Merkez bankasının 21.01.2014 tarihli para politikası kurulu toplantısı öncesinde gözler faiz kararının ne olacağına çevrilmişti. Toplantı öncesinde özellikle 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun giderek bir devlet krizi halini alması ve yaklaşan seçim atmosferi nedeniyle iyice sarsılan siyasi istikrar tablosu, dolar ve avro üzerindeki baskıyı iyiden iyiye artırmıştı. TL’nin kontrolsüzce ve hızla değer kaybetmesi karşısında bankanın neden faiz kartını kullanmadığı konusu uzun süredir pek çok yorumcunun gündeminde. 23 Ocak Perşembe günü ise merkez bankasının 2 milyar dolarlık müdahalesine rağmen dolar ve avroda tarihi rekorlar kırıldı ve yükseliş durdurulamadı. Peki, siyaseten yaşanan toz dumanın üstüne ekonomide yaşanan bu gelişmeleri nasıl değerlendirmeliyiz?
2013’ten kalan
Bunun için bir adım geri çekilip, geçtiğimiz yıldan kalanları hatırlamalıyız. Türkiye açısından 2013’ün en önemli mirası, AKP dönemindeki ekonomik ve siyasi istikrarın ciddi şekilde erozyona uğramasıydı. Öncelikle Gezi Direnişi ile neoliberal muhafazakâr iktidarın sınırlarına gelindiği görüldü. 17 Aralık sonrasında ise, iktidar koalisyonu içinde Haziran’da genişleyen çatlakların büyük bir gürültüyle çatırdayarak kırıldığına şahit olduk. 2013’te yaşanan en önemli dış gelişme ise FED’in ABD ekonomisindeki iyileşmeye bağlı olarak tahvil alım programını kademeli olarak azaltmaya başlayacağını duyurması oldu. Bunun anlamı, özellikle 2008 krizi sonrası büyük merkez bankalarının eşgüdümlü olarak uygulamaya soktukları kurtarma planları sonrasında dünya piyasalarında görülen döviz bolluğunun sonuna gelinmesiydi. Bunun sonucunda dünya genelinde değerlenmek üzere farklı piyasalara doğru hareket eden uluslararası yatırımların riskli bölgelerden daha güvenli bölgelere doğru hareket etmesi bekleniyor. Şu anda yaşadığımız gelişmelerin temelinde bu gelişme var. Ancak bu gelişme, son dönemde yaşadıklarımızın nedenini anlatsa da şiddetini açıklamıyor. Eşdeğerleri arasında neden Türkiye bu kadar çok etkilendi sorusu, dışarıdaki gelişmelerden çok içerideki gelişmelerle ilgili.
riskin kaynağı cari açık
Bunun en temel nedeni, Türkiye ekonomisinin verdiği cari açığın yüksekliği. Cari açık, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi ile asimetrik bütünleşmesinin sonuçlarından biri olarak görülebilir. Diğer yandan yurtiçi tasarruf oranı düşük olması, Türkiye ekonomisindeki büyümenin büyük ölçüde yabancı para girişine bağlı olarak geçekleşmesine neden oluyor. 2001 kriz sonrasında yabancı para girişi, bir yandan IMF programının ve AB’ye üyelik görüşmelerinin sağladığı güven ortamıyla, diğer yandan da uygulanan yüksek faiz politikası sonucunda artarak devam etti. Yüksek faiz nedeniyle Türkiye’ye gelen sermaye sonucunda ekonomik büyüme canlandı ancak ekonomide cari açığı sistematik olarak düşürecek bir yapısal dönüşüm yaşanmadı.
2008 krizinin etkisi
Krizle birlikte büyük merkez bankalarının eşgüdümlü müdahalesi sonucunda bollaşan döviz, Türkiye’nin 2008’e kadar sürdürmek zorunda kaldığı yüksek faiz politikasını değiştirmek için uygun bir aralık oluşturdu. Türkiye gibi piyasalarda yaşanan döviz bolluğu, faizlerin düşürüldüğü bir ortamda dahi yabancı tasarrufların kullanılabileceği ve ekonomik büyümenin süreceği düşüncesini beraberinde getirdi. Faizlerin düşürülmesi aynı zamanda kriz nedeniyle daralan dış pazarlar yerine iç pazarın hareketlenmesini sağladı ve bir krizden çıkış stratejisi olarak uygulandı. Dolayısıyla 2008’den sonra faizler kademeli olarak azaltıldı ve şu an neredeyse reel faizler negatif durumda. Ancak 2013 ile beraber, 2008’den beri var olan konjonktür değişmeye başladı ve artık yabancı tasarrufların öncesindeki kadar kolay kullanıldığı bir dönemin sonuna gelindi.
düşük faiz ısrarının nedeni
Bu ortamda yabancı çıkışlarının yaşanması, TL üzerinde değersizleşme baskısı yaratıyor. Buna müdahale için merkez bankasının elinde iki araç var. Bunlardan ilki olan kur, merkez bankası rezervleri ile sınırlı olduğu için dövizi düşürmek için kullanılabilecek sürdürülebilir bir araç değil. Diğer araç ise faiz oranlarını yükselterek Türkiye piyasasını yabancı yatırımcı için yeniden cazip kılmak. Ancak hükümet faiz oranlarını artırarak yaklaşan seçimler nedeniyle, zaten 2013’de başlamış olan ekonomik yavaşlamanın daha da hızlanması istemiyor. Buna ek olarak faizlerin artması ile özellikle kentsel dönüşüm programlarının aksaması, konut kredisi kullananların sıkıntıya düşmesi ve genel olarak iç talebin daralması söz konu olabilir ki bunların seçime giden bir hükümet için rahatsız edici gelişmeler olacağı açık. Dolayısıyla hükümetin sıkça kullandığı “faiz lobisi” argümanındaki komplo teorilerini bir kenara koyarsak, düşük faiz ısrarının gerisinde ekonomideki yavaşlamanın azaltılması çabası olduğunu söyleyebiliriz.
kurdaki serbest düşüşün olası sonuçları
Ancak bu çaba, TL’yi değersizleştirdiği ölçüde, özellikle TL kazanıp dövizle borçlanan firmalar için yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Buna ek olarak, ihracatın ithalata bağlı olarak değiştiği düşünülürse, TL’nin değerlenmesi ihracat artışı açısından da beklenildiği kadar pozitif bir etki yapmayacaktır. Kısacası, bu süreçte hangi aracın (kur ya da faiz) kullanılacağı konusu politik bir tercihtir ve hükümet seçimini faizden yana kullanmamakta ısrarlı. Böyle bir ortamda TL’nin değersizleşmesinin herhangi bir sınırı görünmüyor.
Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, hükümet seçim stratejisinin bir parçası olarak dövizi serbest bırakarak tehlikeli bir kulvarda ilerliyor. Zira görünen o ki dövizdeki bu yükseliş hızla firma iflaslarını tetikleyebilir, zaten yüzde çift hanelere yaklaşan işsizliği daha da artırabilir ve orta vadede de enflasyonu yükseltebilir.
Bu durumun siyasete yansımaları elbette olacaktır ancak mevcut güç dengelerini gözeterek düşünürsek, olası bir kriz durumunda uygulanacak program, neoliberalizmi derinleştirmekten öteye gitmeyecektir. Dengeleri bozabilecek olan tek olasılık, geniş toplum kesimlerini kapsayan, hükümet karşıtlığından sistem karşıtlığına uzanan bir alternatif çekim merkezinin yaratılabilmesi olarak görülüyor.