İçerisine girdiğimiz yeni yılın siyasal-toplumsal düzeyde yeni dizilişlere, uzun dönemdir egemen hale gelmiş, hatta çok kısa bir süre öncesine kadar neredeyse değişmez/ebedi addedilen dengelerde altüst oluşlara gebe olduğu beylik tespitinden başlayalım. Bu tespite yol açansa AKP iktidarının siyasal aygıt ve kendi etrafında yarattığı ittifaklar düzeyinde 12 yıllık iktidarı boyunca ilk defa bu ölçüde iç konsolidasyonunu yitirmiş bir görüntü sergilemesi. Bu görüntü elbette ansızın oluşmadı. En başta, Gezi direnişi, Erdoğan ve AKP’nin hegemonik söyleminin şimdiye kadar aldığı en büyük yarayı oluşturdu. Gezi’nin iktidarın kimyasını bozan, alıştığı zemini ayağının altından çeken doğası, hükümet onu sokakta acımasızca bastırmayı becerse de yarattığı siyasal-toplumsal-psikolojik travmadan kolayca kurtulabilmesine olanak vermedi, vermiyor. Bu nedenle, başta Erdoğan’ın açıklamaları olmak üzere, iktidarın dilinde Gezi, adeta ülkedeki tüm melanetlerin simgesine dönüştü. Gezi direnişinin ülke siyasetini ne yönde etkileyeceğini kestirmek kolay olmasa da iki husustan emin olunabilir: Bu dalganın ülkenin genel manzarasını bir anda değiştireceğini beklemek de bu muazzam halk hareketinin hiç iz bırakmadan silinip gideceğini, parantezin kapanmasıyla “normalin” olanca ağırlığının tekrar hüküm süreceğini beklemek de beyhude. Gezi’nin uzun erimli siyasal ve toplumsal etkilerini ifratla tefrit arasındaki bu değerlendirmelerin ötesinde aramak gerekiyor. Bu yönde atılacak ilk adımsa Gezi direnişinin iktidar üzerinde yarattığı kalıcı tahribatı teslim etmekle olabilir.
Öte yandan AKP ve cemaat arasında önce dershanelerin kapatılması projesiyle gündeme gelen (elbette Hakan Fidan’a yönelik 7 Şubat operasyonuyla bir tarihselliğe de sahip olan) ve 17 Aralık’tan itibaren bakan çocukları, iktidarla yakın ilişkili kimi işadamları, bir belediye başkanına yönelik operasyonlarla zirveye ulaşan çatışmanın kendisi, iktidar açısından başka bir düzeyde, “yukarıdan” hayati bir darbe oluşturuyor. İktidarın tepe noktalarında, bizzat iktidar bloğunun içerisinde yaşanan bu saflaşma ve güç mücadelesinin nasıl neticeleneceği büyük ölçüde yeni yılın çözeceği bir muamma olarak kalıyor gözükse de hiç kuşkusuz iktidarda çözülme, daralma ve hatta kaçış eğilimlerini pekiştirmiş durumda. Yıllardır memleketin dümenini kontrol eden ve adeta bir koalisyon oluşturarak AKP iktidarının neredeyse tüm geleneksel “vesayetçi” mekanizmaları siyaseten tasfiye etmesini, daha doğrusu kendi denetimi altına alabilmesini sağlayan bu güçlerin devasa iktidar mücadelesinin olası sonuçları okumakta olduğunuz bu kısa yazının kapsamı dışında yer alıyor. Bu bağlamda şimdilik sadece AKP iktidarının yeni yıla bir çözülme görüntüsü içerisinde girmesini sağlayan bu iki çok farklı sürece dair oluşturduğu ve popülarize etmeye çalıştığı anlatının/ların, daha doğrusu savunma hattının temel vurguları dile getirilmeye çalışılacak.
Büyük komplonun parçası olarak Gezi
AKP hükümeti, Gezi’nin yarattığı ve hiç beklemediği bu kitlesel kalkışmanın yarattığı ilk sarsıntıdan silkindikçe tanıdık ve kendisi açısından hiç olmazsa şimdiye kadar başarılı olmuş bir stratejiyi devreye soktu. Direnişi “demokrasiye” (yani kendisine) karşı bir müdahale teşebbüsü olarak itibarsızlaştırmak yolunda konspirasyon teorilerini piyasaya sürdü. İlk adımda kendi çekirdek tabanını Soğuk Savaş antikomünizmi kalıntısı argümanlar ve bol miktarda antisemitist göndermeyle konsolide etmeyi seçti. Türk sağının zihin dünyasının merkezinde yer alan muhalif olanın, muhayyel millî bünyeye her yönüyle yabancı bir özne oluşturduğuna ilişkin türlü naftalinli argümanlar, büyük bir hızla, adeta aslına rücu etmenin getirdiği iştiyakle sandıktan çıkarılarak tedavüle sokuldu. Ancak, bu tezvirat kampanyasının bu zihin dünyasına aşina olmayanlarda acı bir tebessüme yol açacak denli ikna edicilikten yoksun olması kimseyi yanıltmamalı. Hâkim fikirleri üretme ve yayma araçlarına sahip olanlar açısından belirli bir fikrin ne kadar rasyonel ve ikna edici olduğundan öte, ne kadar yoğun ve etkin bir biçimde yaygınlaştırıldığıdır. Erdoğan, vesayet karşıtı popülizminin geçmişte geniş kitleleri seferber edici bir söylem olarak ne kadar başarılı olduğunun farkında. Bundan dolayı bir kez daha kendisi ve partisini “milletin” otantik temsilcisi olarak konumlandırmaya ve dolayısıyla da kendisine yönelik muhalefeti de dış mihraklarca, yabancı odaklarca desteklenen gayrı millî bir elit ve azınlığın kumpası, demokrasiye “darbesi” olarak kodlamakta bir beis görmüyor. İktidarın kendi etrafında oluşturmayı başardığı devasa propaganda makinesi de bu algıyı türlü vesilelerle popülerleştirme noktasında elinden geleni ardına koymadı, koymuyor.
Kitlesel protestolar karşısında ilk günlerde afallayan iktidarın çeşitli unsurlarının sonraki günlerde Erdoğan etrafında kenetlenmesi, lider ve yakın çevresi patentli türlü komplo teorilerinin ikna gücünden çok AKP iktidarı döneminde edinilen siyasal ve iktisadi ayrıcalık ve imtiyazların kaybedilmesi tehlikesine karşı verilmiş bir tepki olarak değerlendirilmeli. Erdoğan özellikle partisinin çekirdek kadro ve tabanının bu korkusuna yatırım yaparak tabanı ve partisinin yönetici kadrosu üzerinde kendi tartışmasız liderliğini pekiştirmeyi büyük ölçüde başarmış görünse de dikişlerin gevşemeye başladığı, bir ilk sarsıntıda Erdoğan’ın liderliğinin tartışmaya açılacağını da öngörmek gerekmekte.
Yine komplo, komple komplo
İktidarın kilit noktalarına yönelik 17 Aralık yolsuzluk, kara para ve rüşvet operasyonları karşısında Erdoğan ve parti yönetiminin geliştirdiği tepki de yukarıdaki bağlam çerçevesinde anlaşılabilir. Zira bırakalım sarsıntıyı, 17 Aralık tarihindeki operasyonların siyasal etkisi tek kelimeyle deprem olarak ifade edilebilir. İlk andan itibaren iktidar ve onun sözcüleri yaşananın bir yolsuzluk soruşturmasının ötesinde, giderek daha açık bir biçimde Gülen cemaatinin/”örgütünün”, devlet içerisinde yuvalanmış paralel bir devlet yapılanmasının seçilmiş ve meşru iktidara ve onun lideri Erdoğan’a bir darbe girişimi olarak kodladı. Bu bağlamda 17 Aralık ve sonrasındaki süreç hukuki bir operasyon, bir süreç değil, bir darbe girişimi, bir kalkışma, küresel aktörlerin rol aldığı bir komplo olarak anlamlandırıldı. Söz konusu olan, bir yolsuzluk soruşturması değil, giderek küresel sistem içerisinde güç kazanan ve bu sistemin egemen aktörlerinden bağımsız tavırlar sergileyen Türkiye’ye, hükümete ve elbette onun tartışmasız liderine bir had bildirme operasyonuydu. Bu operasyonda da küresel güçlerin taşeronluğuna soyunan bir takım gayrı milli güçler ön plana çıkmış, seçilmiş iktidara karşı yeni bir vesayet oluşturmak istenmişti.
Böylelikle bu anlatı çerçevesinde bir yandan kamuoyunun dikkati, ucu Erdoğan’ın oğluna kadar uzanabilecek yolsuzluk suçlamalarından uzaklaştırılarak devlet içerisinde paralel bir örgütlenme oluşturduğu suçlamasıyla cemaate yönlendirilirken öte taraftan da sürecin kendisinin sıradan fanilerin nüfuz edemeyeceği bir iktidar savaşı olarak kodlanmasını/anlamlandırılmasını sağladı. Bu iktidar savaşının bir tarafında demokratik meşruiyete sahip bir iktidar ve onun tartışmasız lideri Erdoğan bulunurken diğer tarafındaysa cemaatin bir uzantısını oluşturduğu ABD’den İsrail’e, CIA’dan Mossad’a, küresel sistemin egemen aktörlerinden “Gezicilere” kadar uzanan “ortaya karışık” bir blok oluşturduğu iddia edilmekte. Böylelikle bir kez daha siyasetin kendisi biz sıradan fanilerin idrak edemeyeceği, sırrına ancak belli aracılar vasıtasıyla vakıf olabileceği büyük adamlar ve ulaşılmaz güçler arasında bir güç mücadelesine indirgeniyor. Bu tabloda sıradan fanilere düşense iki taraftan birisinin hanesine nefer olarak yazılmaktan öteye gitmiyor.
Söz açılmışken tam da bu noktada kısa bir geçmiş muhasebesine değinmeden olmaz. Neredeyse çok yakın bir döneme kadar iktidara “özgürlükçü” bir eda ve hava sağlayan hakim demokratikleşme anlatısının ıskaladığı önemli hususlardan birisi de siyasete ilişkin tam da böyle bir algının egemen olmasının kale alınmaması oluşturmakta. Zira AKP ve onun türlü sözcülerinin pekişmesinde büyük pay sahibi olduğu bu siyaset algısı, yani siyasetin kendisinin ulaşılmaz, müdahale edilemez büyük güçler/muktedirler arasında bir bilek güreşi olarak tanımlandığı bir noktada demokratikleşmenin kendisinden, yani sıradan insanların kendi hayat ve kaderlerine egemen olmalarından bahis bile edilemeyeceği basit gerçeğiydi. Siyasetin büyük komplolardan, bunları çözecek şifrelerden, maymuncuklardan ibaret kaldığı bir ortam kitlelerin siyasete müdahil olabilmelerinin imkânlarını berhava ederek onları basit, eylemsiz birer izleyiciye dönüştürerek siyaseti siyasetsizleştireceği gerçeğiydi.
Tüm bunlara rağmen önümüzdeki dönemde AKP’nin işinin oldukça zor olacağını teslim etmek gerekiyor. İktidar bir süredir toplum üzerindeki hegemonyasının genişlemesinin, rıza üretme kapasitesinin sınırlarında bulunmaktaydı. Hegemonyasının kapsamayı hedeflediği alan bu kadar geniş ve birbiriyle çelişik unsurdan meydana gelince ister istemez bir süre sonra bu geniş toplamın dikişlerinin patlaması, unsurlar arasında çelişkilerin açığa çıkması kaçınılmaz oluyor ve daha da olacak. Daha düne kadar iktidar cephesinin merkezini oluşturan unsurlar arasında yaşanan şu kıyasıya toz duman bu durumun en açık göstergesi. Üstelik uzun yıllar sürmüş iktidarı boyunca AKP’nin alamet-i farikası olmuş, genel veya tekil meseleler üzerine kendi etrafında ittifaklar yaratabilme, ilk bakışta çok farklı sayılabilecek unsurları kendi sözü etrafında seferber etme hasletinin de tuzla buz olmasına tanık oluyoruz. Tam aksine giderek karşı karşıya bulunduğumuz, kendi suret ve sözüne meftun ve kendi dışındakilere sağır ve körleşen ve bu ölçüde yalnızlaşan, daralan, ikna edicilikten uzaklaşan bir iktidar görüntüsü.
Kelimenin gerçek anlamıyla “şefçi” bir rejimin temel tanımlayıcı özelliğine uygun olarak bizzat kendisini “millî irade” ile özdeşleştiren ve şahsına karşı her eleştiri ve itirazı gayrı millî ilan eden, ihanet olarak, yabancı odakların ajanlığı olarak kodlayan bu tavrın gidebileceği uç noktayı öngörebilmekse hayli ürkütücü. Salt son dönemde iktidar partisiyle tam manasıyla özdeşleşmiş, başbakan etrafında sıkıca kenetlenmiş olanlar dışında, neredeyse tüm toplumu ötekileştiren, dışlayan, kriminalize eden ve en nihayetinde adeta “dış mihrakların” bir uzantısına, basit bir aletine indirgeyen söyleminin hele iktidarın içine sürüklenmekte olduğu yıpranmanın kaçınılmaz derinleşmesi sürecinde nasıl gerilimli bir manzara yaratabileceğini öngörebilmek kolay değil. Öte yandan, seçimlere kadar bu pozisyonda ısrar, AKP’nin kendi tabanını konsolide etmesi aracılığıyla pekâlâ ilk planda “sonuç alıcı” da olabileceği iddia edilebilir. Yine de AKP’nin işinin hiç de kolay olmadığını teslim etmek gerek.
AKP’yi oluşturan toplumsal blokun çeşitli unsurlarının, partinin söyleminin giderek daha fazla “ideolojik” hale gelmesi, içermeci ya da bu manada kitle partisi özelliğini kaybetme emareleri karşısında bu bloktan ayrılması yabana atılacak bir ihtimal değil. Özellikle uluslararası alanda, küresel sistemin egemenleri nezdinde AKP iktidarının ve Erdoğan’ın giderek yaldızlarının açıkça döküldüğü, başta Suriye politikası olmak üzere çeşitli vesileler nedeniyle itibar kaybı, yalnızlaşma ve içe kapanma eğiliminin pekiştiği ve iktisadî “başarı” öyküsünün ikna ediciliğini giderek yitirebileceği bir ortamda AKP’nin çekirdek tabanı olarak algıladığı kesimlerde dahi ciddi bir “kaçış” eğilimi tetiklenebilir.
Hiç kuşkusuz içerisine girdiğimiz yıl muktedirler cephesindeki bu soruların yanıtını verecek. Fakat yanıtlanması gereken asıl soruysa Haziran günlerinde beklenmedik biçimde kendi hayatlarına dair söz söyleme iradesiyle sokağa çıkan milyonların, siyaset sahnesine ilk adımını atan yeni bir kuşağın siyasal ve toplumsal enerjisini yeni biçimlere kavuşturup süreklileştirmeyi başarıp başaramayacağı. Muktedirler arasındaki acımasız kavganın muhtemel sonuçlarındansa asıl bu soruya ne yönde yanıt verileceği hiç olmazsa yakın gelecekte nasıl bir ülkede yaşayacağımızı tayin edecek. Yeni yılda, üzerimize giderek daha fazla çöken bu muhafazakârlaştırıcı neoliberal otoriter karabasanın yoğunlaşacağını mı, yoksa yeni bir özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik hamleye mi tanık olacağımızı bu yanıtın alacağı biçim belirleyecek.