Sartre’ın dediği gibi, “Marksizm çağımızın entelektüel ufku” olmaya devam etmektedir. Onu ret çabalarının hepsi ondan geriye düşmekle sonuçlanmaktadır. Ama bu Marksizm’in değişmesi ve gelişmesi gereğini ortadan kaldırmamaktadır, aksine buna olan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Fakat Marksizm’i şu anda 150 yıl önce okunduğu gibi okumak da bana göre hatalar içermektedir. Bir kere Marksist metot veya ideoloji o dönemler Burjuva Demokratik Devrimlerin etkisiyle yazılmıştır. Burjuva Demokratik devrimlerinin bilhassa Fransız İhtilali sonrasında ulus-devletlerin ırkçılığa dönüşerek, ulusu, ırk, din, dil ve kan birliğine göre tanımlamaları gerici ulusçuluğun temellerini atmıştır. Bu yüzden ulusçuluğun, ulusun ne demek olduğu tamamıyle anlaşılmalıdır. Bu8nlar anlaşılmadan solun veya Marks, Lenin, Troçki veya Stalin’in ulus ve ulusçuluk tanımlamalarının yanlış açıklamaları anlaşılamayacaktır.
“Ama Marksizm’in gelişmesinden ne anlamak gerekiyor? Çünkü aklı başında hiç kimse ilke düzeyinde böyle bir gelişme ve yenilenmenin gereğini inkâr etmiyor.
Marksizm’in gelişmesi, her şeyden önce, onun, aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından, aydınlanmanın kalıntılarından kurtulması ve arınması demektir. Marksizm, Mongolfiye kardeşlerin balonu gibi, aydınlanmanın safralarından kurtulduğu ölçüde yükselebilir ve çağımızın sorunlarına daha derin ve tutarlı cevaplar verebilir.
Bu gün bütün sosyalist harekete egemen, ilerlemeci ve açık uçlu olmayan bir tarih anlayışıyla, Marksizm’in bu günkü krizi arasında derin bir ilişki bulunmaktadır. Marksizm aydınlanmanın safralarından arınmayı, radikalleşmeyi ve çağımızın sorunlarına bir cevap vermeyi, bu ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından kurtulduğu ölçüde başarabilir.
Ve tam da bu noktada Kıvılcımlı’nın bu yenileme için hayati önemi, bu yenilemenin diğer kaynaklarıyla akrabalığı ve bunları birleştirebilecek kayıp bir halka olduğu ortaya çıkar.
Çünkü aydınlanmanın ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışından uzaklaşmak, radikalleşmek demek; aynı zamanda Marksizm’in ilerlemeci olmayan ve açık uçlu bir tarih ve zaman kavramına dönüşü demektir. Bu Marksizm’in ütopyacı boyutunun yeniden canlanması demektir; bir uygarlık projesi olarak ortaya çıkması demektir; romantik boyutunun ve kaynaklarının ortaya çıkması demektir; Avrupa merkezcilikten kurtulması demektir.
Ama bütün bu sorunların hepsinde Kıvılcımlı’nın o hiç değer verilmeyen ya da bir fantezi olarak görülen görüşleri, birdenbire hayati bir önem kazanır.
Bizlerin tarih ve toplum anlayışlarımızın içine derinlemesine sinmiş, ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışı, son derece yenidir ve aslında şimdi çoktan geçersizliği açığa çıkmış bir anlayıştır.
Bu anlayış insanlık tarihinin tümü göz önüne alındığında, tarihin çok küçük bir bölümü içinde; Aydınlanma ile yirminci yüzyılın ortalarına kadar kısa bir dönem içinde yükselmiş ve yıkılmıştır.
Ama bu anlayış, aslında Marksizm’i revize eden, bayağılaştıran ideolojik veya teorik kaynaklar aracılığıyla bizler, yani bu gün ortalığı kaplamış sosyalist kuşaklar üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir.
Bu ilerlemeci ve tek yönlü tarih anlayışı, sosyalistlerin bu dünyayı anlamalarının ve onun problemleriyle cepheden yüzleşmelerinin önündeki en büyük engel olduğu gibi, tam da bu nedenle, aynı kuşakların, Kıvılcımlı’nın eserinin temelini oluşturan görüşler karşısındaki suskunluk veya ciddiye almaz görünüşün de nedenidir.
Binlerce yıl boyunca insanlık, dairesel, periyodik ya da dönemsel denebilecek bir tarih ve zaman anlayışına sahipti. Güneş, sabah doğuyor akşam batıyordu. Mevsimler dönemsel olarak birbirini izliyor, her yıl aynı çevrim bir kez daha tamamlanıyordu. İnsanlar doğuyor, büyüyor, ölüyor, topraktan gelip toprağa gidiyorlardı.
Bu, zaman tasavvurunu belirliyor ve bu da tarih anlayışına da yansıyordu. Tarih de günler, yıllar, canlıların hayatları gibi aynı çevrimsel veya dairesel zaman kavramına uygun bir şekilde dönüyordu. İbni Haldun’un anlattığı gibi, Medeniyetler, devletler kuruluyor, gelişiyor, yaşlanıyor ve sonunda çöküyorlardı.
O zamanlar zaman, şimdiki dijital saatlerde olduğu gibi akmıyor, “feleğin çarkı” gibi veya kadranlı saatlerde olduğu gibi dönüyordu. “Devran döner”di, akmazdı.
Ancak burjuva uygarlığının, kapitalizmin ve sanayileşmenin ortaya çıkışıyla birlikte, bu çevrimsel, dairesel veya dönemsel diyebileceğimiz zaman ve tarih anlayışının yerini, önce akan ve doğrusal, sonra da evrim teorisiyle ve daha sonraki pozitivizmin desteğiyle, doğru boyunca yükselen bir zaman ve tarih anlayışı aldı.
Evrende bulutsulardan yıldızlar ve gezegenler oluşuyordu. Atomlar basitten karmaşığa doğru gelişiyordu. Uygun koşulların olduğu gezegenlerde, atomlardan moleküller, kristaller ve organik kristaller oluşuyordu. Oradan kendini üreten karmaşık moleküller. Bu evrimin zirvesi olarak ilk basit tek hücreli canlılar ya da virüsler ortaya çıkıyordu. Sonra ilk tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, kabuklular, omurgalılar, memeliler, primatlar ve nihayet en tepede yine bu evrimin zirvesindeki taç: insan ortaya çıkıyordu.
İnsanla birlikte toplum ortaya çıkıyor ve toplum da ilkel sosyalizm, kölecilik, feodalizm, kapitalizm biçiminde gelişiyordu. Ve nasıl cansız varlıklar ilk canlıda, canlılar insanda evrimin zorunlu yasalarına uyarak bir zirveye ulaşıyorlardıysa, toplum da sosyalizme doğru ilerliyordu.
Bu tek yönlü ve yükselen, doğrusal tarih anlayışı içinde “devrimcinin görevi” de, “tarihin tekerleğini hızlandırmak” olarak tanımlanıyordu. Devrim: bu gelişimin önündeki engelleri temizlemek, onun önünü açmak olarak (Üretici güçlerin gelişimine engel olan üretim ilişkilerinin tasfiyesi örneğin) anlaşılıyordu. Devrimci eylem, bu tekerleği hızlandırma ve temizlime çabasından başka bir şey ifade etmiyordu.
“Böylece sadece ulusçuluğun değil, ulusçuluğun çok özel bir biçimi olan, bir tarihe, bir soya, bir dile dayanan en gerici ve ırkçı ulusçuluk bile, bir kere modern medya ve eğitim aracılığıyla insanların kafasına yerleşti mi, en ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenlerin bile o uydurma tarihi ve ulusçuluğu yeniden üretmesine yol açar.
Böylece ulusçuluk ile ulus olgusu arasındaki ilişki, çok özel biçimde, her ulusta olduğu gibi, Türklüğün ne olduğu ve Türk ulusu arasında da ortaya çıkar. Türkler Türklüğün ne olduğunu anlayamazlar çünkü Türk’türler; Ama Türkler Türklüğün ne olduğunu anlayamadıkları için de Türklük var olamaya devam eder. Aynı fasit daire geçerliliğini burada da sürdürür. Olgu ve açıklaması arasındaki birlikte var olmazlık da aynen geçerlidir. Türkler Türklüğün ne olduğunu anladıkları an, Türk ulusu diye bir ulus var olamaz. Türklük var olduğu sürece de Türklerin Türklüğün ne olduğun anlamaları olanaksız hale gelir.
Bu bağıntı, Türklük gibi bir dile, bir tarihe, bir soya göre tanımlanmış bir ulusçuluk ve ulusla mücadele için, o ulusun yaratılmasındaki bütün yalanlara karşı, bütün tarihe karşı bir aydınlatma çabasının olağanüstü önemini gösterir.
Böyle zengin bir literatür olmadan, Türklüğün baştan aşağı uydurma olduğu gerçeği geniş kitlelerin bilincinde yer etmeden, kendini Türklüğe, Türklüğü de soya, tarihe ve dile göre tanımlamış bir ulus ve devlet değiştirilemez.
Böylece demokrasi mücadelesi ile tarihin uluslara göre yeniden yazılmış olmasına ve tahrifatlara karşı mücadele arasında kopmaz bir bağ ortaya çıkar. Tarih, ulusun nasıl tanımlanacağına ilişkin tartışma ya da programın merkezinde bulunur. Tarih’in şu veya bu biçimde anlatımı aslında aynı zamanda somut bir program demektir.
Ama esas sorun başkadır. Örneğin Tarihte hiçbir Türk devleti olmadığını ve olamayacağını söylemek tüm tarihi Türk devletlerinin tarihi olarak okumuş biri için neredeyse olanaksızdır. Dolayısıyla bu tarihin böyle bir bilgisiyle yetişmiş birinin, bu tarihi anlatan olguları, verileri araştırır, bulur ve tasnif ederken de bu anlayışın dışına çıkması zordur ve böylece veriler de tekrar o çarpılmış tarihi doğrulayan veriler olarak yeniden üretilirler. Yani bilimin ham maddesi olan olgular da tarafsız değildir artık.
Dolayısıyla, düşüncenin ilerlemesi için gerekli olan, olgular hakkındaki bilgi ile onun genellemesi arasında bir çelişki de kaybolur ve yokmuş gibi görünür ve böylece kendi kendini üreten bir süreç başlar.
Yine de son yıllardaki, ulusların nasıl yaratıldığına ilişkin çalışmalar, az çok bu gerici ulusçuluğun yarattığı tahribat ve çarpıtmayı bir ölçüde olsun açığa çıkarmıştır.
Ama bunu açığa çıkaran çalışmaların neredeyse hepsi, en iyi durumda toprağa dayalı, tarihsiz nispeten demokratik bir ulusçuluğun, dine dile dayanan daha gerici bir ulusçuluğu eleştirisinden başka bir şey değildirler. Bu çalışmalar, ulusçuluğu sadece dil, tarih vs. dayanan en gerici ulusçulukla özdeş tanımladığı için, aynı zamanda kendileri daha ince ve daha üst düzeyde bir tahrifattırlar. Örneğin, ulusun bir yere göre tanımlanmasını ulusçuluğun aşılması, “ulus devletin sonu” olarak tanımlarlar. Örneğin Avrupa Birliği ile Ulus Devletin aşılmakta olduğundan söz ederler. Avrupa Birliği’nin en iyi durumda yere göre bir ulus tanımı yaptığını görmezler.
Ama tahrifat bu düzeyde bitmez. Bunlar politik olanın ulusal birime göre tanımlanmasında da bir sorun görmezler bu çalışmalar. Dolayısıyla bu eserler, modern tarihin kendisinin, en ilerici biçimlerinde bile aslında bir gericilik olduğunu; politik olanın her hangi bir ulusa göre tanımlanmasının kendi başına bir gericilik olduğunu gizlerler. Tarihe dayanmayan bir ulusçuluğun da ulusçuluk olduğunun anlaşılmasını engellerler; ulusçuluğu sadece dile, dine, kültüre dayanan bir ulusçulukla var olabilirmiş gibi tanımlarlar ve bir üst düzeyde aynı tahribatı kendileri yaparlar.
Ve böylece bu tahrifatlar temelinde, örneğin Avrupa Birliği projesinde, Avrupa’daki her biri Tarihe göre kurulmuş ulusların, toprağa dayalı bir Avrupa ulusu içinde birleşmelerini; yani ulusçuluğun bir biçiminden diğer biçimine geçmelerini, ulusçuluğun ve ulus devletin aşılması olarak görürler ve gösterirler. Aslında olan ulusçuluğun aşılması değil, çok gerici bir biçiminden, toprağa dayalı bir biçime (ki Avrupa’yı kültürel olarak Hıristiyanlıkla tanımlama çabaları tam böyle olmayabileceğini de gösterir) geçilmesidir. Ve bu biçim de bu günün dünyasında, aslında imtiyazları savunup, yeryüzü ölçüsünde bir Apartheit rejiminin savunusu anlamına geldiğinden, artık gerici ve ırkçı bir biçimdir. Böylece örneğin Türklüğün nasıl yaratıldığını anlatan çalışmaların neredeyse tamamı, aslında bu günkü dünyada fiilen bir apartheit sisteminin savunusu anlamına gelen ve yere göre tanımlanan bir ulusçuluğu savunurlar. Bu tür çalışmaların bir sürü örneği Birikim dergisi sayfalarında bulunabilir.
Bu günün dünyasında, dünya ölçüsünde tek bir ilerici formül olabilir. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın tümüyle özel olması, yani uluslara karşı bir devrim.
Ama böyle bir programı savunan anlayış bile tarihi ve toplumu tahrif etmeye devam eder. Çünkü bizzat bu anlayış dinlerin modern toplumun din kavramıyla tanımlanmasına dayanır. Böylece tüm tarihi de sanki özel politik ayrımının var olduğu; dinin bu günkü gibi bir inanç olduğu bakış açısından yeniden tahrif ederler.
Ve bu tahrif yeni de değildir. Aydınlanmanın ortaya çıkışından beri, tüm tarih, akıl ve inancın (dinlerin) mücadelesinin tarihi olarak yazılmaktadır zaten. En azından beş yüz yıldır tüm tarih ve olgulara ilişkin bilgi, dinlerin bir inanç, hurafe, batıl inançlar olduğu kabulüyle biriktirilmekte, toplanmakta, yorumlanmakta ve klasifize edilmektedir. Dolayısıyla olgular yığını da modern toplumun dininin, dinin inanç olduğunu söyleyen dinin damgasını taşır ve onunla uyumlu olarak seçilmiş, anlatılmış ve klasifize edilmiştir.
Burada da bir kendini üreten süreç vardır. Bir yandan olgu diye bilinenler bu dinin kabullerini doğrular görünür; öyle olunca bu dinin kabulleri yeniden üretilir ve bu yeniden üretim ile yeni olgular tekrardan bu kabullere göre aranır, seçilir, bulunur; klasifize edilir ve yorumlanır. Yani olgular ve genellemeler arasında bir çelişki çıkma olasılığı bu düzeyde de kaybolur. Olgular aslında genellemeyi doğrulayacak bir bakış açısından görülmüş, seçilmiş ve sınıflanmışlardır.
Dolayısıyla bu gün örneğin bir ölçüde, tarihe dayanan bir ulusçuluğun yaptığı tahrifatları ve tarih ve toplum yorumlarını eleştiren nispeten daha demokratik ama aslında yine kendisi de Hümanizme göre gerici olan ulusçuluğun yaptığını göstermenin yanı sıra, modern toplumun dininin yaptığı tahrifatı da açığa çıkarmak gerekmektedir.
Not: Yukarıdaki makale Demir Küçükaydın’ın makalelerinden faydalanarak yazılmıştır.