Berlin duvarının yıkılması, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Varşova Paktı’nın sahneden çekilmesi, soğuk savaşın sonu ilan edildi. Artık dünyaya barış egemen olacak, refah artacak, çatışmaların ve düşmanlıkların olmadığı “kutupsuz” bir dünyada yaşanacaktı! Aslında böyle bir tespit, soğuk savaş denilene dair yanlış bir algıya veya yanlış anlamaya dayanıyordu. Zira, soğuk savaş denilen sadece ABD’nin başını çektiği emperyalist kampla Sovyetler Birliği arasındaki bir “rekabet ve düşmanlık” hali” değildi. Asıl soğuk savaş, şimdilerde Güney veya Global South denilen, Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik bir savaştı. Asya, Afrika, Latin Amerika halkları, kendi kaderlerine sahip çıkmak üzere kolonyalist-emperyalist sistemden bağımsızlaşmakta, tarih sahnesinde yerlerini alma niyetini ortaya koymaktaydılar. Eğer yeryüzünün lanetlileri, kolonyalist- emperyalist tahakkümden kurtulur, gerçekten bağımsızlaşır, kendi doğal ve beşeri kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için seferber etmeyi başarırlarsa, bu emperyalizmin ve tabii kapitalizmin sonu olurdu. Oysa, kolonyalist-emperyalist-kapitalist Batı’nın yaklaşık 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının sömürüsüne, yağma ve talanına dayanmıştı. Dolayısıyla ne yapıp-edip Üçüncü Dünya halklarının ve devletlerinin emperyalist tahakkümden kurtulmaları, kendi ayakları üstünde durabilmeleri engellenmeliydi! Bu amaçla darbeler, komplolar, suikastlar, iç çatışmalar, savaşlar peydahlandı, saldırılar yapıldı, “kalkınma reçeteleri” sunuldu, “dış yardım” tuzağı kuruldu. Genel bir çerçevede, daha önceki dönemde geçerli kolonyalist egemenlik, neokolonyal (yeni sömürgeci) bir egemenlik olarak ihya edilmeye çalışıldı ve bu alanda oldukça başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Dolayısıyla, Berlin duvarı çöktü, soğuk savaş bitti tekerlemesinin bu dünyada reel bir karşılığı yoktu.
Eğer söylendiği gibi, soğuk savaş bittiyse, Varşova Paktı lağvedildiyse, o zaman NATO’nun da lağvedilmesi gerekmez miydi? Aksi halde bu tek yanlı “ateşkes” demeye gelmez miydi? Oysa tam tersi yapıldı, NATO daha da güçlendirildi, etkinliği ve kapsayıcılığı arttı… Bu durum hiç sorun edildi mi? Duvar 9 Kasım 1989 da çöktü, yaklaşık 14 ay sonra ( 16-17 Ocak 1991 gecesi) ABD ve müttefikleri Irak’a saldırdı ve ona “Körfez Savaşı” dediler… Uygar Batı’da kaç kişi bu savaşa karşı çıktı? Savaş öncesinde ve savaş anında Batı medyasında neler yazıldı? Aslında “soğuk savaş bitti” denilen dönemde ABD ve müttefiklerinin [NATO cu cephenin densin] kaç ülkeye saldırdığını, kaç ülkede iç çatışmalar, istikrarsızlık ve savaş peydahladığını hiç düşündünüz mü? Tabii, biz gelip senin rejimini yıkacağız, toplumunun dokusu parçalayacağız, onun yerine bir kukla rejim kuracağız. 500 yıllık saltanatımızı kaldığı yerden sürdüreceğiz diyemezlerdi. Bu Batı medeniyetinin “asaletine” uymazdı. Bu amaçla yeni bir dil, yeni bir söylem ve retorik oluşturmaları gerekiyordu ve oluşturdular. Anlı şanlı profesörler, think-tank’lar (bunlara düşünce kuruluşu deniyor ama o zevatın kimin hesabına düşündüğü pek sorun edilmiyor maalesef), saygın üniversiteler, yüksek maaşlı “konunun uzmanları” çareyi buldular: İşte “önleyici savaş”, “insanî müdahale”, “koruma sorumluluğu” “ demokrasi ve insan hakları”… bu meseleyi hâlledecekti… Bunlar öyle gerekçeler ki, artık istedikleri ülkeye istedikleri zaman saldırabilir, her türlü uluslararası hukuku ve teamülü yok sayabilir, devleti çökertebilir, rejimi değiştirebilirlerdi… Ve değiştirmeye devam ediyorlar. Şimdi hedefte Ukrayna var ve Ukrayna üzerinden de Rusya var. Tabii Venezüella, Bolivya, Ekvator, Brezilya , Arjantin, belki Türkiye ve başkaları var… Elbette çekirgenin ilâ nihaî sıçraması diye bir kesinlik yoktur.
Önce bir ülkeye IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist finans kuruluşları tarafından neoliberal “yapısal uyum” programları dayatılıyor, emekçi çoğunluk yoksullaştırılıyor, haklı olarak kitle tepkisi büyüyor, durum kaşımaya elverişli hale geliyor. İstikrarsızlığın alt-yapısı oluşuyor, ardından bir müdahaleyle rejimler çökertiliyor. Artık son dönemde büyük ordular meydanlara sürülmüyor. Irak’a yönelik birinci ve ikinci savaşta olduğu gibi, ya da Afganistan’daki gibi büyük bir askeri harekata gerek kalmadan amaca ulaşmak mümkün. Doğrudan bir açık işgale pek tevessül edilmiyor. Zira yeni müdahale biçimleri hem daha az masraflı, hem emperyalist cephenin daha az insan zayiatı vermesini mümkün kılıyor ve hem de Batı kamuoyu olsun, ve bir bütün olarak dünya kamuoyu olsun, daha kolay ikna edilebiliyor, aldatılabiliyor veya tepki etkisizleştiriyor. Tabii bu amaçla da içerdeki “Truva atları” daha çok devreye sokuluyor… Üçüncü Dünya (Global South] halklarını ve kaynaklarını feth etmenin “rafine yöntemleri” keşfedilmiş durumda. Önce kitle iletişim araçları devreye sokuluyor ve kamuoyu denilen, dünya ölçeğinde şartlandırılıp, hazırlanıyor. Hedef ülkenin yöneticileri lânetlenip-şeytanlaştırılıyor [Elbette melek değiller ve o ayrı bir tartışma konusu]. İkinci aşamada başta BM ve bağlı kuruluşlar olmak üzere emperyalizmin hizmetindeki başlıca kurumlar ve diğerleri, CIA, Mossad ve NATO’cu ülkelerin istihbarat örgütleri, “saygın” düşünce kuruluşları ve NGO’lar (STK‘lar) devreye sokuluyor. Bu arada insâni, bilimsel ve entellektüel izlenimi veren, aslında CIA ve benzerlerinin yan örgütleri olan National Endowment for Democracy (NED) gibi adında demokrasi geçen ama aslında CIA’nın yönlendirdiği örgütler, vakıflar, vb. devreye sokuluyor. Milyonlarca dolar harcanarak içerde “ özgürlük ve demokrasi kahramanları” peydahlanıyor. Bir fikir vermek için, Türkçesi “demokrasiyi güçlendirme” demek olan NED’in, sadece 2012 yılında Ukrayna’daki 60 kadar “örgüte” 3.4 milyon dolar ödediği biliniyor. [1] Serguei Glaziev’in bildirdiğine göre, “Amerikalılar, muhalefeti ve isyancıları destekleyip, silahlandırmak için haftada 20 milyon dolar harcıyorlardı”. [2] Tabii Almanya’nın ve Alman vakıflarının katkısını da unutmamak gerekir…
Artık geriye beslenip-büyütülen “Truva Atlarını” harekete geçirmek kalıyor. İçerde bu unsurlar -ki, onlara ekseri “özgürlük savaşçıları” deniyor- sayesinde yaratılan karışıklık, kargaşa, çatışma ve istikrarsızlık belirli bir kıvama gelince, “uluslararası toplum” denilenin “rahatsızlığı artıyor” ve müdahaleye yeşil ışık yakılıyor… Öyle ya, “uluslararası toplum” o durumu artık kabul edemez… mutlaka bir şeyler yapılması gerekir… Bu amaçla mesela bir depremde çekilmiş, ya da başka bir zamanda, başka bir yerde çekilmiş yıkım ve vahşet görüntüleri, hedefteki ülkede olmuş gibi medya aracılığıyla tüm dünyaya servis ediliyor… Tabii “uluslararası toplum” denilenin NATO’cu cepheden başka bir şey olmadığı da ekseri gözden kaçıyor… Asıl halka saldıranlar, halkın kim olduğuna kendileri karar veriyor. Mesela Suriye söz konusu olduğunda, Başkan Esad için “ halkını katleden diktatör” deniyor. Halkın çoğunluğu ulusal onuruna sahip çıkıp, rejimi desteklerken, esas itibariyle dış kaynaklı emperyalist saldırıya karşı kahramanca savaşırken, rejim hangi halkı katlediyor dersiniz? İşte “barış”, “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük”, “diktatör”, “şiddet”… emperyalist haydutların ve küresel egemen medyanın diline pelesenk ettiği kelimelerden bazıları. Lâkin “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir…
Ukrayna’da ne oluyor?
Aslında Ukrayna’da gerçekten ne olup-bittiğini ister Batı’da olsun, ister dünyanın geri kalanında olsun, pek bilen yok. İnsanların, oraya dair bildikleri, Amerikan neokonları’nın ve tam bir yalan imalathanesi haline gelmiş olan Batı medyasının bilinmesini istedikleri kadar. Geçtiğimiz günlerde Ukrayna’da gerçekleşen faşistleri, ırkçıları, anti-semit katilleri iktidara taşıyan sağcı darbe, bazı farklarla 2004 deki “turuncu devrimin” bir tekrarı veya Suriye ve Libya’da olup-bitenin bir benzeri. Büyük ölçüde dışardan uyarılıp-desteklendiği de bir sır değil. Elbette bunu söylemek oradaki rejimin çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu dikkate almamak değildir. Darbenin arkasında da ABD, Almanya ve bir bütün olarak AB, başka türlü söylersek NATO’cu cephe ve İsrail var. Amaç Rusya’yı köşeye sıkıştırmak , Çin, Rusya, İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve kısmen Irak tarafından oluşturulan, Suriye kriziyle de belirgin hale gelen ekseni, “itiraz cephesini” etkisizleştirmek.
Tabii, Ukrayna’ya yönelik ‘operasyonun’ birinci ve görünen amacı onu NATO bayrağı altında, Merkel Almanya’sı başta olmak üzere, emperyalist Batı’nın korunmuş av alanı haline getirmek olsa da, aslında Rusya’nın jeopolitik, militer ve ekonomik çıkarları hedef alınıyor. Zira, Vladimir Putin yönetimindeki Rusya Federasyonu, Batı için devrilmesi gereken bir kaya olarak görülüyor. Bu arada Putin’in İran ve Suriye’ye yönelik hesapları bozmasının öcü de alınmak isteniyor. Başka türlü ifade edersek, Rusya’nın daha fazla güçlenmesinin önü kesilmek isteniyor. Bu amaçla ABD, AB ve İsrail ve neo-nazi ittifakı oluşmuş bulunuyor. Fakat şimdilik Putin akıllı bir manevrayla Kırım’ı faşist darbenin dışında tutmayı başarmış görünüyor. Fakat Batı hegemonyası altına girmiş bir Ukrayna, güney sınırında bir risk oluşturmaya devam edecektir. Batı tarafından uygulamaya konulması kesin gibi görünen ekonomik ve politik yaptırımlar elbette sıkıntı yaratacaktır. Zaten asıl amaç da Rusya’nın boğazını sıkmak ama Rusya Federasyonu’nun bir kıta ülkesi olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla öyle kalay lokma değil. Böyle bir durumda Putin’in, nesnel olarak emperyalizm tarafında yer almaları mukadder olan Rus oligarklarıyla hesaplaşması gündeme gelebilir. Bu durumdan başarıyla çıkması, ancak emekçi Rus halkına dayandığında, halkın gönüllü ve kalıcı desteğini arkasına aldığında mümkün olabilir. Tabii bu kapışma sadece Rusya’yı etkilemekle kalmaz, dünya dengelerini ve dünya jeopolitiğini de yeniden biçimlendirecek yeni saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Fakat ne olursa olsun faturanın her yerdeki emekçilere, sıradan insanlara çıkacağı kesin. Tabii daha kötüsü bir dünya savaşı da ihtimal dışı değildir ve öyle bir savaşın nükleer savaş olma ihtimali de… Emperyalist cephe Rusya’yı hata yapmaya zorlayarak, avantajlı duruma gelmeyi planlasa da her halükârda faturanın kime çıkacağı belli…
Kırım Referandumu, ‘Uygar Batı’nın çifte standardını ve ikiyüzlülüğünü bir defa daha gösterdi.
İşlerine geldiğinde self determinasyondan söz ediyorlar, islerine gelmediği zaman toprak bütünlüğünden, uluslararası hukuktan, ilkelerden… Ukrayna’nın toprak bütünlüğü Batı için “vazgeçilmezmiş!”, bu bir ilke gereğiymiş! Yugoslavya param parça edilirken, Slovenya’nın, ardından Hırvatistan’ın, Bosna’nın ve nihayet Kosova’nın kopuşu da bir ilke sorunu değil miydi? Hiç vakit kaybetmeden söz konusu yeni devletçikleri tanımak için birbirleriyle yarışmamışlar mıydı? İskoçya yakında İngiltere’den ayrılmak için referandum yapacak, acaba Ukrayna’da olduğu gibi, İngiltere’nin toprak bütünlüğünün bir ilke sorunu olduğu hatırlanacak mı? Başkan Obama Ukrayna’da Rusların uluslararası hukuku ihlâl ettiğini söylemiş. Kendi ülkesi Irak’ı, Afganistan’ı, Libya’yı… işgal ettiğinde uluslararası hukuk yıllık izninin bir bölümünü kullanmak üzere tatile mi çıkmıştı? Obama geride kalan üç yılda insansız hava araçlarıyla (İHA), taammüden 3000 kişiyi öldürdüğünde şu ilkelere, uluslararası hukuka ve teamüllere ne oldu. Washington Post’ta çıkan bir haberde: “Bay Obama ve Avrupalı yöneticiler hızlı hareket ederek, Ukrayna’nın parçalanmasını engellemeliler” deniyor. Tüm Batılı ülkeler ve Kırım referandumunu tanımayacaklarını ilân ettiler. Neden? Bir halk kendi kaderini tayın etmek için sizden izin mi almak zorunda? O takdirde self determinasyonun bir anlamı ve değeri olur muydu?
Dünya düzeninde yalanın, ikiyüzlülüğün ve çifte standardın istisna değil, kural haline gelmesi, insanlığın bir ayıbı değil mi? Eğer öyleyse bu ayıpla daha ne zamana kadar…
1.NED, « Ukraine 2012 Annual report », http://www.ned.org/publications/annual-reports/2012-annual-report/central-and-eastern-europe/ukraine
2. Michel Viatteau et Olga Nedbaeva, « Le président ukrainien à Sotchi sur fond de tensions », La Presse, 6 février 2014,