Halil Paşa’nın Havadis Gazetesi eki Poli Dergisinde yayınlanan yazısı
15 Kasım 1967, Kıbrıslıtürklerin yaşamlarında önemli değişim noktalarından birisidir. Bunun özellikle birkaç nedeni vardır.
Bir kere yukarıdaki tarihten sonra, ada içerisinde bir kasabadan diğerine seyahat ederken, Kıbrıslı Rum asker ve polislerin, “TMT’nin askeri faaliyetlerini” denetlemek amacıyla Kıbrıslıtürkleri didik didik aradıkları, zaman-zaman da hakarete maruz bıraktıkları kasabalar arası ana yollar üzerine kurdukları barikatlar kaldırılmıştır.
Bu durum ada tarihinde önemli bir gelişme olarak hatırlanır.
Neden önemli bir gelişme?
Çünkü Rum polisinin kurduğu barikatlardan geçmek zorunda kalan Kıbrıslıtürklerin hemen tümüne, gettolarda oluşan ve Türkiye’den gönderilen Özel Harp Dairesine bağlı subayların komutasındaki “Mücahit” birliklerine silah, cephane ya da mesaj taşıyan teşkilat üyesi muamelesinde bulunuluor ve Kıbrıslıtürklerin seyahat özgürlüğü kısıtlanıyordu.
1964-67 arasında yaşayanlar bilirler. Kıbrıslırumların denetimindeki PIK (Kıbrıs Radyosu) enklavlarda TMT yönetiminde yaşayan Kıbrıslıtürkleri, “asi” ilan etmişlerdi. Radyonun Türkçe haberlerinde “asi Türkler”, özellikle 1967 yılına kadar, haber bültenlerinde bolca kullanılan sıradan bir sözcüktü.
Rum polisler, bazen de RMMO subayları, Mağusa’dan Lefkoşa’ya, Lefkoşa’dan Larnaka’ya ya da Limasol’dan-Baf’a seyahat ediyor olsunlar hiç fark etmez…
Adanın çeşitli bölgelerine dağılmış sadece TMT ileri gelenleri değil, akraba ziyareti, iş ya başka bir basit-masum-yaşamasal veyahut da herhangi bir nedenle yola çıkan Kıbrıslıtürklerin bulunduğu taxi-otobüs ve yolcularını, kurulan barikatlarda, sıraya diziyor, dakikalarca kuyrukta yoklama sıralarının gelmesi için bekletiliyorlardı.
Rastgele kurulan barikatlarda yapılan bu yoklamalarla, Kıbrıslıtürklere, TMT denetimindeki bölgelerde “asi” olmalarının bedelini mi ödetiyorlardı?
Sanırım…
O yıllarda Makarios ile dirsek temasında olan AKEL, bütün bunlara pek ses çıkarmayı neden akıl edememişti?
Çoğu zaman hele de barikatın başındaki polis ya da askeri komutanın insafına ya da insafsızlığına bağlı olarak, keyfi ve aşağılayıcı bir biçimde sorguya tabi tutuluyordu…
Dolayısıyla üç yıl süreyle adada bir yerden diğerine seyahat eden bir Kıbrıslıtürk için, barikata takılma korkusu, o günkü Kıbrıslırum komutanın ruh hali, siyasi görüşüne bağlı “iyi” ya da “kötü” muamele görme risklerini taşıyordu …
1967 yılına kadar, kurulan barikatlarda, arama bahanesiyle, yolculuk edenlerin valizleri, çantaları, sepetleri, heybeleri tarumar ediliyordu.
Yapılan yoklamalarda ne yazık ki; “korkutmak, yıldırmak, bezdirmek, aşağılamak” ön plana çıkıyordu hep.
Babam İngiliz poolslarını yatırmak için üç yıl süreyle o barikatlardan her hafta geçmek zorundaydı. Lefkoşa’nın sınırları 1963-74 yıllarında da aynen bugünkü gibiydi. Babam Pools’ları ve paralarını yatırmak için geçtiği Güney’den döndükten sonra, kendisini arayan Rum polisinin yaptığı muamelenin, iyi mi kötü mü olduğunu, kendisini yoklayan ve sorgulayan polisin yüzünün ifadesine, hatırında kalan sözlerine ve daha önceden tanışmış olma durumuna göre değerlendirirdi:
“Gene o polisti. Küfreder gibi bir “Turko” deyişi vardı ki… Önümdekileri de donuna kadar aradı gavuroğlu. Yarım saat kuyrukta bekledim…”
Ama her zaman, “bu adada işiniz ne?” der gibi aşağılayarak bakan ve “asilerin bölgesi”nde yaşayanları donuna kadar aratan” polis durmazdı barikatlarda….
Hal hatır sorarak sevinç gösterisi yapan bir eski tanıdık polis de çıkar, arama yapmadan yol verirdi babama.
“Böyün şanslıydım. Barikattaki, Gostari’nin bacanağıydı. “Memedi mu, hyndam mu gamnis? İse gala?” diye hatır da sordu. Selam yolladım ben da bizim Gosta’ya…”
Aslında Rum polis’in normal bir ülkede vatandaş’a karşı gayet doğal ve olması gereken bu davranışı, diğer polislerin kötü davranışlarına karşı babam tarafından büyük bir tevazu örneği sayılırdı. Dolayısıyla babam, üzerini aramayıp, üzerinden bir de halini ve hatırını soran Rum polisin bu davranışından etkilenir, söz konusu polisi evde bize, mahallede esnafa, göklere çıkartarak anlatır, eski dostluklarına atıfta bulunarak öv da öv bitirmezdi. Tabii ki cümlesinin bir yerine ya da sonuna kötü Rumların içerisinde istisnalarının da olabileceğini, “bazen da eyileri da çıkar aralarında bu pe…klerin” diye o zamanların yaşamında çok doğal, yaygın ve hatta bazen samimiyetin bir ifadesi olarak da kullanılan küfrünü de cümlensin sonuna eklemeyi ihmal etmezdi
“1964-67 arası, Kıbrıslıtürklerin üç buçuk yıllık yaşamları, barikat kuyruklarında, yoklamalar ve üst-baş aranmalarıyla geçti” diye yakın tarihe bir not düşmek mümkün müdür?
Sanırım mümkündür…
Gerçi 1963 sonunda Türk ve Rum cemaatlar arasında başlayan çatışmalarda, Türkiyeli subayların sevk ve idaresindeki gettolara toplanması sağlanan Kıbrıslıtürkler’in, Kıbrıslırumlar ile aralarındaki ilişkinin babamın üzerinden minik bir özeti gibi oldu bu anlatı ya…
Bazen bir anekdot bile koca bir dönemi anlatmaya yeter…
Ve “bazen tarih yazımı, insanların başından geçen görünmez ayrıntılarda gizlidir” denir ki çok da yanlış sayılmaz.
Yeter ki anlatılar mümkün olduğunca dönemin gerçeklerine yakın olsun…
Ve okur, günümüzdeki siyasi tarih yorumcusu, siyasetçi ya da yazar, dönemin gerçekleri içerisinde düşünebilsin.
Ama ne yazık ki tarih, adı üzerinde geçmiş yaşamları anlatıp yorumlar.
Okurlar, dinleyenler, politikacılar ve tarihin yorumcuları ise hep sonradan gelenler, o dönemi yaşamayanlardan mütevellittir çoğunlukla.
Biraz da bu gaileyle yazıyorum yazılarımı…
Belki politikacılar, seçmen, tarih yorumcuları veya sıradan bir seçmen okur ve onlara bir şeyler verebilirim diye…
Ama tarih, hele de siyasi tarih ne yazık ki misliyle empati isteyen bir şey…
Bugün politikacıların, kendi seçmenlerinin, en yakın parti üyelerinin, kendi arkadaşlarının yüzlerine bakarak yalan söylemekten, demagoji yapmaktan hiç de çekinmediğini düşünecek olursak…
Hele de pek çok yazarın “nabza göre şerbet verme” taktiğiyle aynı anda ve zamanda, hem UBP ve DP’li ve hem de CTP ve TDP’li olabileceğini kanıksamış, ya da takım tutar gibi partisinin körü körüne, gönüllü-yetkisiz sözcülüğüne soyunduğu bir cemaat içerisinde bulunuyorsam…
En keskin solcuların şeriatçı karşıtı gözükecek diye “ulusal solcu” laflar ettiği, en keskin sağcıların da “Çav Bella”ya, “Yes Be Annem”e ayak uydurabildiği bir cemaat’da…
Neyse buraya bir nokta koyup kaldığımız yerden 1960’ları yazmayı sürdürelim…
……
Kıbrıs’ta iki cemaat arasında çatışmalar patlak verdikten sonra, Kıbrıslırumların kısa sürede üstünlük sağlayarak Kıbrıslıtürkleri gettolarda yaşamaya zorladığını ve o yıllarda Makarios ve çevresinin, Enosis’i zamana yayma niyetlerini biliyoruz…
Öte yandan Getto yaşamını, sırf Kıbrıslırumlardan ayrılarak Türkiye ile birleşmek ve ileride adanın Taksim’ini gerçekleştirmek ülküsü ile hemen kabullenerek kendi soydaşlarını da buna zorlamasının bir ÖHD stratejisi olduğunu, sanırım bu örgütün en yetkili ağızlardan defalarca dinledik…
Dahası “Kıbrıs’ın İstirdadı Projesi”nin, 1960’lı yıllardan hemen öncesinde planlanmış olduğunu, ÖHD’nin en yetkili kişilerinden birisinin kitabından okuduk. (1)
Ve gettolarda mücahitlik yapmak için Kıbrıslıtürklerin pek çoğunun kendi mesleklerini bir yana bırakmak zorunda kalarak, mevzilerde elde silah yıllarca nöbete durmasının…
Aslında bizim cemaat olarak “daha üz üretip daha çok tüketerek”, “dış yardımlarla yaşamaya alışmamızın kökleri”nin de, ta bu 1960’lı yıllara kadar uzandığını fark ettik ya… Ancak bunca yıldır, suçun tümünü de, hep 1974 sonrasına atarak bir türlü dillendirmek istemedik.
Sanırım bu konu ayrı bir tartışma konusudur ve dilerim bir gün tüketici bir toplum oluşumuzun köklerinin 1974’ten sonra değil, ama öncesinde kazanılmış bir alışkanlık olup olmadığını da tartışmaya ve yazmaya başlarız bir gün.
O zaman sanırım Kıbrıs Sorunun en çok da biz Kıbrıslıtürklerin başına ne denli bir belalar açtığını, bir de o yılları hesaba katarak daha doğru görmüş oluruz…
……………………………………………..
Tarih, bir bakıma, bahse konu zamanı, mümkün olduğunca insanın biraz da kendi gerçeğine ve algısına göre dillendirmesidir.
Aslında bizde bu gerek sözlü gerekse yazılı olarak bol keseden yapılıyor…
Çünkü bugünkü siyasi-ekonomik açmazlarımızın en büyük nedeni olan yakın tarihimizi yaşayanların önemli bir kesimi hala hayatta.
Bilgi olarak hala yeterince sermayeye sahibiz…
Galiba bu nedenle nüfusumuza göre epeyce günlük gazete (bugün itibarıyla on altı adet) ve o gazetelerde de epeyce yazar ve çizerimiz vardır.
Onlardan birisi olmaya çalışan bana gelince…
İlkokul birinci sınıfa Köşklüçiftlik okuluna başladım.
Yıl 1963 idi…
Okulun adı bugünkü gibi “Şehit Tuncer” değildi henüz.
Çünkü Tuncer hoca daha şehit olmamıştı ve adı “Köşklüçiftlik İlkokulu” olan okulda öğretmendi.
Altı yaşına kadar çocukluğum Köşklüçiftlikte geçti benim.
Ama yedinci yılda Marmara Bölgesine taşındık ve ben de birinci sınıfın birinci sömestresini bu okulda okudum.
Okulun öğrencileri toplayan bir otobüs vardı o zaman. Derenin karşısındaki mahalleden, Gelibolu’dan geçiyordu. Otobüs durağına, şimdi artık hayatta olmayan benden beş yaş büyük olan komşumuz Sermet ile birlikte giderdik. Elli yıldır, kendisine tek bir kuruş bakım yapılmadan ayakta durmayı başaran ve belki size bir gün hikayesini anlatacağım “Kızılbaş Köprüsü”nün üzerinden, aşağıda Kanlı derenin su birikintilerine, içindeki tosbağılara (2) ve kurbağalara bakarak yürüyüp geçerdik. Bugün aynı anda tek bir aracın geçebildiği, bu nedenle de zaman zaman araç kuyruklarının oluştuğu ve yıkılmamak için hala direnen “Kızılbaş Köprüsü”nün, 1963 Aralığında patlak veren silahlı çatışmalar sonrasında, karşıdaki Rum mahallesine çıktığı için görevine son verilmişti.
Sadece insanların değil.
Köprülerin görevine bile son vermiş bir cemaatiz biz ya…
Köprü üzerine variller ve varillerin içerisine de biraz toprak dökülüp, üzerine de kum torbaları yerleştirilerek, böylece köprü araç geçişine kapatılmıştı.
1964’ten-1974’e kadar, tam 10 yıl, variller Kızılbaş Köprüsü’nün üzerinde kaldı.
İlk yerleştirildiklerinde, kızıla çalan renkleriyle pırıl pırıldılar.
On yıl.
Askerler batısında ve doğusunda nöbet beklediler.
Onlar da köprünün üzerinde.
Askerler nöbet değiştiler.
Variller ise orada, ayakta on yıl öylesine kaldılar hep.
Burada durayım…
Haftaya kaldığım yerden, artık tükenmeye yüz tutmuş Kıbrıslılar kuşağından, 1960’lı yılları yaşayan biri olarak, kendi zamanımın olaylarını, kendi Kıbrıs Sorunu algımı yazmaya devam eder miyim?
(1) Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu …İsmail Tansu
(2) Kaplumbağa’nın 1960’lı yıllardaki karşılığı…