Daha önce yayımlanan ilk üç sayıda belirttiğim nedenlerden ötürü, Türkiye’deki mevcut yapı, kurumsal-ideolojik çerçeve içindeki çözüm arayışları (1977-1980) bir çözüm getirmeyecek ve sosyal patlamalarla politik olaylar artarak devam edecekti. Krizi aşmak için getirilen birçok çözüm de fayda etmeyecekti çünkü tutarsızlıklar oldukça fazlaydı. Dış baskılar, çıkarılan zorluklar krizin derinleşmesine sebep oluyordu. 24 Ocak 1980’de başlayıp 12 Eylül’le devam eden süreçte, krize dışgüçlerin ve yerli hakim sınıfların çıkarları yönünde çözümler dayatılacaktı ve öyle de oldu.
Taner Berksoy ,“IMF, İstikrar Politikaları ve Türkiye” adlı, dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik gelişmeler için editörlüğünü Cevdet Erdost’un yaptığı kitapta (1982,161)şunları söylemektedir:
“ 1970’lerin son yılları hem IMF hem de Türkiye açısından an önemlidir. IMF açısından 1977-1978, itibarının iade edildiği yıllardır. İtibarını yeniden sağlamak peşinde olan Fon muhtemelen en tavizsiz ve katı tutumunu takınmak zorundadır. İlk uygulamalar 1977’de Mısır ve Potekiz’de yapılır ve ayaklanmalara varan tepkiler görür. 1978’de ise Fon’un rakipleri Peru ve Türkiye’dir. Bu yılların diriliş döneminde son derece kötü ekonomik koşullarla Fon’un karşısına çıkmak zorunda kalışıdır. Üstelik bu dönem Türkiye’nin, uluslararası siyasette Kıbrıs müdahalesi nedeniyle sıkıştırıldığı, baskı altında tutulduğu yıllardır. Hangi kapı çalınsa ardından bu olay çıkmaktadır. Bu koşullarda once, kendi içinde ekonominin yönetimi konusunda anlaşamayan, ama cephe olmaktan da vazgeçemeyen, bir koalisyon yaşanmıştır. Bu dönemin bıraktığı miras neresinden bakılırsa ağırdır. İzleyen dönemde ise, ne ekonominin içinde bulunduğu bunalımın nedenleri ve boyutları, ne de IMF’nin yeni konumu doğru değerlendirilmiştir.
İlk koalisyon dönemi, bir bakıma,IMF paralelinde bir döviz kuru politikasıyla başlamıştır. Bu, 1977 sonuna kadar devam edecek ve 13 kez yinelenecek mini-devalüasyonlardan oluşan bir politikadır. Sonuçta, Ağustos 1970 devalüasyonu ile Mart 1978 operasyonu arasında, Türk lirası %68.4 oranında değer kaybına uğruyordu. IMF damgasını taşıyan bu politika, Birinci Cephe Koalisyonunun temel ekonomi politikasını oluşturuyordu. Dönemin ikinci temel politikası ise, o yıllarda fonları artmış olan özel piyasalardan kısa vadeli dış borçlanmayla ekonomideki (sf.162)canlılığı sürdürmek gayretiydi…”
“ Türkiye’nin IMF açısından 1980 öncesi gelişmeler, sonraki uygulamadan daha ilginç ipuçları vermektedir. 1977’den başlayarak IMF paralelindeki istikrar politikası paketleri defalarca gündeme gelmiş, iş, seferberlik ilanlarına kadar gitmiştir. Ancak, 1980’e gelindiğinde Türk lirası çok ciddi değer kaybına uğramış ve ekonomi derin bir durgunluğa sürüklenmiştir”(sf. 167-168).
24 Ocak 1980 istikrar politikaları da diğerlerinden farklı olmamış ve IMF kökenli olduğu da daha önceden bilinmiştir. Bu politikalara da istikrarsızlık ve talep şişmesine neden olan parasal bir olgu olarak bakılmıştır. Çözüm parasal düzenlemelerde aranırken faiz oranları ve vergilenmeye ilişkin sonradan gelen düzenlemeler bir kenara bırakılırsa, 24 Ocak paketi diğerlerinden pek farklı da değildi.
“Kapitalizmin aşağıdan yukarıya doğru gelişmesi sırasında, metropol ülkelerde, burjuvazinin işçi sınıfı ve köylülerle beraber feodal yapıların kırılması için yürüttüğü mücadeleler sonucu olarak, toplumda biçimsel anlamda eşitlik, özgürlük ve demokrasi gelişmiştir. Bu tarihsel gelişme sonucunda, egemen-yönetici sınıf konumuna yükselen burjuvazi, kriz dönemleri dışında, demokratik hak ve özgürlüklere dayalı bir demokrasiyle yönetimini sürdürmektedir. Bu şekilde, emekçi halk kitlelerine geniş özgürlükler ve yönetimi şeklen belirleme hakkı tanırken, sahip oldukları ekonomik güç sayesinde yönetim tekelini ellerinde tutabilmektedirler.
Bizde ise, kapitalizmin gelişmesi, Batıdakinden farklı bir gelişme izlemiştir.
Cumhuriyet döneminde siyasi bağımsızlığımızın sağlanmasının arkasından, eski feodal yapıların belirli oranda kırılmasına rağmen, demokrartik devrim tamamlanamamıştır.
Cumhuriyet, yarı-sömürge, yarı-feodal bir devlet yerine bağımsız bir ulusal devlet yapısı getirirken, komprador ve feodal unsurların devlet üzerindeki etkinliğine bir yerde son veriyordu. Keza, laiklik ve halifeliğin kaldırılması, laik bir eğitim sistemine geçiş, demokratik devrim yönündeki gelişmelerdir. Ancak, bu gelişme, halkın örgütlü ve bilinçli bir hareketi sonucu olmaması, yukarıdan aşağı bir nitelik taşıması nedeniyle tamamlanamamıştır. Bu yüzden, halk kitlelerine güçlü bir demokrasi kültürü ve bilinci yerleşememiştir. Toprak sorunu ve ulusal sorun çözülememiş; arkasından çok partili sistemin kurulmasıyla beraber ortaya çıkan gelişmeler sonucu, daha baştan emperyalist tekellerle ortaklık içinde doğup, gelişen tekelci burjuvazi, büyük toprak ağalarıyla yönetimi paylaşmaya, giderek yönetimde egemen konuma yükselmeye başlamıştır.
Böylece, çok partili parlamenter sisteme geçilmesinden sonra, egemen sınıflar ittifakı kendi içinde çelişmeli bir yapıyla ortaya çıkmıştır. İşbirlikçi ve tekelci niteliklere sahip sanayi burjuvazisi, yönetimde giderek artan bir etkinlik kazandıkça, tekel dışı burjuvazi ve feodal-yarı feodal kesimlerle olan çıkar çelişmeleri, buhran dönemlerinde “parlamenter sistemdeki” dayanma eğilimlerini güçlendirerek, 12 Mart-12 eylül askeri darbelerinde dış faktörlerle birlikte önemli bir rol oynamıştır( Devrimci Yol Savunması,1989, Simge Yayınları,sf.65-66).
-DEVAM EDECEK-