12 Eylül 1980 faşist darbesiyle Kıbrıs’ın Kuzey’i de faşist darbenin doğrultusunda birçok gelişmelerle karşı karşıya kalırken darbenin ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri hissedilmiştir. Türkiye’ye göbekten bağlı egemen rejim o güne kadar dış dünyayı kaale alır gibi iç icraatlarda sol muhalefetin de söylediklerine önem verirmişcesine bir pozisyon izlerken o tarihten sonra daha cüretkar baskıcı tavırlar içerisine girerek sert tavırlar benimsemeye başlamış ve artık sol muhalefeti kaale almamaya başlamıştır. KKTC ilanıyla doruğa çıkan resmi politika, resmi ideoloji durumuna gelerek, “KKTC”nin eleştirilmesi bile tabu durumuna gelmiştir. Resmi çizgiyi aşan siyasal partiler cezalandırılma durumuna düşmüşler, resmi politikaları eleştiren partilerin veya demokratların bombalanması hatta eleştiri yapan aydınların vurulması bu dönemden sonra başlamıştır.
1981 yılındaki seçimlerde resmen TC devleti kaba müdahalelere girişmiştir. 12 Eylül faşist yönetiminin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen muhalefetin 1981 seçim başarısı üzerine adaya gelerek NATO karşıtlarının ve devrimci unsurları bağrında taşıyan partilerin hükümete gelmelerine müsaade edilemeyeceğini açıkça belirtmiştir. Bu dönemde KKTC’nin ilan edilmesi 12 Eylül askeri cuntasının KKTC’nin ilanındaki rolünü belgelemektedir.
1985 seçimleri arifesinde özellikle göçmen kitlelerin UBP’ye karşı tepkilerinin yükselmesi üzerine, bu tepkilerin toplumsal muhalefet kanallarına akışını önlemek için TC Elçiliği müdahaleyle YDP (Yeni Doğuş Partisi: Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu, yarı faşist bir parti)’yi kurdurtmuştur. Zamanın Büyükelçisi İnal Batu’nun köy köy dolaşarak YDP’nin kurulması için bir parti militanı gibi hareket ettiğine pek çok kimse tanık olmuştur. YDP daha sonra UBP’ye yedek lastik rolü üstlenmiş ve 1990 yılına kadar UBP’nin hükümette tutunmasına yardımcı olmuştur.
1986’da dayatılan “ekonomik paketin” ise Özal’ın adaya gelişiyle birlikte resmiyet kazandığı ve “TC imali bir paket” olarak ifade edilen bu paketin aslında, “siyasal, ekonomik” boyutlar taşıdığı daha sonraki uygulamalarla açığa çıkmıştır. Büyük ölçüde sanayi potansiyelini bağrında taşıyan Sanayi Holding’i tasfiye etmek için paralel bir uygulama ile Dev-İş ve “İşçi muhalefeti” yok edilmiştir. Memurlar baskı altına alınarak KTAMS parçalanmış ve memurların bir devlet sendikası olarak kurulan sendikalara transferleri için müdürler, bakanlar harekete geçmişlerdir. Dahası yürüyüş, gösteri, toplanma, dernek oluşturma değişiklik yasa tasarıları hazırlanmış, grevli-toplu sözleşmeli sendika kurma hakkı yasalarla da kaldırılmak istenmiştir. Ancak daha sonra fiilen yasaya gerek kalmadan istenilen sonuçlara ulaştıkları için sözkonusu tasarılar Meclisin rafları arasında tozlanmaya terkedildi.
1990 seçimlerinde UBP (Ulusal birlik Partisi) milletvekilliği listelerinin dahi TC’nin müdahaleleri ile oluşturulduğu sokaktaki insanın bilgisinde bile vardı.
Tümüyle bir bütün olarak şartların TC ile Kuzey Kıbrıs devleti arasında kurumlaşan ilişkiler sonucu olduğu belirtilmelidir. Yardım heyetinin sürekliliği, bütçe, TL’nin varlığı, okullar, KİT’lerin yapısı, polis ve askerin örgütlenmesinde TC Genelkurmayının rolü, Halk Bankası, Ziraat Bankası, Köy işleri gibi kuruluşların ayrım yaratan kredi uygulamaları, Kıbrıs’taki acentelerin Türkiye pazarına bağımlılıkları, eğitim, okullar, ikili andlaşmalar, protokoller, Elçiliğin ilişkileri ve örgütlenme biçimi ile iktidar misyonu üstlenmiş olması; bütün bunlar müdahalelerin sürekli ve her an olduğunu gösterir. Bu kaba ve aleni biçimde açığa çıkan müdahaleler, bütün bu kurumlaşan ilişkilerden güç alarak gerçekleşmekte ve yapılmaktadır.
Halk kesimlerine, devlet örgütlenmesinin bütün kademelerine kadar hakim olan ideoloji, Anavatan-Yavruvatan içiçeliği-birliği ideolojisidir. Bu ideolojinin ise perde gerisinde TC devletinin çıkarları vardır. Kıbrıs’ın veya Türkiye halkının geleceğinin, çıkarlarının bu ideolojide yeri yoktur.
Sorun bu olunca, Kuzey Kıbrıs’a müdahaleler, ANAP’ı da, 12 Eylül rejimini de aşmakta ve TC’nin Kuzey Kıbrıs’la her alanda kurumlar düzeyinde girdiği ilişkilerde aranması gerektiği açığa çıkmaktadır.
1980, 12 Eylül öncesi ve sonrası olgular bunu yeterincer kanıtlamaktadır. 1974’ten sonra işgücü andlaşması örtüsü altında Kuzey Kıbrıs’a yapılan nüfus yığınağı, Ecevit’in CHP’sinin hükümet olduğu dönemdir. KİT’lerin yönetiminde TC temsilcilerinin ağırlığı oluşturmaları yine aynı dönemlerde sağlanmıştır.
BRT ( Bayrak Radyo Televizyonu), basın, törenler, okullar, ders kitapları, askeri örgütlenme, polis, elçilk, TL, bütçe, ideoloji, yani bugün için daha açık müdahale aracı olarak işlev gören herşeyin varlığını 1980 öncesinde de yine müdahale aracı olarak görmek mümkündür. Bu nedenle aradaki farklılıkları Türkiye’de hükümete gelen şu veya bu partide aramamamız gerekir.
Türkiye’de devlet 1980 Eylül öncesinde farklı egemen güç odaklarının temsilcilerini bağrında taşıyan, çok merkezli, çok başlı bir yapıya sahipti. 12 Eylül askeri darbesi ile bu yapı ortadan kalrırılarak ordusundan polisine, bürokrasisine ve hatta MİT’ine kadar tek merkezli, tek başlı bir yapı yaratılarak, tekelci, çok uluslu güçlerin istemlerini dile getirmek ve uygulamak için anayasal çerçevesi ile birlikte kurumlaştırılmıştır. Hükümetler, hükümetlere gelen partiler, yürütme organları olarak bu yapıyı temsil ederler. Rolleri içinde yer aldıkları çerçeve ile sınırlıdır.
12 Eylülle birlikte TC Devletinin yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak Kıbrıs’a müdahalelerin arttığı açıktır. Bu müdahaleler partileri, hükümetleri aşmakta ve tümüyle TC devlet yapısı ve bu devletin, Kuzey Kıbrıs’la her alanda girdiği kurumsal ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile sorun, bu olunca TC ile Kuzey Kıbrıs arasındaki her türde kurumsal, müdahaleci ilişkiyi ortadan kaldırmak, Kıbrıs’ta barış ve demokrasinin elde edilmesi için temel sorun olarak gündeme geliyor.
12 Eylül’ün Kuzey Kıbrıs’a etkisi bir başka boyutta daha yaşanmıştır. Kıbrıs’ta 1981’den sonra hızla görülen depolitize yön süreci ile 12 Eylül arasında büyük bir bağıntı olduğu, başlı başına bir konu olarak mutlaka incelenmelidir.
12 Eylül Kıbrıslı Türkleri en canlı oldukları bir dönemde vurdu. O dönemde muhalefet partileri, dernekler, sendikalar etkili ve faal bir durumdaydılar. Darbe geldiğinde yapılan ilk iş Türkiye medyasını Kıbrıs Solu’na karşı genel bir saldırıya geçirmekti.
12 Eylül’ün aşırı görüşlere karşı yapılmış gibi takdim edilmesine rağmen birkaç gün sonra bunun aslında solu budamak için yapıldığı herkesce hissedildi.
Kıbrıs Türk halkının dinamik kesimlerine karşı 12 Eylül zihniyetiyle Türk medyası da kullanılarak bir propaganda başlatıldı. Bu propaganda bombardımanında Türkiye’deki bütün olumsuzlukların sorumlusu soldu ve solun her türlüsü düşmandı. Bu tema basın ve TRT’de işlenmeye başlandı. Türkiye’deki sağ terörü devlet yarattığı için ilk başta terör önlenmiş gibi görüldü. Çünkü sola saldırmaktan geriye çekildi. Solun kendini savunma mecburiyeti ortadan kalktığı için de bir nitelik değişikliği ortaya çıktı ve olaylarda azalma görüldü. Kıbrıslı Türklere “Geçmiş hatalıydı, verilen özgürlükler çoktu, sol vatan hainidir” gibi düşünceler enjekte edilerek 12 Eylül zihniyetinin Kuzey Kıbrıs’ta etkin olması için herşey yapıldı. 1981 seçimlerinden sonra muhalefet mecliste çoğunluğu elde etti. Fakat “Sol güçlendi, tedbir alınmalıdır” denilerek 12 Eylül normları Kıbrıs’ta güçlendirildi.
1981 Seçimlerine hazırlık çalışmalarına denk düşen 12 Eylül , Kıbrıs’taki iç dinamikleri de zorlamaya başladı. Toplumcu Kurtuluş Partisi yanında yeralan Doktor Küçük TKP’den uzaklaşmaya başladı. Bu arada Generaller Doktor Küçük’ü ziyaret edince gazetesi de karşı kampanyaya katılmış olur. Doktor Küçük’ün o dönem şöyle dediği belirtilir:
“Solun dünyada artık bir çözüm olmadığı anlaşıldı. Onun için hakkınızda düşüneceğim” (Bk. 14 Eylül 1990, Yenidüzen Gazetesi, Ropörtaj Alpay Durduran).
Generaller tarafından Denktaş’la barıştırılan Doktor Küçük sol’u düşman görmeye başladı.
Seçime çok az bir süre kala Halkın Sesi Gazetesinde TKP’nin (Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin) programını ele alan “Kırmızı Kitap” adlı bir dizi başlatıldı. Bu diziyle sol yıpratılmaya çalışıldı. Seçim tartışmalarının içinde adaya gelen 12 Eylül Darbecilerinden Nurettin Ersin Paşa siyasi parti ileri gelenlerini Kolordu Komutanlığı’na çağırdı.
Alpay Durduran o günü şöyle anlatıyor (Bak Eylül 1990, Yenidüzen Gazetesi, 12 Eylül ve Kıbrıs, sf. 6):
“
-Evet, Seçime az kala bir Kırmızı Kitap hikayesi çıkardılar. Seçim tartışmalarının içinde Sayın Nurettin Ersin, Evren’in sağ kolu Kıbrıs’a geldi ve bizi Kolordu Komutanlığında bir toplantıya çağırdı. Bizi dediğim siyasi parti ileri gelenlerini. Orada ilginç bir durum yaratıldı. Bir çember oluşturuldu ve çemberin ağzına da Sayın Nurettin Ersin oturdu. Başladı bir takım sorular sormaya:
-Sizin isminiz?
-Mücahitlik yaptın mı?
-Nerede?
-Gördünüz mü bu mücahit.
Bu sorularla orada bulunan herkesi mücahit ve milli kahraman ilan etti.
Ondan sonra dedi ki madem herkes milliyetçidir, bütün partiler Atatürkçüdür, hizmet partisidir, böyle sağ-sol diye ayrılmanın anlamı yoktur.
Ondan sonra bir yemek verildi. O yemekte de ayni şeyler söylenmeye başlandı. Tabi muhalefetten bazı kişiler bizde şöyle yolsuzluklar vardır, böyle iskan rezaleti vardır dediler. Bu eleştiriler Ankara’dan gelenler tarafından :
“Bunlar bizde de vardır, ufak-tefek şeylerdir” dediler.
Nurettin Ersin o gece sert bir şekilde konuşuyordu. Vuruşanlar, sağ bölünme, sol bölünme, memleket bölündü gibi sözler sarf ediyordu. Konuşmanın seyrinden zamanın Büyüelçisi İnal Batu rahatsız olmuş olacak ki “ama efendin burda Kıbrıslılar birbirlerini öldürmediler” diyor. Doktor Küçük Elçinin sözünü keserek, “ama burada da Halk-Der var…” Top, tüfek elde saldırmaya hazır insanlar varmış gibi konuşuyor. Sanki suç işlemeye hazır örgüt varmış gibi…
Evet, terör olmamışsa, olacakmış gibi.
Nurettin Ersin daha da heyecanlanıyor, daha ateşli konuşuyor. Ben açıklama yapacak oluyorum, başka bir general beni teskin ediyor. Doktor Küçük’ün söylediğine kulak vermeyin, cevap vermeyin diyor. Nihayet heyecan son raddesine çıktığında Nurettin Ersin ayağa fırlıyor ve şöyle bağırıyor:
“Burada da 12 Eylül’ü yapmadığımıza pişman mı olmamız lazım? Biz mi söyleyelim size partileri kapatın diye? Siz niye kapatmıyorsunuz. Biz bunları yapardık ama ne yapalım ki adınıza toplum dedik.”
Burada bir gerçek ortada durmaktadır. Kıbrıs sorunu dolayısıyla, Kıbrıs Türk Toplumuna toplum demek, ayrı bir varlık olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır generaller. Yoksa Kıbrıs sorunu olmasa böyle birşeye de gerek yoktu. Kıbrıs Türkiye’nin bir elçisi olarak görülecekti ve 12 Eylül burada da uygulanmaya başlayacaktı. Fakat ne yazık ki Kıbrıs sorunu vardır ve Kıbrıs Türk toplumu da ayrı partiler, ayrı bir statü ve hukuku olması gerekmektedir. Bu dıştan dayatma nedeniyle Kıbrıs Türklerinin ayrı bir varlık olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.
-DEVAM EDECEK-