Nereye doğru evrileceği kestirilemeyen AKP-Cemaat savaşı neden çıktı? Bu yılın savaşı değil bu. 2012 başında 7 Şubat MİT operasyonunu da hatırlarsak, en azından iki yıllık geçmişi var. Ama ondan önce 2002 Kasım seçimlerinden başlayan ve 2011’lere ulaşan 8-9 yıllık mutlu-mesut birliktelik varken, üç genel seçim, iki yerel seçim, bir referandumda kader birliği yapılıp karşılıklı şükranlar sunulmuşken neden kavga çıktı? Bunun kestirme cevabı; iktidar paylaşım savaşıdır. Doğrudur da. Her iktidar mücadelesi sonuçta bir egemen sınıf mücadelesidir ve altında eninde sonunda sermaye birikimi, yani ekonomik temel yatar. AKP-Cemaat kavgasının da son tahlilde temelinde “para-meta-para’ ” çarkıyla ilgili iktidar ve bölüşüm kavgaları var. Bu halkayı tutarak analizi ilerletelim.
YÜKSELİŞ YILLARI
2002’de AKP’yi iktidara getiren en önemli etken, 2001 krizinin halkı bezdiren sonuçlarıydı. Ecevit koalisyonunun partileri barajın altında kalınca, AKP-C koalisyonu tek başına iktidar oldu. Bu iktidara gelişte ekonomi en baskın ögeydi. Ortaklığın 2007 seçimlerine kadar “yükselen” performansında ise hem iç hem dış etkenler etkili oldu. K.Derviş-IMF prodüksiyonu “reformlar”ın meyvesini toplayan AKP-C, dış dünyada yaşanan likidite bolluğundan da testisini doldurmayı bildi. Özelleştirmeler yolunda gitti, tek parti iktidarı ve ekonomide neoliberal ilkelere sadakat, yabancı yatırımcıları çekti ve ekonomi ortalama yüzde 6-7’yi bulan büyüme oranları yaşadı.
Bu performansla dışarıya (ABD ve AB’ye) rüştünü kanıtladığını düşünen iktidar, onların da desteği ile “sivil siyaset” operasyonlarını başlattı ve yükselişine engel gördüklerini, Ergenekon ve Balyoz benzeri operasyonlarla elimine etti. Bu operasyonlarda yargıda ve emniyette kadrolaşmış Cemaat, ana rolü üstlenirken AKP arkasında durdu. Entrika yüklü operasyonlar, içerideki “kullanılmış ahmak” , yetmez ama evetçilerin de şahadetiyle dış dünyadan büyük destek gördü. Türkiye demokratikleşiyordu!… Cemaat, hızını kesmeyip Kürt siyasetine karşı da KCK operasyonlarını yürütürken yine AKP’nin bir itirazı olmadı.
CARİ AÇIK BATAĞI…
Buraya kadar AKP-C ortaklığı sorunsuz ilerliyor ve Bülent Arınç’ın deyimiyle, “Güzel Allahım, verdikçe veriyordu”…Hem öyle veriyordu ki, 2008 dünya krizi gelip çattığında herkes sapır sapır dökülürken Türkiye ekonomisi bir sarsıntıdan sonra toparlanıyor ve 2010 ile 2011 yıllarını yüzde 9 ortalama büyüme ile kapatıyordu. Madalyonun “büyüme” yüzüne bakan herkes, “Türkiye mucizesi”nden söz ediyor ve gıpta ediyordu. Kimse, madalyonun arka yüzündeki yüksek cari açığı görmek istemiyor ya da “cari açıkla büyüme” yi de bir yöntem olarak başarıyla yürüten Türkiye efsanesi uyduruluyordu.
Oysa gerçek, AKP-C’nin, adım adım ekonomik batağa saptanmakta olduğuydu. Büyümesini ancak ve ancak dış kaynak girişi ile gerçekleştiren yılda ortalama 40 milyar dolar dış kaynak çeken(ağırlıkla dış borç) iktidarın bu kaynağı döviz kazandıran değil, döviz harcayan sektörlerde, başta da inşaatta kullanması her yıl çemberin daralmasıyla sonuçlanıyordu.
Cari açık ile büyümenin nasıl bir batak olduğu gerçeği ile yüzleşmeye yanaşmayan RTE ve yakın çevresi, bu büyüme efsanesiyle içeride özgürlükleri iyice kısarak “tek tipleştiren” bir politika izliyor; dışarıda da kendisini “bölgesel güç” ilan etmeye kalkıyordu. Bu sayede Irak’ın Kürdistanı’ndaki petrole de hükemedebileceklerini, Suriye’de Esad’ın devrilmesiyle bölgede alan genişleteceklerini, dolayısıyla Orta Doğu pazarında daha çok at koşturabileceklerini umuyorlardı.
İNİŞE DOĞRU…
Bu kıymeti kendinden menkul Yeni Osmanlıcılık, bu bölgesel güç vehmi, Orta Doğu’daki ABD politikalarıyla çatışıyordu. Suriye, Irak, Mısır hep çatışma alanı oldu. ABD’nin paralelinde duran Cemaat de, bu noktadan itibaren AKP ile çatışmaya başladı. Irak’taki petrol rüyası, Kürt meselesine yaklaşımda AKP ile Cemaat’i (ABD)’yi karşı karşıya getiriyordu. İçeride, döviz kazanamayan ekonomiyi çevirebilmenin tek yolu olan inşaat, perakende, finans, sağlık, eğitim, kentsel yatırımlar vb alanlarda, RTE ve yakın çevresi hep kendine yontuyor, başta İstanbul rantının paylaşımı konusu olmak üzere, kent rantlarını hamuduyla götürüyorlar, güçlendikçe Cemaat sermayesi ile arayı açıyorlardı. Kayırma, rüşvet alanen yapılıyor ve kendilerini dokunulmaz görüyorlardı. Dahası RTE, başkanlık sistemi ile gücüne güç katma hevesindeydi ve bu, Cemaat’in iyice kenara itilmesi anlamına gelebilirdi. Oysa, iktidarı birlikte kurmuşlardı ve Cemaat hakkının yenildiğini düşünüyordu.
2012 başında 7 Şubat’ta Oslo-Kürt meselesi üstünden MİT operasyonu ile başlayan Cemaat atağını savuşturan RTE, kendini yenilmez görüp açık verdikçe Cemaat cephane yığınağı yaptı ve AKP’nin ABD ile şeker renk olduğu, Gezi ile çizik yiyip kimyasının bozulduğu 2013’ün sonlarında, tam da sandığa giderken yolsuzluk hamlesini patlattı.
Hikayenin sonu nereye doğru seyreder, yaşayıp görürüz. Ama bu, son tahlilde bir paylaşım savaşıdır. Bu gözle izlemek, anlamayı ve ne yapılması gerektiğini kolaylaştırır.