12 Eylül Darbesi Türkiye’de solu artık uzun bir dönem belini doğrultamayacak bir duruma getirirken, Kıbrıs’ta da büyük bir travma yarattı. 12 Eylül olduktan sonra bilhassa 28 Haziran 1981 seçimlerinden sonra Türkiye devleti ve devlet ilgilileri açıkça ve direk olarak Kıbrıs’a müdahale etmeye, Kıbrıs’ı daha fazla kendi ulusal politikalarıyla entegre etmeye başladılar.Uluslararası hukuk yerine kendi hukuklarını uygulayarak, resmi dış politikada prestij kaybedecekleri adımlar atmaya başladılar. Kıbrıstürk halkının kendi kaderini belirlemesi ilkesi hiçbir zaman kaale alınmadı Türkiye egemenleri tarafından. Ama 1980 sonrası bu daha da gözönünde olmaya başladı. “Türkiye’nin Alt Birimi” adlı ibare 12 Eylül Sonrasında uluslararası hukuk normu oldu. 12 Eylül 1980 sonrasında da Kıbrıslıtürklerin ekonomik olarak refah seviyeleri yavaş yavaş düşmeye başladı. Kuzey Kıbrıs’taki refahın çok olduğu ve azaltırması gerektiği açık açık söylenir oldu, bunun yanıda da hazırlanan protokollarla Kıbrıslıtürklerin ekonomik durumlarınındaha da alt seviyelere indirilmesi ana hedef oldu. Bu konuyu bir dizi yazacağımız makalelerle incelemeyi düşündüm. Öncelikle Türkiye’den başlayıp Kıbrıs’a inmek gerekmektedir. Neydi 12 Eylül’ü geçerli kılan ve yapılmasını gerektiren sebepler ? İşte bu soruya yanıt verebilmek için son altmış senenin gelişmelerini analiz edip bugünkü durumlara gelmemiz gerekmektedir. “Derin, ekonomik ve sosyal çelişikiler toplumun bünyesinde yeni politik-ekonomik-kültürel ilişki biçimleri/eğilimler üretirler. Mücadele halindeki sınıfların aktüel bir toplumsal mücadele ekseninde (örneğin bir içsavaş ekseninde) saflaşması aynı zamanda farklı politik, ekonomik, kültürel ilişki biçimlerinin de saflaşmasıdır. Mücadele içindeki sınıfların ilerici ve gerici karakterleri yalnızca ortaya koydukları amaçlarla değil aynı zamanda mücadele içerisinde yarattıkları ilişki biçimleri ve diğer varoluş biçimleri ile belirlenir”(Türkiye Sorunları,Erdal Utku).
12 Eylül Darbesi, Türkiye egemen sınıflarının varolan yasalarla artık dünya kapitalist sistemiyle rekabet edemeyecekleri bir duruma gelmeleri ve mecvut sistemi de aşarak daha fazla kar getirici ve sömürüye daha açık bir sistem için askeri zorlama ve şiddetle tüm demokratik kurumları baskı altına alıp kendileri için daha rahat ve daha sorumsuz hareket edecekleri bir sistemi yaratmaları için yapılmıştır.1980’lerin Türkiyesinde de durum buydu. Büyük mülk sahibi sınıfların ekonomik politik-kültürel yeniden üretim temeli ulusun kendi bünyesi olmaktan çıkmıştı.
“Oligarşiyi oluşturan sınıfların ekonomik varoluşu, halkın ekonomik yokoluşu; politik varoluşu, halkın politikanın tamamen dışına atılması; kültürel varoluşu, halkın düşünemez-konuşamaz hale getirilmesi anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, tekelci sermayeyi, büyük toprak sahiplerinin tefeci tücarları odağına koyarak yeniden üretmek misyonunu yerine getiren bu toplum artık kendisini bir bütün olarak içine alan kollektif bir kimliğin üretilebileceği bir temel olmaktan çıkmıştı”(Türkiye Sorunları, Ertdal Utku).
Aslında 1974 yılından itibaren Türkiye, gelişmekte olan bir içsavaş sürecine sürülmüştür. Emekçilerin reformatif taleplerle örgütlenmesi ve eylemli hale gelmesi karşısında sivil faşist terörün çıkışı ve toplumun bütün katlarını içine almaya başlayan bir yaygınlık göstermesiyle faşist saldırganlığa hedef olan toplum katlarının direniş eylemleri olarak beliren iç savaş, 1977’den itibaren toplumun gündemini belirleyen temel eksen haline gelmiştir.
“Bu sorunda bakıldığında 12 Eylül rejiminin “12 Eylül öncesini demokrasi ile demokrasinin anarşiye dönüşebilme zaafıyla özdeşleştirme “başarı”sı da dikkate değer sayılmalıdır. 12 Eylül rejiminin hala geçerli Anayasasının cevaz verdiği kadarki bir “demokrasi”yi birazcık genişletmeye matuf her girişimi “12 Eylül öncesine dönme” uyarısıyla güdükleştirilmesinin şu yirmi yıl boyunca pek çok örneğini gördüğümüz için 12 Eylül öncesi ile demokrasiyi örtüştüren bu “yorum”un hayli derine işlemiş bir yargı olduğunu söyleyebiliriz”(Birikim,138).
1980 sürecini daha da iyi anlayabilmek için aslında ekonomik gelişmeleri daha da detaylı incelemek gerekmektedir. II. Dünya Savaşı sonrasına kadarki dönemde azgelişmiş ülkelerle sanayileşmiş ülkeler arasındaki ilişki bir bakıma kırkent ilişkisi niteliği taşıyordu. Genel olarak azgelişmiş ülkeler hammadde ve tarım ürünleri ihraç edip, karşılığında sanayi ürünü olan tüketim malları ithal ediyorlardı. Fakat kapitalizmin yeni evresinde durum değişecekti.
“Emperyalizmin klasik dönemi de denilen 1880’li yıllardan II. Dünya Savaşı sonrasına kadar geçen sürece hammadde kaynaklarının kontrolü ve tüketim malları pazarının genişletilmesi amacı ön plandaydı”(Paradigmanın İflası, Başkaya,sf.299).
II. savaştan sonra sermaye ihracının birincil amacı artık sermayenin kendini Dünya ölçeğinde yeniden üretebilmesinin koşulu haline geldi. İç pazara dönük imalat sanayiine dış sermaye dönmeye başladı.Bir taraftan çokuluslu şirketlere patent, lisans, teçhizat, ara malı ve hammadde ihraç olanağı veren, diğer yandan sözde ithal ikamesi sağlayan sanayileşme süreci, dış belirleyiciliklere büyük ölçüde bağımlıydı. Görüntü aslında bir ithal patlamasıydı.Böyle bir sürecin belirli bir dönemden sonra krize girmesi de doğaldı. “Üretebilmek için büyük ithalata gereksinme duyan, ürettiği malları iç pazarda sattığı için döviz ihtiyacını kendisi sağlayamayan, geleneksel ürünlerin ihracından sağlanan dövizin de sürekli azaldığı koşullarda (1968-1971 aralığında Türkiye’nin ihracatının %77’sini tarımsal ürünler oluşturmaktaydı ) sürecin sürdürülmesi ödemeler dengesine bağlıydı”(Başkaya,sf.302).
“Sanayi üretiminin hızla arttığı ama sanayi ürünleri ihracatının artmadığı koşullarda, sürecin devam ettirilmesi başlangıçta dış borçlanma sürdürüldü. Türkiye’nin ihracatı 1960-1970 döneminde yılda ortalama %1.6, 1970-77 aralığında da %0.8 oranında arttı. Türkiye’yle benzer gelişmişlik düzeyindeki 54 ülkede ise bu oranlar aynı dönemler için %5.4 ve %5.1 oldu. Aynı dönemlerde sanayileşmiş ülkelerde de %8.5 ve %6.2 olmuştu. Buna karşılık Türkiye’nin ithalatı 1960’lı yıllarda %5.5, 19760’lerde de %13.1 artmıştır. Bir başka önemli nokta da, Türkiye’nin Dünya ticareti içindeki payının çok düşük olmasıdır. Bu oran 1965’te %0.28, 1980’de %0.16 idi”(Başkaya, sf.303).
Türkiye’nin 12 Eylül Darbesi’ne geliş nedenlerini incelemeye devam edeceğiz.
-DEVAM EDECEK-