Kobane IŞİD belasından yeni temizlendiği, yıkım ile zaferin, devrim ile bedelin birbirine karıştığı bir zamanda, Newroz kutlamasının hemen öncesinde apar topar almıştım biletimi Suruç’a doğru. Nedenini kendime çok net açıklayamadan. Ne yapacağımı çok da bilemeden. Rojava… Ne güçlü bir umut, yıllardır zulüm gören Kürtler için de değil sadece, dayata dayata böldükleri sözde “ulus”lar için değil, insanlık için, yaşam için. Umudun yeşerdiği topraklara dokunmak istedim, nefes almak istedim, kendime düşenle yüzleşmek, üstlenmek istedim heralde. Arabahmet çocuklarına mülteci olmayı anlattım gitmeden, mülteci çocuklara mektuplar yazdık hep beraber. Kimisi evinden oyuncağını ekledi mektubuna, kimisi kendi fotoğrafını, “çok zorsa gel, bizim evde misafir ol” diye yazdı bir tanesi. Küçük sırt çantamda büyük bir umutla gittim, yol yordam bilmeden, nerede kalacağımı bilmeden, kimseyi tanımadan. Umut büyük olunca, tehlike azalıyor gibi gelir insana, daha önce de hissetmiştim bunu. Gözü karalık derler ya, gözünden ışıklar saçmak derdim ben olsam. Kıbrıs’tan Antep’e gecenin geç bir vaktinde varacaktım, Suruç’a doğrudan otobüs bulunmaz o saatlerde, koca otobanda kavşakta inip 8 kmlik yolu kat etmenin bir yolunu bulmak gerekir. Tesadüfen öğrendim, Newroz sebebiyle bölgede olan gazeteci bir arkadaşım geceyi Urfa’da geçirecekti, bana tehlikelerden, bölgedeki otobüs terminallerinde IŞİD’in avlanmasından bahsederek ısrar etti, geceyi onlarla Urfa’da geçirmem en doğrusu olacak diye. Temkinli olmadım çok hayatımda, neye güvendiğimi bilmeden güvendim hayata. Bugüne kadar da beni hep teğet geçti o büyük tehlikeler, kimi zaman gerçekten yüreğimi ağzıma getirerek. Hep o son saniyeydi fark. Şans mı derler buna? Bugün buna evet demek çok zor geliyor.
Hala tam çözemediğim karar mekanizmamın değerlendirmeleri sonucunda Urfa’ya gittim ve ertesi sabah, Newroz’un erken kutlanacağı Suruç’taydım. Kutlamalar onyıllar önce ortasından çizgi çekerek aileleri, komşuları böldükleri Kobane sınırında yapılacaktı, birkaç yüz metre ötede Newroz ateşi yakmıştı Kobaneliler, yapay sınırlara inat beraberliğin nişanesi olarak. Alandaki ilk 10 dakikada bir sürü adres ve telefon numarası tutuşturuldu elime, insanların gözüne bakabiliyorsanız asla kalacak yer sorunu yaşamazsınız oralarda, çok çabuk anlattılar bana bunu. Işık… insanlığın koşulsuz ortak paydası, ne büyük bir güven duygusudur o ışığı paylaştığınızda gözlerde, o nasıl bir güçtür. Hep onu söndürmeye çalışmazlar mı zaten…
Çok uzun yıllardır, evlatsız, eşsiz, anasız, babasız, kardeşsiz kalan hanelerden oluşur o malum bölge, adına Kürdistan diyemedikleri. Ama onlar dağa çıkmış, silahlanmış, saldırmış, ama onlar feodal, ama onlar yüce Türk kanı taşımazlar. Bitmek bilmez trajedilere karşı Kürtlüğü yüceltecek kadar kör değilim, her ne kadar TC devletinin sistematik şiddeti etnik ayrımlarda en uç noktalara ulaşıyorsa da bu ayrımlar üzerinden söylem geliştirmeye devam etmek ancak onların şiddetini meşru gören bir zeminden hareket etmek olur. Teori, kavramlar, analizler son derece anlamsız geliyor bugün ya, neyse…
İnsan.
Yaşam.
Ben insan olmanın en derinde tınılayan duygularını hissettim Suruç ve Kobane’de geçirdiğim süre içinde. Gezi’de de hissetmiştim bunu. Bir olmak, kendini bir ötekinden ayrı tutmamak, ‘öteki’ne batan iğneden ötürü kanayabilmek, o kadar gerçek ve bir o kadar da mistik bir güç. Suruç’ta tanıştığım çoğu kişi, dünyanın dört bir yanından gelen aktivistler, gazeteciler, yurttaşlar, esnaf aynı güçten destek alarak yol alıyorlardı hayatta. Neden orada olduğumu orada olunca anladım. Ne olursa olsun insanlığından, yaşamdan vazgeçmeyen, direnen, acılara tutunmak yerine acılarını yaşama yediren, elde avuçta hiçbir şey yokken yine de senin açlığını dindirme gailesine düşenlerin yanında olmak, umut ışığını paylaşarak çoğaltmak ve umudu gerçek kılmak için sorumlu hissetmek…bu kadar zor olmamalı anlamak, hissetmek. Olmasaydı keşke.
Belediye eşbaşkanlığının açtığı Amara Kültür Merkezi de Kobane direnişi boyunca ve sonrasında hiçbir karşılık beklemeden yatacak yer, yemek, medikal ve lojistik destek gibi birçok konuda ışığın peşinde yol kat edenlere çatı sağladı. Onlarca kişi yanyana yer yataklarında uyuduk günlerce, sabah çayını içerken neler yapabileceğimizi planladık, birbirini tanımadan birbirine dayanabilen insanlardık…
Dün katliam haberini aldığımda iliklerime kadar dondum… İki hafta önce yine geri dönecektim oraya, Kobane’ye yeniden saldırdıklarını öğrenince aldım biletimi ve son dakikalarda vazgeçtim. O ışığı, gücü kendimde hissedemediğim günlerdi, şimdi çok anlamsız gelen nedenlerden. Patlama görüntüleri “haber değeri” fütursuzluğuyla bir bir gözlerimizin önüne serilirken, bir an Kobane direnişi boyunca oradan bir gün bile ayrılmaya tahammülü olmayan gazeteci arkadaşımızın günlüklerinden bölümler okuyup, göz yaşı döktüğümüz pencereye ilişti gözüm. Paramparça… Haftalarca boncuk satarak Kobaneli çocuklara oyuncak alan o güzelim ruhlar o pencereden geçerek milyonlarca cam parçası oldu, o en derinde tınılayan insanlığım, insanlığımız kanadı. “Ben olabilirdim” değil ki, ben oldum, biz olduk, birbirine dayanma cesareti gösteren insanlar, başkasının yükünü sırtında hissedebilenler ve hiç gocunmadan o yükü kilometrelerce taşıyanlar, karşılıksız…ışığı tanıyanlar, ona doğru ve onunla yürüyenler, yolda hem düşmeyi hem yeniden ayağa kalkmayı iyi bilenler, tanıdınız mı onları? Gördünüz mü yüzlerini, gözlerindeki o ışığı? Hissedebildiniz mi? İşte o ışık devralınmış yükümüzdür, her nerede yaşıyorsak, hangi anlamsız kategorinin içine sıkıştırılmışsak, hangi korku senaryolarına inandırılmışsak farketmeden. Onu söndürmeye çalışanları çok iyi tanırsınız, devlettir onlar, patrondur, gücü maddede, teklikte arayan surettir…
Düştük. Yeniden kalkmak zor görünecek bir süre belki. Milyonlarca cam parçası tenimizin altında hep hatırlatacak bize, şimdi acıyı ama umarım ileride ışığı…İnanmak istiyorum.