12 Eylül 1980 tarihinde Darbe olduktan sonra Türkiye’de, yüzbinlerce rejim muhalifi ve solcu hapislere doldu. Yüzbinlerce insan işkence tezgahlarından geçirildi. Yüzlerce insan faili meçhul bir şekilde bu işkence tezgahlarında öldürüldü. Gene bir o kadar insan idam edildi. Savundukları ideoloji Türk-İslam sentezi olmasına rağmen bu ideolojiden olan MHP’li militanları sırf tarafsız diye görünmek için aynen solcular gibi işkencelere tabi tutup onları da aynen solcular gibi ezdiler. Alparslan Türkeş’in o günlerde söylediği söz hala daha beyinlerdedir:”Fikrimiz iktidarda, biz ise hapislerde” Orası öyleydi ama 12 Eylül Darbesi’ne gelinceye kadar MHP’lileri terör yaratmada kullanıp Darbe yapmak için haklılık oluşturmaya da çalıştılar. Darbe öncesinde Beş bin genç insan öldürüldü , ihtilalin zemini ve meşruluğu çok iyi bir şekilde oluşturuldu. Halkın kendisi, askeri, darbe yapmaya çağırmaya başlamıştı ve bu fırsatı gene kendileri kullandılar. Darbenin hemen ertesinde mevcut anayasayı Türkiye şartlarına göre çok ilerde buldular ve çok kısıtlayıcı, özgürlükleri ortadan kaldıran 12 Eylül Anayasası’nı büyük bir halk çoğunluğuna onaylattılar. Aynı anayasa bize de 1983- KKTC ilanından sonra getirildi ve o da %70 oyla meşrulaştırıldı. Bu mentaliteye göre özgürlükler bizim için lükstü. İçteki iç düşmanlara fazla fırsat verilmemeli iç düşmanlar bir şekilde bertaraf edilmeliydi. İç düşmanlar denilerek hedeflenen sol kesimlerdi. Nitekim genelde sol kesimler darbe sonrası bertaraf edildi ve sol artık Türkiye’de bir defa daha başkaldırmayacak bir duruma getirldi. Okumak ve düşünmek yasak duruma geldi. Kitaplarla silahlar hep bir arada gösterildi. Türkiye ve Kıbrıs hep kırmızı kitapçıklarla yönlendirildi. Seçimle gelenler bile bu kırmızı kitapçıklardaki komutlarla yönetilmeye başlandı. Gerek Türkiye’de gerekse bizde resmi ideolojiye karşı olanlar hain bilindi veya ilan edildi. Toplumda biat kültürü oluşturuldu. Sol ve sağ benzeştirildi ve solun eleştiri hakkı bir şekilde nötralize edildi. Halk sağ ve sol arasında artık bir ayrım görmeyeye başladı. Güvenlik devleti mentalitesi oluştu. Bir tarafta hainler yani rejime karşı olanlar bir tarafta da sadık olanlar vardı. Sadık olanların daha fazla ülkede yer etmesi, onların çocuklarının sivrilmesi, devlet katında onların çocuklarına yer açılmaya başlandı. Biat kültürü yaygınlaştıtılıp idelojisinden veya fikrinden dönmek ödüllendirildi ve bu etik ortadan kaldırıldı.Gayrı resmi ideoloji dışında kalan insanların çocuklarına şans tanınmadı. Fakat gene, gayrı resmi ideoloji dışında kalıp da boyun bükenler ve de sadakatını isbat edenlere birşeyler verildi ve onlar da susturuldu. Susmayanlar aslında %30 civarına düşürüldü ki onlar da bu kalabalıkların içinde pek bir mana ifade etmiyordu.
Güvenlik Devleti mentalitesi veya felsefesi yaratılırken elbette iç düşman terimi oldukça kullanıldı. Toplum devamlı bu terimle terörize edilerek kendi kendinden korkar duruma getirildi. Muhalif bilinen veya resmi ideoloji dışında bırakılan katmanların nefes alışları bile kontrol edildi. Telefonları dinlendi. Takip edildiler veya o kadar özgürlükleri kısıtlandı ki ülkeyi terkedip siyasi sığınma hakkı elde etme şartları yaratıldı. Kişilerin böyle bir baskı altında olmaları ruh hallerinde devamlı izleniyorum baskısı yarattı. Topluma empoze edilen bu ideoloji ile hain bilinenler devlet hizmetlerinden ve atamalardan yararlanamadı. Muhalif partilerden kendini tranformasyona uğratanlara hükümet olmaları hakkı verildi ama ideolojilerini de unutmaları şartı getirildi. Aşağılandılar, birçok halk aleyhine yasalar bu muhaliflere yaptırılarak halkın umutlarının kırılmasına çalışıldı. Topluma liderlik yapacak partiler yeteneksiz duruma düşürülünce toplumda lidersiz kalmış veya aradığını artık sol bilinenlerde bulamaz oldu. Gayrı resmi ideoloji durumuna getirilenler ya linç kültürü veya oluşturulan kurum ve kuruluşlarla aleyhlerine kampanyalar düzenlenerek medyada toplumdan izole edildiler. Evet, tüm bunlarla devlet yüceltildi. Herşey birbirine benzetildi. Toplum beniletildi ama bunu yaparken de toplumun tüm değer yargıları, demokratik gelenekleri de ayaklar altına alındı. Devlet anlayışı da yozlaşırken, devlet içinde oligarkların meydana gelmesi, çetelerin aynen Susurluk olayında olduğu gibi ortaya çıkmasına veya devlet içindeki gruplaşmalar ve çıkar ilişkileriyle çeteleşmeler ve elitler oluşmasına neden olundu. Uluslararası hukuk dışına çıkıldı. İnsan Hakjları ve uluslararası hukuk ilkeleri devleti terketti.Devlet içindeki oligarklar veya elitler veya militer bürokrasi, resmi ideolojinin dışına çıkıldı diyerek ve de kendi egemenlikleri zarar görecek diye, demokratik örgütlerle sivil kuruluşları kurdukları derin yeraltı örgütleriyle bombalatıp halkı ve geniş kitleleri de bir şekilde baskı altına almış oldu. Bu arada birçok faili meçhul cinayet ve bombalama eylemi oldu ama maalesefe güvenlikten sorumlu güçler failleri bulamadılar.
Sonuçta ne oldu? Halkı korumakla görevli resmi güçler de bozuldu. Birçok oyunların içine girerek günlük senaryoların birer parçası oldular, kendilerine devlet bürokratları veya elitler tarafından işletilen suçlar bozulmayı ve gayrı hukuksal davranmayı getirdi ama Kuzey Kıbrıs gibi bir ülkede şartlar aynen Türkiye’deki gibi olmadığı için bu senaryolar her uygulandığında herşey teşhir oldu ve fire vermeye başlandı. Bu yapının ne anayasasası ne de 30 senedir kitlelere sundukları artık beğenilmiyor ve yapı yürümüyor. Resmi güçler eskisi gibi halka senaryolarını sunamaz ve kitleleri kandıramaz duruma geliyorlar. Halk arasında o kadar teşhir oldular ki artık faili bulunmayan olaylarda halk hemen devlet kuruluşlarının iyi niyetinden kuşkulanır veya olayları artık şüpheyle karşılar oldu.
Kuzey Kıbrıs’ta, söz yetki ve karar halka devredilmez, uluslararası hukuk ilkeleri ve normları uygulanmaz, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi anayasaya girmezse ülke yönetilemeyecek ve ne meclis ne de devlet güçleri halk kesimlerine güven veremeyecekler. Derhal yapı demokratikleştirilmeli ve dediğimiz hibi iktidar Kıbrıstürk halkına devredilmelidir.