Halil Karapaşaoğlu’nun Afrika Gazetesinde “Apartman boşluğu” başlıklı köşesinde yayınlanan yazısı
Sigarasını yaktı…
Cebinde son birkaç poundu kalmıştı…
Haftalardır iş bulamıyordu…
Notting Hill Gate İstasyonu’ndan trene binmiş…
Old Street İstasyon’una kadar olan birçok durakta inip iş aramıştı…
Polonyalı göçmenlerin Londra’ya akın etmeye başlamasından sonra iş bulmak zorlaşmıştı…
Bulduğu işlerde de çok fazla kalmıyordu. Muhakkak ya mekanın sahibiyle tartışıyor ya da patrona yalakalık yapan bir işçiyle…
Dayanamıyordu…
Bazen sırtına vurduğu gibi çantasını gitmeyi düşünüyordu buralardan…
Cebelitarık Boğazı’ndan güneşli bir günde…
Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na küçücük bir tekne ile geçmek…
Ve rüzgara doğru…
Karpaz’da hasat edilmiş Virgina tütününü ciğerlerine çekmek istiyordu…
Ne güzel olurdu öyle değil mi?
Hayatının sadece bir dakikası bile kendini insan hissetmek her insanın hakkı değil miydi?
Büyük Endülüs topraklarının en güzel liman şehri olan…
Costa Del Sol üzerine kurulmuş Malaga’ya o tekneden bir çırpıda zıplamak, gençliğine yakışmaz mıydı?
* * *
Afganistanlı tüccarların işlettiği otellerin birinde kalıyordu…
20, 14, 8 kişilik odalar vardı…
Her biri ağzına kadar gezgin ve işçiyle doluydu…
Kaldığı oda da özel mülkiyet yoktu…
Her şey herkesindi…
Bu kurallar; uzun uzun tartışmalardan sonra alınmış bir karar değildi…
Milleti belli olmayan hırsızlar vardı…
O hırsızlar her şeyi her an kamusallaştırıyordu zaten…
Bunun önüne geçmek imkânsızdı…
Hırsızların sayesinde her şey değişiyordu bu otelde…
Tuvalet, banyo, mutfak herkes her şeyi kullanabiliyordu…
İnsanı özel hissettirecek ya da insanın her hangi bir şeyi sahiplenmesini sağlayacak hiçbir şey yoktu…
Otelin en ucuz odası 20 kişilik odaydı…
20 kişi küçücük bir odada üst üste alt alta yatıyordu…
Yıllar sonra Londra’ya gittiğinde tek kişilik bir oda da kaldığında garipsemişti…
Şehir hem hayat kusuyor hem de anılarını geri veriyordu insana…
* * *
Queensway’de Iraklı bir adamın işlettiği kafede oturdu…
Westminister Bridge ve London Bridge arasına kurulan sahafların birinden aldığı küçük şiir kitabını çantasından çıkardı…
Amerikalı şair Sylvia Plath hayranıydı…
Güney Afrikalı hocası anlatmıştı Plath’ın hikayesini ona…
O da hikayesinden etkilenmiş hemen kitaplarını okumaya başlamıştı…
Ted Hughes’ı Plath’dan dolayı biliyordu…
“Çocukluk odamın duvarında bir resim gibi duran
Güneş vardı. Ve mezar taşım vardı,
Düşlerimi paylaşan, gülerek yeyip içen benimle.”
Hughes’ın dizeleri zehir gibi geliyordu…
Kendini ilk kez hiç olarak hissettiği bu şehirde…
İnsanın kendi mezar taşıyla düşlerini paylaşmasını…
Onunla birlikte, gülerek yeyip içmesini düşündü…
Kafasında bütün bu zıt duyguları birleştirmeye çalışıyordu çalışmasına da başaramıyordu bir türlü…
* * *
Yıllar sonra Lefkoşa’da geçen zamanı yakalamaya çalışmaktan yorulmuştu…
Cebinde beş kuruş parası yoktu…
Ama bir şekilde tütün içmeye para buluyordu…
Tütünü sardı, sigarasını yaktı…
Kalabalık bir caddede oturdu…
Sokağa baktı…
Yoldan geçen insanları izledi…
Kahvesini yudumladı yavaş yavaş…
İşsizdi…
Devlette çalışmak istemiyor özel sektörde de iş bulamıyordu…
Devlette çalışmak istese bulabilir miydi sanki?
Y Sokağını çıkardı dağarcığından…
Çanca ile konuşmaya başladı…