Irak, İran, Pakistan olmak üzere) söz geçirememektedir. ABD hâlâ bir devdir; fakat ayakları kilden bir dev… En büyük askeri güçtür; ancak fazla işe yaramayan bir güç… Savaşları kazanamamaktadır; fakat çok fazla zarar verebilmektedir.
Bunlar özgün saptamalar değil. Benzer gözlemler, soL’daki haberlerde, yorumlarda, köşe yazılarında sık sık yer alıyor. Önemi, yazarın kimliğinden geliyor. Wallerstein 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden biridir. Marksizmle sürekli dirsek teması içinde olmuş; ondan etkilenmiş; ancak kapitalist dünya sisteminin tarihini, hegemonik ve bağımlı kutuplara ayrışmasını ticarete ve devletlere dayandırmış; emperyalizm kavramını ve analizini kullanmamayı yeğlemiştir. Bu farklılığa rağmen, çağdaş kapitalizmi bir sistem olarak soldan (ve reddederek) eleştiren Batılı aydınların ön saflarında yer almıştır.
Bu özellikleriyle Wallerstein’in yukarıdaki saptamadan çıkardığı sonuçlar önem taşıyor. Yazının sonunda bunlara değineceğim.
Wallerstein’in “ABD’nin dünyayı kontrol yeteneğinin azalması” üzerine verdiği örnekler doğrudur. Ben de biraz açayım:
Emperyalizmin doğrudan şiddet uygulayarak rejim değiştirme operasyonları, öyle anlaşılıyor ki, Libya fiyaskosu ile son bulmuştur. Obama yönetiminin hayıflanarak Kaddafi Libyası’nı özlediğini söylersek, herhalde fazla hata yapmayız.
Bu modelin önceki iki örneği de iflas etmiştir. Yüzbinlerce Iraklı’nın, binlerce Amerikalı’nın ölümü sonunda gerçekleştirilen Irak işgali, İran’ın etki alanı içine yerleşen bir hükümet ve El Kaide’nin vurucu gücü haline gelen bir Sünni kalkışması ile sonuçlanmış; ABD’nin ekonomik beklentileri hayata geçirilememiştir.
Afganistan’da Taliban ayaktadır ve ABD bu ülke üzerinde hiçbir hedefini gerçekleştirmeden vurucu güçlerini çekmektedir.
Amerikan halkı başka ülkelerde savaşmayı reddetmektedir. İnsansız hava araçları, Pakistan’daki Taliban militanlarıyla birlikte çoluk-çocuk köylüleri öldürmektedir; ancak o kadar… Obama’nın bir önceki Savunma Bakanı Gates de açıkça ifade etmişti: “Savaşlar ancak karada kazanılabilir…”
Taşeronlar yoluyla rejim değiştirme modeli ise Suriye’de çökmek üzeredir. Esad’ı iktidardan ulaştırma önceliği terkedilmiş; Suriye sorununun çözümü büyük ölçüde Rusya ve İran’a havale edilmiştir. ABD’nin İran-Irak ve kısmen Suriye ile Hizbullah Lübnanı’ndan oluşan yeni bir bloklaşmayı sineye çekmek zorunda kalacağı anlaşılmaktadır. İşlevsiz kalan taşeronlar (özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan) Obama yönetimine çeşitli rahatsızlıklar vermeye başlamıştır.
“Arap baharı”nı ABD senaryosu olarak görenler yanıldılar. Halk ayaklanmaları, Batı’nın Tunus ve Mısır’daki iki sadık işbirlikçisini devirdi. Emperyalizm, neo-liberalizmi yürütme işlevini Müslüman Kardeşler’e devrederek kayıplarını telâfiye kalkıştı; yine tökezledi. Mısır’da halk muhalefeti Mursi’yi devirmek üzere iken ordu iktidara el koydu. Tunus’ta ise, kitlesel ve sendikal muhalefet karşısında İslamcı Nahda’nın günleri sayılı görünüyor. Ortak özellik şudur: Halk ayaklanınca ABD çaresiz, etkisiz kalmakta; ancak halkın iktidara el koymasını önleyebilmektedir.
Örnekleri Orta-Doğu ötesine, Asya’ya, Latin Amerika’ya; kapitalist dünya ekonomisinin bunalımına taşıyarak zenginleştirelim. Aynı tablo tekrarlanıyor: Amerika’nın dünyaya hükmetme yeteneği ciddi boyutlarda aşınıyor.
ABD emperyalizminin gücünü buna rağmen abartmak ise, muhalif çevreleri kötümser bir kaderciliğe sürükleyebiliyor.
Bu tablonun sonuçlarına eğildiğinde Wallerstein daha da ileri gidiyor. 15 Ekim tarihli iletisinde Amerika’nın hegemonya krizinin bir sistem krizine dönüştüğünü vurguluyor. Ona göre kapitalizm çökmektedir ve insanlığın geleceği “dünya solu” olarak nitelendirdiği sistem-karşıtı güçler tarafından belirlenecektir.
Bu güçler kapitalizmin hegemonya mücadelelerinin dışında kalmalı; enkaz altında kalmaktan kaçınmalıdır. Wallerstein farklı bir mücadele gündemini savunuyor: “Dünya solu da bölünmüştür. Bu bölünmeyi aşmaya çalışmalıyız. İnsanlar acı çekmektedir. Kısa dönemde bu acıları hafifletmenin mücadelesini vermeliyiz. Orta dönemde geleceğe ışık tutmalıyız. Bir sistemden bir başkasına geçerken her şey mümkündür; ancak hiçbir şey kesin değildir.”
soL.org