Daha ikincisi yokken “Büyük Savaş” olarak anılan emperyalistler arası paylaşım savaşı, sanıldığının aksine, Arşidük Ferdinand’ın bir suikaste kurban gidişinin ardından öyle beklenmedik bir biçimde patlak vermiş filan değildi. Yüzyılın başından itibaren Fas’tan Çin’e, İran’dan Balkanlara bir dizi uluslararası kriz, yaklaşmakta olan bir “büyük” savaşın işaretlerini zaten veriyordu. Britanya’nın uluslararası sistemdeki pozisyonunu zayıflamaya başlaması ve ona rakip güçlerin ortaya çıkması daha kırılgan, rekabetçi ve dolyısıyla da daha askerileşmiş bir uluslararası durum anlamına geliyordu. Tam da bu nedenle, II. Enternayonal çatısı altında örgütlenmiş sosyalist hareket, uluslararası kongrelerinde, muhtemel bir savaş karşısında farklı ülke işçi sınıflarının nasıl tavır alması, hangi taktikleri izlemesi gerektiğini canhıraş tartışıyordu.
Bu hazırlık faaliyetinin verdiği güvenle olacak, Fransız işçi hareketinin simge ismi Jean Jaurés, 1914 baharında bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Üzülme. Sosyalistler görevlerini yapacaklardır. Dört milyon Alman sosyalist ayaklanacak ve eğer Kayzer savaş başlatmak isterse onu idam edecektir.” Birkaç ay sonra savaş çıktı. Kimse isyan etmedi. Alman işçileri Jaurés’in dediğini yapıp ayaklanarak Kayzer’i defettiklerindeyse savaşın üzerinden dört küsür yıl geçmiş, iş işten geçmiş, Jaurés milliyetçilerce katledilmiş, milyonlarca insan da hayatını çoktan kaybetmişti.
Kırım’da devam eden kriz, yeni bir büyük savaşı haber veren bir Agadir diye iddiada bulunmak abartılı olur elbet. “Agadir”, 1911’de Fransa ile Almanya arasında Fas’a dair nüfuz mücadelesinin yol açtığı ve az kalsın büyük güçler arasında savaşa yol açacak uluslararası krize adını veren limandı. Agadir’de kuvveden fiile geçemeyen tehlike, sadece birkaç yıl sonra Saraybosna’da gerçek haline gelmişti. Ukrayna-Kırım ihtilafını “Büyük Savaşı” önceleyen ve “Avrupa uyumunu” bozan krizlerle karşılaştırmak şimdilik iddialı bir yorum olabilir. Zaten hâlihazırdaki kapitalist kriz ve uluslararası sistemdeki hegemonya bunalımının illa bir dünya savaşına yol açacağını söylemek de müneccimlik gibi bir şey olur. Ancak 2014 dünyasının 1914 öncesi dünyaya giderek daha fazla benzemekte olduğu da aşikâr. Emperyalistler arası güç ve nüfuz mücadelesinin gittikçe daha görünür ve açık hale geldiği bir dönemdeyiz.
Aslında Ukrayna-Kırım krizi I. Dünya Savaşı öncesinden ziyade başka bir tarihsel benzetmenin konusu bugünlerde. “Yeni bir Soğuk Savaşın kıyısında” olduğumuz hem ulusal hem de uluslararası medyada adeta bir klişe, beylik bir tespit halini almış durumda. Suriye’deki ayaklanmanın tetiklediği iç savaşın bölgesel güçler arasında bir jeostratejik kapışmaya dönüşmesi dolayısıyla da benzer yorumların yapıldığı hatırlanacaktır. Aslında ABD ile Rusya arasında “bölgesel” ya da “mini” ölçekte bir Soğuk Savaş’ın, ABD ile Çin arasındaysa “gelmekte olan” ve giderek ete kemiğe bürünen bir büyük Soğuk Savaş’ın söz konusu olduğu pekâlâ makul birer benzetme sayılabilir. Yeter ki “Soğuk Savaş” tabirini “askeri çatışmaya dönüşmeyen uluslararası ihtilaf” gibisinden geniş ve gevşek manada kullanalım. Soğuk Savaş tabirini dar ya da spesifik manada kullanmaksa günümüzde emperyalist güçler arasında cereyan eden çekişme ve nüfuz mücadelelerinin karakterini yanlış tanımlama riskini barındırıyor.
Bilindiği gibi Lenin, Buharin ya da Hilferding gibi isimlerle anılan Marksist emperyalizm teorisinde “emperyalistler arası rekabet” vurgusu merkezi bir yer tutuyordu. Anthony Brewer, emperyalizm teorileriyle ilgili tanınmış çalışmasında bu hususu özellikle vurgular: “Klasik Marksistler için emperyalizm, öncelikle ana kapitalist ülkeler arasında rekabet, mekân üzerinde siyasi, askeri ve ekonomik formlara bürünen bir rekabet anlamını taşıyordu.” 1945 sonrasında, yani Soğuk Savaş dönemindeyse emperyalistler arası rekabet vurgusunda bir geri çekiliş söz konusu oldu. Çünkü ABD II. Dünya Savaşı’nın sonunda sermayenin birikim koşullarını dünya ölçeğinde garanti eden bir küresel hegemon güç olarak tarihte eşi bulunmayan bir konum edinmişti. İşte bu rakipsiz konum nedeniyle ortada çekişen emperyalist güçler olmadığından, ABD solda giderek emperyalizmle özdeş olarak görülmeye başlandı.
Uzatmak pahasına bu konuyu biraz açmakta yarar var: Soğuk Savaş devrinde ABD hâkimiyetinin özgün karakterini anlamak için en iyi yol, belki de Britanya’nın dünya sisteminde 1914 öncesinde oynadığı rolle 1945 sonrası ABD’nin pozisyonunu mukayese etmek olacak. “Uzun” 19. yüzyılda Britanya’nın sair büyük güçler karşısındaki konumunu “eşitler arasında üstün” diye tanımlamak mümkün. ABD ise 1945 sonrasında sadece Batı’nın en güçlü devleti olmakla kalmıyor aynı zamanda da Sovyetler Birliği’nin simgelediği karşı sistemik tehdit karşısında diğer kapitalist devletlerin etrafında toplanmak durumunda kaldığı ana merkezi oluşturuyordu (SSCB’nin bu “sistem karşıtı” basıncının sosyalizmle alakası sorununu şimdilik bir kenara bırakalım).
Kapitalist devletlerin ABD’yi küresel sistemin neredeyse mutlak egemeni olarak tanıyışının ardında iki faktörün oluşturduğu kombinasyon vardı. Birinci faktör, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada edinmiş olduğu eşi bulunmaz iktisadi, askeri ve siyasi güç ve kapasiteydi. 1945 sonrasında ABD’nin küresel ölçekteki potansiyel rakipleri savaşın yarattığı muazzam yıkımın etkisi altındaydı ve toparlanmaları da güç olacaktı. İkinci nedense Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu sistem karşıtı tehdit karşısında Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın ABD’nin etrafına kenetlenmesiydi. ABD ile iktisadi ve jeopolitik bir rekabet içerisine girmeleri muhtemel bu güçler bu süreç içerisinde onun adeta vasalları haline geldiler. Dolayısıyla bir önceki dönemin “üzerinde güneş batmayan imparatorluğu” Britanya’nın aksine ABD, muhtemel sistemik rakipleri karşısında istisnai bir üstünlük ve güçteydi. Onun bu konumunu, yine feodaliteden ödünç alınmış bir tabirle, bir tür emperyal süzerenlik olarak tarif etmek mümkün.
Tekrarda fayda var: ABD’nin bu benzersiz konumu nedeniyle bu dönemde emperyalizm tartışmalarında klasik Marksist yazına özgü emperyalistler arası rekabet başlığı önemini yitirdi. Emperyalizmle ABD neredeyse özdeş olarak anılır oldu. Esas itibariyle 1960’ların ikinci yarısında toplumsal bir güç halini alan Türkiye solu açısından bu durum hayli hayli geçerliydi. Bu arada popüler düzeyde bu algının halen geçerliliğini korumaya devam ettiğini fırsat bu fırsat vurgulamak gerek. Hepimizin rahatlıkla gözlemleyebileceği gibi, bizde “emperyalizm” tabiri hâlâ sıklıkla ABD’nin askeri, politik ve iktisadi çıkarları anlamında kullanılıyor.
Oysa “duvarın” yıkılması, yani bürokratik “sosyalist” kampın dağılması sonrasında ABD’nin benzersiz hâkimiyetine imkân vermiş olan spesifik bağlam da ortadan kalktı. ABD’nin dünya ekonomisindeki ağırlığı zaten uzunca bir süredir gerilemekteydi. 1989 sonrasındaysa ABD’nin dünya ölçeğindeki ideolojik ve siyasi üstünlüğünü kapitalist devletler sistemi açısından sorgulanamaz kılan koşullar da yitip gitmişti. Bu durum karşısında ABD, mutlak askeri üstünlüğünü kullanarak küresel sistem üzerindeki hâkimiyetini muhafaza etmeye soyundu. Körfez Savaşı ile başlayıp Afganistan ve Irak’ın işgaline (“teröre karşı savaş”) kadar süren bu yeni müdahalecilik siyaseti, ABD’nin “süzerenlik” konumunu muhafaza etme ve potansiyel rakiplerini daha işin başında kendine yeniden bağlama girişimi olarak değerlendirilebilir.
Bu girişim, artık hemen herkesin itiraf ettiği üzere akamete uğradı. Dolayısıyla bugün ABD göreli bir gerileyiş sürecinde ve bu, onun bir önceki dönemdeki benzersiz-rakipsiz konumunu sallantılı kılıyor. Bu bağlamda emperyalistler arası rekabet ve ihtilafların yeniden belirginleştiği ve dolayısıyla da uluslararası siyasal sistemin daha çatışmacı hale geldiği bir döneme girdiğimiz açık. Emperyalist güçler arasındaki ihtilaf, çekişme ve nüfuz mücadeleleri burjuvazinin uluslararası siyasal mimarisini belirleyen merkezi bir öğe halini alıyor yeniden. Bu koşullarda Lenin ve sair klasik Marksist emperyalizm kuramcılarının emperyalistler arası rekabet vurgusuna bir biçimde geri dönmek kaçınılmaz. Dönülmez ve emperyalizmle esas itibariyle ABD’yi özdeş sayan eski tutumda ısrar edilirse, bir emperyal merkezin diğerine tercih edildiği yahut bazı emperyalizmlere bazılarından daha az karşı çıkıldığı garabet bir “antiemperyalizmle” pekâlâ karşı karşıya kalabiliriz.
Yani günümüzde ABD emperyalizmine karşı olmak tutarlı ve bütünlüklü bir antiemperyalist tutum için gerek şart olmasına karşın yeter şart değil. Suriye’de ya da (daha tartışılır olmakla birlikte) Ukrayna’da ABD’nin sıkışması ya da zorlanması (örneğin zamanında Vietnam’da olduğu gibi) emperyalizmin mevzi kaybettiği anlamına gelmiyor. ABD’nin şu ya da bu “oyununun bozulması”, otomatik olarak antiemperyalist mücadele açısından bir kazanım anlamına gelmeyebiliyor. Bu krizler emperyalistler arası güçler dengesinde (elbette şimdilik kısmi) kayma ve değişimlerden başka bir anlam taşımıyor.
Ukrayna-Kırım krizi dolayısıyla solda yer alan kimi figürlerin bazı beyan ve yorumlarıysa (o medya klişesini andırırcasına) sanki Soğuk Savaş devrinde olduğumuz intibaını yaratıyor. Suriye hususunda da benzer yorumlar, yani (eskilerin deyimiyle) Düvel-i Muazzama arasındaki ihtilafta ABD’ye karşı şu ya da bu gücü kayıran ifadeler söz konusu olmuştu. ABD ve AB’yi haklı olarak sorgulayan ama iş Rusya’nın Kırım müdahalesine gelince bin dereden su getiren bir tavır söz konusu denebilir. (Sosyal medya mecralarında Rus asker ya da donanmasının resimlerini iştiyakla paylaşanlar hakkındaysa söyleyecek söz yok.) Oysa (yukarıda da ifade edildiği üzere) ABD’ye karşı her türden emperyal meydan okumanın muhakkak hayırlı sonuçlara vesile olacağı sanısından hareket eden oldukça dar bir perspektif bu. Üstelik ister istemez, Marksist bir antiemperyalizmden ziyade emperyalizmi kültürelleştiren siyasal İslamcı (Batı-Doğu) ya da Avrasyacı (Atlantik-Avrasya) tutumları andırıyor.
ABD’nin hegemonik konumunu sürdürmekte karşılaştığı sıkıntılara ve dünyadaki gelişmeleri belirleme kapasitesindeki nispi zayıflamaya delalet eden hadiseler, antiemperyalist kalkışma ve mücadelelerin değil de uluslararası bloklaşma ve nüfuz mücadelelerinin tezahürüyse ortada sevinecek bir şey yok. Emperyalist bloklar arasındaki rekabette bir kampa karşı şu ya da bu gerekçeyle bir başka emperyalist kampı dolaylı olarak da olsa hayırhah görmenin ne menem bir “antiemperyalizm” sayılacağı hususunu uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Lenin’in I. Dünya Savaşı sırasında rakip emperyalist kamplar arasında saf tutan sosyalistlere dönük kıya sıya eleştirilerini anımsatmaya da lüzum yok herhalde. Ancak böylesi bir yaklaşımın son tahlilde küresel düzeydeki sınıf mücadelesini bir emperyalist kampın çıkarlarına tabi kılmaya varacağını belirtmeden de geçmeyelim.
Tekrar ederek bitirelim: 2014’ün dünyası Soğuk Savaş yıllarına değil, giderek 1914 öncesine benziyor. Jaurés’in bütün iyimserliğine rağmen sosyalistler 1914’te savaşı engelleyemedi. Enternasyonal çöktü. Fransız sosyalist ve sendikalistlerinin önemli bölümü, “Alman militarizmi” karşısında savaşa dahil oldu. Alman sosyal demokratlarının ezici çoğunluğu da “Rus despotizminin” karşısında savaşı destekledi. Emperyalist bloklaşmada taraf olunmasının bedeli ağırdı. İşçi sınıfı hareketi belki de tarihinin en büyük yenilgisiyle karşılaştı. Bu hatayı yeniden işlemek tehlikesiyle yüz yüze kalacağımız bir kritik durumdan (neyse ki) daha muhtemelen uzağız. Ancak bu, aynı hatayı, şu ya da bu gerekçeyle tekrarlamanın bahanelerini üretme lüksümüz olduğu anlamına da gelmiyor.