20 Ekim tarihli Havadis gazetesinin ön sayfasında, Anayasa Mahkemesi Başkanı Şafak Öneri’nin KKTC’nin tüm kurumlarının kötüye gidişiyle ilgili saptamaları yer alıyordu.
Ne diyordu Anayasa Mahkemesi Başkanı?
“Polis’in de kendine çeki düzen vermesi gerekiyor. Adli suçlara polisin de karışmasından rahatsızım.”
Daha başka?
“Uyuşturucu davalarındaki artışın nedeni başıbozukluk ve denetimsizlik… Doğru düzgün sıkı bir denetim yapılsa, gerek gümrük kapılarında gerekse diğer sınır boylarında, uyuşturucu bu ülkeye nasıl girebilir?”
Başında bulunduğu yargı kurumunun, mahkemelerin hal-i pür melalini de eleştirel bir gözle irdelemiş sayın Şafak Öneri.
Örneğin, kurumda pek çok problemin bulunduğunu ve bunların da yargının bağımsız olmamasından kaynaklandığına vurgu yapmış.
“Avukat enflasyonu kaliteyi düşürüyor” diye gidişatı belirtmiş..
Başında bulunduğu kurumda “hakim sayısının yetersiz” olduğunu da dillendirmiş.
“ÖRNEK BİR DEMOKRASİ VE HUKUK DÜZENİ, ÖRNEK BİR DEVLET”İMİZ VARMIŞ DA HABERİMİZ YOK
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bu konuşmasından neredeyse bir ay kadar sonra, KKTC’nin yıldönümü kutlamaları için adaya gelen TC Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ne demiş:
“Bugün KKTC demokrasisi, hukuk düzeni ve tüm kurumlarıyla örnek bir devlettir.”
Türkiyeli politikacılar yıllardır böyle “el alemi kör bizi de ahmak” yerine koyarcasına, her adayı ziyaretlerinde her gün yaşadığımız ve muhatap olduğumuz siyasi statüko için böyle ajitasyonlar çekiyorlar.
İşte adaya geliş maksatları hasıl olsun, biraz da ‘laf olsun torba dolsun’ diye mi ne…
STATÜKONUN KUZEY KIBRIS YAŞAMINDAKİ YANSIMALARI
Yargının eleştirdiği üzere, sadece uyuşturucu kaçakçılığı, başıbozukluk, denetimsizlik, polis’in kendine çeki düzen veremeyişi midir yaşadığımız adanın Kuzey coğrafyasındaki kötüye gidişin nedeni?
Elbette statükonun sonuçları bunlarla da sınırlı değil.
Çer çöp içerisinde, kanalizasyon kokulu sokak ve caddeleri, rastgele betonlaşmasıyla başta Lefkoşa olmak üzere pek çok yerleşkemiz, tipik bir az gelişmiş Ortadoğu kasabası görünümüne bürüneli yıllar oldu.
Mali açıdan zayıf, borç batağı içerisinde yüzen, yıllardır sigorta ve ihtiyat sandığı yatırımlarını yapmadıkları çalışanlarının, ay sonları maaşlarını dahi zar zor ödeyebilen verimsiz belediyeleriyle “Al-i KKTC devletinin”, yani sayın Arınç’ın “örnek devlet”inin, “yaşam kalitesi dünya ortalamasının üzerinde” kentleri mi var da içinde yaşayan bizler bunu fark edemiyoruz?
Elbette Ercan’da uçağın kapısından itibaren tepe lambalı ve pek çok korumanın eşliğindeki süratli arabalarla Lefkoşa ve Girne ana yolunda trafiği yara-yara ilerlemekle Kıbrıs’ın kuzeyini, içinde yaşayan Kıbrıslılar kadar bilip tanımak mümkün değildir. Bu nedenle AKP kurmaylarını eğer birileri yanıltıyorsa bir daha yazmış olalım.
Nasıl olsa bu coğrafyanın ispiyoncusu gırla…
Belki bu yazdıklarımız da Ankara’ya uçurulur.
Ya da pek çok diğerleri gibi “laf olsun torba dolsun” babında gazete sayfaları arasında sıkışır kalır.
BELEDİYELERİMİZ BORÇ BATAĞINDA, SOKAKLARIMIZ KİRLİ, TRAFİĞİMİZ DARMADAĞIN.
Lefkoşa’nın, Girne’nin sokak ve caddelerinde gezinirken, refüjleri temizlense de, birkaç gün içerisinde yeniden pet şişeler, sigara paketleri, izmaritler, karton kutu ve çer çöp ile doluyor.
Adanın Kuzey coğrafyasında yaşayanlar, Kıbrıslısı-Türkiyelisi el ele vermiş, sadece çevre kirliliğinden şikayet ediyorlar; ancak yediğini içtiğini de rastgele sağa sola fırlatmakta adeta bir “işbirliği” içinde olmaktan hicap duymuyorlar.
Ana yol’un kaldırım ile birleştiği yerlerde, siyahla gri arasında bir toz yığını şeridi uzayıp gidiyor.
Hafif bir rüzgar esmeye, yoldan araba ve hele de kamyonet ya da kamyon ve otobüs geçmeye görsün. İnsanlar, ağaçlar, kaldırımlar, dükkanlar, arabalar, eciş bücüş reklam tabelaları…
Her yer toza toprağa bulanıyor.
Aleminyumdan, ahşaptan, muşambadan, camdan, şemsiyeden, profil borudan, şingıl ya da kiremit damlı ilave inşaatlarla, yayaların kaldırımlarına tecavüz eden dükkan sahiplerinin zihniyetine mi öfkelensek…
Yoksa kaldırımlarda ek inşaatlardan kalan boşlukları da park ederek dolduran otomobillerin sahiplerine mi kızsak?
Hele 1950’lerde benim gibi içine doğduğu şeherin bu hal-i harabına nasıl üzülmez insan.
Park yerini düşünmeden işyeri açan işletmecilere ve apartman diken müteahhitlere ve de onlara vakt-i zamanında inşaat ruhsatı veren ve hala vermekte bir sakınca görmeyen yöneticilerimize mi?.
Yoksa Türkiye’nin kasabalarında olduğu gibi, cadde üzerinde (örneğin Lefkoşa otobüs terminali önü-hp) akmakta olan araç trafiğini daraltacak şekilde otomobillerini dikine park eden zihniyete mi kızsak, yoksa bunu görmezden gelerek doğallaştıran trafik memurlarına mı?
Ya da “park yeri bulunmayan” dükkanlar arasında, illegal park yapmak zorunda kalanları “avlayan” trafik zabıtalarına mı?
Kime kızıp öfkelensek?
Ay sonları “örnek demokrasimiz” sayesinde, “örnek devletimiz”in başına getirdiklerimizin bir türlü denkleştiremedikleri ve yakın bir gelecekte de denkleştiremeyecekleri ayan beyan belli olan “bütçeyi denkleştirmek” için, zat-ı alilerine avuç açmasını görmezden mi gelsek…
Yoksa 40 bin asker ve bir o kadar da silah ve cephanenin ve “askerlik namustur” pankartının gölgesinde bize 12 Eylülcü generaller tarafından bahşedilen, bu “örnek demokrasi, örnek hukuk ve örnek devlet”imiz ile malul statükomuz karşısında eğilip, her Allahın günü “laf olsun torba dolsun” babında hem milliyetçilikten, hem de güya çözüm ve barıştan bahsederek, “herkesten bir adım önde olduğumuz” martavallarını sus-pus olup uslu-uslu dinlesek mi acaba…
STATÜKO HER YANA METASTAZ YAPAN HABİS BİR TÜMÖR GİBİ
Bu kadar çok nüfusu, arabayı ve binayı, bu kadar alt yapısız ve bu kadar beceriksiz, korkak ve edilgen bir siyasi yönetim ile karşılamak ne mümkün!.
Statüko, sürekli metastaz yapan habis bir tümör gibi adanın Kuzey coğrafyasını sarmış.
“Herkes evinin önünü süpürse ortalık derlenip toparlanacak, çevre temizlenecek, devletin işlerini yoluna konacak, vatandaşın da yaşam kalitesi aratacak” sanılıyor.
Halbuki gidişat hiç de öyle değil.
Çünkü statüko her yerde!…
Yaşamımızın her zerresine sinmiş.
Pek çok siyasi yönetici ve bürokratımız da bunun ayırdında, ama işte “laf olsun torba dolsun” konuşuyorlar…
Ve sonuçta küçük, edilgen ve naif de olsa cemaatimizin iflasını, kendi edilgenliklerine ve beceriksizlerine değil ama Kıbrıs Sorunun çözümsüzlüğüne falan bağlıyorlar.
Ancak gelin görün ki, Kıbrıs Sorunun çözümünde yetkilerini, “Türkiyesiz çözüm olmaz”, “Türkiye’nin çıkarları” diyerek uzun zamandan beridir Ankara’daki AKP hükümetine devretmiş bulunuyorlar.
Örneğin hükümetimizin başı Yorgancıoğlu, TC Başbakanı Davutoğlu’nun yanında “çözüm ve barış konusunda bir adım önde” kükrüyor:
“Anasatasiades’in masadan kaçması anlamsız”.
Gösterilerde taşınan ajitatif pankartlardan birini kopya ederek balarisliyor…
“…dün vardık, bugün de varız, yarın da var olacağız”…
Sorunu nasıl çözeceğini değil, Türkiye hükümetinin nasıl “akil adam” olarak gözüne gireceğini düşünüp taşınıp ona göre konuşmasına “siyasi ayar” mı çekiyor?
Yoksa “laf olsun, torba dolsun” diye mi konuşuyor?
GÜNEY’E GEÇİNCE SANKİ “İKLİM” DEĞİŞİYOR
Ama örneğin Ledra Palace, ya da Kermiya Barikatı’ndan, Limnidi’den veyahut da Mağusa barikatlarından, adanın Güney coğrafyasına daha geçer geçmez, üstelik de ekonomik kriz içerisinde olmasına rağmen, yaşamakta olduğumuz Kuzey coğrafyasından çok daha temiz ve çok daha düzenli kentlerle karşılaşıyoruz. On yılı aşkın bir zamandır Güney’de temiz ve düzenli kentlerin olmasını, buna karşın yaşadığımız Kuzey’de çevre kirliliğinde az gelişmiş ülkelere yaraşır keşmekeş bir şehir yaşamının parçası olmayı doğallaştırdık mı ne!..
Bir adanın iki yarısı, nasıl birbirinden bu kadar farklı olabiliyor?
Yöneticilerinin ve cemaatinin ekonomik kriz ile boğuşmakta olduğu güney coğrafyasındaki yaşam kalitesi, Kuzey coğrafyasının yaşam kalitesine nasıl “gözle görülür elle tutulur” şekilde bu kadar fark atabiliyor?
“Yok kişi başına düşen gelirimiz artmış.”
“Yok KKTC sonsuza kadar yaşatılacakmış.”
“Yok Rumlar ateş olsa cürümleri kadar yer yakarmış.”
“Yok daha çok toprak tavizi verilemezmiş.”
Yöneticilerimizin bu nutukları arasında statükomuz da sürüp gidiyor…
Biz Kıbrıslıtürkler, sadece Kıbrıs Sorununun çözümünden değil ama örneğin sorunun çözümüne yardımcı olacağı söylenen doğal gazın sorunun çözümünden de kendimizi azade kıldık. Nasıl olsa AKP Kıbrıs Sorunun çözümünde olduğu gibi bizim adımıza kerameti kendinden menkul “hep bir adım önde” bir politikayla doğal gaz sorununu çözmeye, seçtiğimiz yöneticilerimiz de, “laf olsun torba dolsun” konuşmaya devam mı edecek?
MEMLEKETİM TRAFİĞİNDEN MANZARALAR
Nerdeyse her Kıbrıs’a mali yardım konusu açıldığında, AKP’li yetkililerinin finanse etmekle övündükleri “duble yollarımız”, üzerinde arabalar arada bir hoplayıp zıplayacak şekilde yer yer çökmüş.
Lefkoşa ve civarında sokak aralarında asfalt yollar delik deşik.
Türkiye trafiğinde olduğu gibi, “daha cesur, daha açıkgöz,daha kural tanımaz olanların ilerlediği” bir trafik düzensizliğine doğru hızlı bir gidiş var.
Bazı trafik ışıkları önünde, (örneğin Göçmenköy kapalı spor salonu önü-hp) bazı çemberlerde (örneğin Gönyeli çemberi-hp) iki sıra halinde ilerlemesi gereken otomobiller, sağdan soldan dalan “cesur sürücüler” sayesinde üçlenip, dörtlenebiliyor.
Lefkoşa’nın Mağusa yönünden girişinde yer alan, Hamitköy Kavşağından itibaren başlayan Dr. Fazıl Küçük Bulvarı ile bulvarın güney güzergahındaki tali yol birleşeli yıllar oldu. Derin çukurların yarıkların bulunduğu, toprakla karışık bu tali yolda seyreden sürücüler arzu ettikleri yerden ana yola fırlayabiliyorlar. Bu arada gidiş-geliş serbest olduğu için bazen ters yönden gelen araçların ana yola fırladığı zamanlar da olmuyor değil. Pek çok da trafik kazası olmuş bu tali yolda. Hatta bir keresinde ben şahit oldum, mahallemizden bir polis’e, motoruyla seyrederken bir otomobille çarpmışlardı. Başka kazalar da oluyor ara sıra. Polis ölçüp biçip gidiyor işte…
Her yıl milli törenlerin provaları da bu bulvar üzerinde düzenleniyor. Zaten zar zor akan Girne-Lefkoşa, Mağusa-Lefkoşa yönündeki trafik akışı, prova için yollar daha kesilir kesilmez bir anda “arap-saçına” dönüyor. Varoşlardan kente arabalar yeni yürümeyi öğrenen bebekler gibi kaplumbağa hızında “day-day” ilerlerken, anlık dikkatsizliklerden zincirleme araba kazalarındaki artışa da katkı sağlanmış oluyor.
Aynı bulvarda 20 Temmuz ve 30 Ağustos kutlamaları provaları ve törenlerinde resmi geçit yapan ağır vasıtalar ve tanklar, sıcakta asfaltı çiğnerken deniz gibi dalgalandırıyor. Sonra da o dalgalı asfaltın üzerinde arabalar seke-seke ilerliyor…
Öte yandan o karman çorman trafiğin içine sıkışmış, kaplumbağa hızında ilerleyen arabalarında vatandaşlar çile çekerken, polisler, bariyerlerle kestiği yolun ortasında durup bekliyor. Orada bir polis dursa ve diğerleri trafik akışının yönlendirildiği noktalara uğrayıp da yer-yer sıkışan trafiği düzenleyip hızlandırmak için bir çaba harcasalar daha iyi olmaz mı?
Neden olmasın?
Trafiğe sıkışan vatandaş milli tören provalarına “şikayetçi olsunlar, nefret etsinler” diye mi, yoksa asker-polis, vatandaş üzerinde, “ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” mealinde bir algı yaratmak için mi bunu yapıyor?
Niyet değil, elbette sonuçta vatandaşta ortaya çıkan algı önemli…
Öte yandan yıllardır vatandaşı prova günlerinde, o trafiğin hal-i perişanınına mahkum eden, bu coğrafyayı yönetmekle mükellef vekil ve bakanlarımızın neden bir çözüm üret(e)medikleri, biraz da bizim cemaat olarak beceriksizliğimizle mi alakalı?
O zaman seçtiklerimiz, kendilerini bu kadar basit bir konuyu çözebilecek kadar etki ve yetkiden azade kılmışlarsa eğer, seçim döneminde salladıkları nutuklar, bir de seçildikten sonra her gün radyo ve her gece televizyon ekranları önüne geçip saatlerce konuşmaları…
‘Laf olsun, torba dosun’ maksat da hasıl olsun diye midir?
STATÜKO HER YERDE
Ama kirlenme sadece sokakta değil.
Devlet katındadır da…
Kamudaki işe alımlardan başlıyor, tayin ve terfilerde siyasi torpil ve kayırmalarla sürüyor.
İşin ehli değil ama kim hükümet ve ilgili bakanlık için potansiyel oy deposuysa, münhal olan iş’i ya da terfi’yi de ol şahıs kapıyor. Öte yandan Polis de göstericilere munis ve şahin davranmakta siyasi ayırıma gidebiliyor.
Müsteşarlık ve müdürlükler zaten siyasi makam ve mevkilerden saylıyor.
Ayırımcılık ve dolayısıyla kirlenme devletin her kurumuna sirayet etmiş.
Statükonun devamı yaşamın her alanında sadece kirlenmeye ve ayrımcılığa değil ama bencilliğe de yol açıyor. Öte yandan verili koşullarda şikayet ettikleri statükonun alternatifinin ol(a)mayacağını düşünen insanlar, statüko ile yaşamayı içselleştiriyor.
Hepimiz statüko ile yaşamaya alışmışız bir kere.
Sanki bunları bilmeyen varmış gibi ben de yazıyorum işte; “laf olsun torba dolsun” diye…
Kaynak: Bu yazı 30 Kasım tarihinde Havadis’in Poli ekinde yayınlandı