“… elbet bir bildiği var bu çocukların, kolay değil öyle genç ölmek.
… elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi yüzümün, yaşamak bir köpek gibi tekmelenerek, yaşamak öpülüp okşanıp kaldırılarak.”
Kızılırmak 1 – Hasan Hüseyin Korkmazgil
Ateş önce düştüğü yeri (mi) yakar?
Amara Kültür Merkezi’nin kapısından ilk kez 17 Mart günü uzun bir otobüs yolculuğundan sonra girmiştim. Koşar adımlarla üst kata çıkıp çantalarımızı bırakıp, Kobanê sınırındaki Newroz kutlamalarına yetişecektik. Sonrasındaki günlerde halkın kolektif emeği ile inşa edilen bu binanın üst kattaki kütüphane, yatak odamız; alt katta soldaki oda mutfağımız; bahçe de dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler, fotoğrafçılar ve gönüllülerle tanıştığımız, dertleştiğimiz, hikâyeler paylaştığımız; bazen yol üstündeki mülteci kamplarından gelen çocuklarla oynadığımız alan olacaktı.
5 yılı aşkın süredir emek verdiğim zorunlu göç alanında çalışıyorum ve Suruç’a gitmek benim açımdan kaçınılmazdı. Yaşadığım ve çalıştığım coğrafyanın yanı başında 2. Dünya Savaşından beri meydana gelen en büyük zorunlu göç hareketi gerçekleşiyordu. İşte bu dönemde akademik makalelerde ve deklarasyonlarda uluslararası korumanın devletlerin sorumluluğunda olduğu tekrarının karşısında, devletin yetmediği yerde, Kürdistan coğrafyasında, yerel yönetimler ve halkın üstlendiği büyük bir sorumluluk ve devletlerin, uluslararası kuruluşların sadece sözde kalan uluslararası dayanışma naralarının somut örneği vardı.
Birçok kişiyle tanıştım, selamlaştım Amara’da. Haber yapıp yaşananları dünyaya duyurmak için orada olanlar vardı, Türkiye’nin farklı şehirlerinden ve başka ülkelerden dayanışmaya, yardıma gelenler de. Yapılacak işler vardı; ilaç depolarının düzenlenmesi, yardımların ayrılması, geri dönüşlerin başlamasıyla boşalan çadırların toplanması vb… Bazıları öğrenciydi ve okullarını bırakıp gelmişlerdi, bazıları kısa süreliğine oradaydı, bazıları ise ilk günden beri bırakıp gidemiyorlardı. O hafta biz de birbirinden habersiz oraya giden iki Kıbrıslı olarak eklenmiştik Amara nüfusuna.
Rojava devrimi – Kobanê – Suruç
Kelime olarak ‘batı’ anlamına gelen Rojava, Suriye Kürdistanı veya Batı Kürdistan olarak da biliniyor. Suriye’nin kuzeydoğu kesiminde, yoğunluklu olarak Kürt halkının yaşadığı bölgeyi tanımlamakta. 2014 yılında Rojava’da kanton özerk bölge yönetimleri ilan edildi. Kobanê şehri de Kobanê kantonunun yönetim merkezi haline geldi. Burada, Cizre ve Afrin Kantonlarında olduğu gibi demokratik özerk sistem hayata geçirildi. Yani halkın seçilmiş kurum ve meclisler aracılığıyla kendisini yönettiği bir sistem kuruldu. Bu sistemde, tabandan olan yönetimin yapılanması yeniden düzenlendi. Köy meclisleri temsilcilerinden belde, beldelerin temsilcilerinden ilçeler, ilçe mahalle temsilcilerinden ise kent meclisleri oluşturuldu. Kent meclislerine aynı zamanda siyasi partiler, etnik ve inanç grupları, kadın ve gençlik meclis ve örgütleri, sivil toplum örgütleri de katıldı. Kent meclislerinden de seçilen temsilciler özerk bölgelerin genel meclislerini oluşturdu. Bu genel meclisler yasama görevini üstlendi, yani bir nevi bizdeki meclisin görevini. Genel meclis temsilcileri de bizdeki hükümete denk düşen bölge yönetimini oluşturdu. Devrimin en önemli yanı belki de etnik ve dini ayrımların katliamlara sebep olduğu, kadın kıyımının yaşandığı Ortadoğu coğrafyasında dil, kültür, inanç, etnik farklılıklar ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği gözetilerek yönetimin halkın tüm kesimlerinde olmasıydı. Ayrıca devrim, insanların özgürleşmesini hedeflediği kadar, doğanın da insan tahakkümünden özgürleşmesini amaç ediniyordu. Rojava Anayasası olarak da bilinen Rojava toplumsal sözleşmesinin giriş bölümünde bu anlayış açıkça ifade bulmaktadır.
“Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için. Demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için. Kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için. Savunma, öz savunma, inançlara özgürlük ve saygı için. Bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz.
Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez.”
Ancak Kobanê’nin adı Rojava Devrim’inden çok, IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) katliamlarıyla duyuldu buralarda. Kobanê kantonu aylar boyunca IŞİD militanlarının saldırısına maruz kaldı. Eylül 2014’de IŞİD Kobanê Kantonu’nun büyük bir bölümünü işgal etti, girdiği köylerde katliamlar yaptı, kadınları kaçırdı. Kobanê’nin öz savunma mücadelesini veren Halk Koruma Birlikleri (YPG – Yekîneyên Parastina Gel) ve Kadın Koruma Birlikleri (YPJ – Yekîneyên Parastina Jin) ile IŞİD militanları arasında olan çatışmalar, YPG ve YPJ güçlerinin Ocak 2015’de zaferiyle sonuçlandı. Fakat harabeye dönen kent için yapılacak çok iş var. Saldırı sonrasında, şehrin ve civar köylerdeki binalar ve altyapı yıkıntı halindeydi, toprak patlamamış mayınlarla doluydu. Halk, IŞİD’in evlerde dolaplara, çocuk çantalarına vb. yerlere sakladığı ölümcül tuzaklarla ilgili haberler alıyordu. Temiz su ve elektrik yoktu; Ocak 2014’de ilçenin su ve elektrik kaynağı bu çete tarafından kesilmiş, halkın yerine kurduğu sistem de zarar görmüştü. Gıda kısıtlıydı, ürünler ve hayvanlar yakılmış ya da savaş ganimeti olarak satılmıştı. İlçenin üç hastanesi IŞİD tarafından harabeye döndürülmüştü, tıbbi malzeme yoktu. Bütün bunlar karşısında, Kobanê yetkilileri ve insan hakları örgütlerinin çağrılarına rağmen insancıl yardım koridoru açmaya ilişkin çabalar karşılık bulmadı.
Suruç, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, Kürdistan coğrafyasında, küçük bir ilçe. Kobanê ile Suruç; aynı dili konuşan, aynı halkın yaşadığı, bazılarının akraba olduğu, demir tellerin, mayınlı bir tarlanın ayırdığı iki mahalle gibi. IŞİD saldırıları sonucunda bu iki ilçeyi ayıran sınırdan 150 bine yakın kişi Türkiye sınırına göç etmek zorunda kaldı. Bunların 53.250’si Suruç merkez, köy ve çadır kentlerde barındı. Suruç’ta bulunduğum sürede tanıştığım, ilk kurulan çadır kentlerden biri olan Rojava’da görev alan bir gönüllü arkadaş ilk başlarda özellikle gıda ve kıyafet sıkıntısı çektiklerini, bunları yardımlarla çözdükleri, devletin belediyenin yürüttüğü kamplara destek olmadığı, uluslararası kurumların gönderdiği yardımları bile iletmediğini, hatta elektriklerini kesme gibi pratiklerle köstek olduğunu, tüm ihtiyaçların dayanışma ile gönüllüler tarafından karşılandığını söylemişti.
Orada olduğum kısa süre boyunca, Suruç’ta kendimi ne kadar güvende hissettiğimi hatırlıyorum. Kıbrıs’tan insanlar orada olduğum için tedirgin olduğunda çok gülmüştüm. Gecenin bir yarısı uykudan arkadaşlarımızı kaldırıp tatlıcı kapatmadan önce künefe yemeye giderken, İstanbul’un birçok mahallesinde burada olduğumdan çok daha tehlikede olurdum diye düşünmüştüm. Aylar sonra tesadüfen açılan bir televizyonda Suruç’ta patlama başlığını görünce kalakaldım. Görüntülerde gösterilen Amara’ydı, ancak bahçede sigara-çay içen bildik ve bilmedik yüzler yerine cesetler vardı.
Cesetler ‘bizim’di. Birkaç gün önce Kobanê’deki yeniden inşa çalışmalarına katılmak ve yardımları iletmek isteyen insanların cesetleriydi. Gençtiler, dayanışmanın anlamını bilen insanlardı, muktedirlerin ulusal sınırlarının ötesindeki insanların hayatlarına dokunma ihtiyacı hissedecek kadar yürekliydiler. Kalemsiz okullara kalem götürmek, yıkıntıların içerisinde patlamamış bombalarla oynayan çocuklara oyuncak vermek, yaşamı yeniden kurmak üzere yola çıkmak için oradaydılar. Sosyal medyadan bir iki paylaşım yapıp yüreklerini rahatlatmadıkları için, daha fazlasını yapmak için oradaydılar. Yeni bir dünyada daha iyi bir yaşam için, hem de sadece kendileri ya da kendi ulusal sınırları içinde yaşayanlar değil, herkes için daha iyi bir yaşamı örgütleyen insanlardı.
Neden Kobanê? Neden Amara? Neden Suruç? Neden bu insanlar?
Bu soruların cevabı oldukça açık aslında… Kobanê; çünkü kapitalist sisteme, insanı insandan ve doğadan ayıran zihniyete alternatifin somutlaştığı, kadınların öz savunma birlikleri oluşturduğu, devrim yaptığı yer orası. Suruç; çünkü dayanışmanın, kardeşliğin kalesi haline gelmişti o küçük ilçe. Amara; çünkü Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerinden gelen insanların paylaşımlarda bulunmasını, enternasyonal dayanışmayı mümkün kılan çatı orası. Bu insanlar; çünkü devrimciydiler, bir devrimi yaşatmak istiyor, halklar arasında köprü kuruyorlardı. Onlar son sloganları ‘yaşasın halkların kardeşliği, yaşasın Kobanê direnişi’ diye haykırırken, halkların kardeş olması ve insanların yaşamlarının bir nebze daha yaşanabilir kılınması, iktidardakilerin ve onların yarattıkları canavarların çıkarlarıyla çatıştığı için; ben, biz korkalım, oraya gidemeyelim, Kobanê’nin insanları hayatlarımıza dokunamasın, biz onlara dokunamayalım diye öldürüldüler…
TC ve TC’yi yönetenler bu katliamdan sorumludur!
Suruç’ta gerçekleştirilen bu katliamın en güçlü şüphelisinin IŞİD olduğu hemen hemen herkes tarafından söylenmekte. TC Cumhurbaşkanı Erdoğan birçok açıklamasında “ne pahasına olursa olsun Kuzey Suriye’de yeni bir Kürt oluşumuna izin vermeyeceğiz” sözünü tekrarlamaktadır. Bugün biliyoruz ki Kürtlere saldıran güçlerin başında IŞİD gelmektedir. TC’nin IŞİD’e askeri teçhizat gönderdiği IŞİD komutanları tarafından dahi zikredildi, konu ile ilgili birçok haber yapıldı, Türkiye’nin IŞİD savaşçılarına ulaşım ve lojistik destek, eğitim ve tıbbi yardım sağladığı, petrol alarak maddi destekte bulunduğu ile ilgili belgeler yayımlandı, Türkiye askerleri IŞİD’le birlikte savaştığına dair basında ciddi iddialar bulunmakta.
Tüm bunların yanı sıra, bilindiği gibi devletler insan haklarını, ki konumuz en temel hak olan yaşam hakkıyla ilgilidir, sadece ihlal etmeme yükümlülükleri değil, aynı zamanda da ihlal edilmesini önlemek için ellerinden geleni yapma, önleyemediklerinde de etkin bir şekilde araştırma ve suçlularını cezalandırma yükümlülükleri bulunmaktadır.
Türkiye yetkililerinin değil ellerinden geleni yapmak, IŞİD militanları ile ilgili ihbarlara duyarsız kalma, bu olay özelinde patlama sonrasında tıbbi müdahaleden önce, gruba polis müdahalesinde bulunulması, ambulansın geleceği yolun panzerlerle kapatılması olası hak ihlalleri ile ilgili birçok şey söylüyor.
Bu arada adada…
‘Biz’ler Suruç’ta ölürken, fiziksel bedenimin yer aldığı Kıbrıs’ta, sokaklardan geçen tankların ve uygun adım yürüyen askerlerin önünde ceketli adamlar, protokolde ‘biz’lerin katliamının sorumlularından biriyle tokalaşıyor, gülüşüyordu. Bunların içinde halka barışı vadettikleri için bulundukları mevkilere seçilenler vardı. Peki ya barışı vadederken ölümü kutlamak da neydi? Bulundukları mevkilere seçilmek için halka daha iyi bir yaşam sözü verirken, politikaları sonucu yaşamları söndürenlerle gülüşmek hangi siyasi ahlaka, hangi vicdana sığardı?
2015 yılı itibariyle 20 Temmuz biraz daha kanlı. Arada 41 yıl farkla, birinde binler, diğerinde onların canı yitti. Etnik kökeni ne olursa olsun her can bizim, her can parçamız, her can biz …