Otuz insanın öldürüldüğü Suruç kasabasına komşu olan KOBANE ve İŞİD’e karşı verilen “Kobane Direnişi” büyük bir olasılıkla Türkiye siyasal tarihinde derin izler bırakacak…
Suriye’deki Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Rojava bölgesinin yönetim merkezi olan Kobane’nin, birkaç güne varmadan düşeceğini söyleyerek, bölge halkını, kafa kesen, kadın kaçıran, köle pazarlarında satan İŞİD’in insafına terk eden AKP hükümeti ve RTE’nin, Kürtlerin verdiği mücadeleyi küçümseyen ne bu tavrı unutulacak, ne de CHP’nin takındığı ketumiyet.
Ne MİT TIR’larıyla taşınan silahların İŞİD ve El Nusra gibi örgütlere aktarılması silinecek siyasi hafızalardan, ne de o silahların yalnızca Esad rejimini devirmek amacıyla değil aynı zamanda Kürtlere karşı da kullanılması unutulacak.
Kürtlerin başından itibaren kadını, erkeği, çoluğu, çocuğu, Türkiye ve başka ülkelerin solundan tek tük katılımlarla, Türkiye’den bir şekilde aktarılan silahlarla beslenen İŞİD’in yoğun saldırılarına rağmen dişe diş sürdürdüğü Kobane direnişi, (ABD’nin de beklemediği bu direnişe son anda verdiği insansız uçak desteğiyle-hp) hep hatırlanacak.
Halbuki ne kadar da çok ihtiyacı vardı bugünlerde barışı inşa etmeye çalışan Türklerle Kürtlerin, böyle bir köktendinci istila karşısında dayanışmalarına…
SURUÇ… 1 MAYIS 1977 ÖLÇEĞİNDE BİR KATLİAM.
1 Mayıs 1977 İstanbul Takism Meydanı’nda 34 kişi öldürülmüş, 136 kişi yaralanmıştı.
Bu kanlı provokasyonun “kontrgerilla” tarafından bir askeri darbenin hazırlığı olarak yapıldığı, MİT tarafından dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e rapor edilmişti.
Tam 28 gün sonra, 29 Mayıs 1977’de muhalefet lideri Bülent Ecevit’e deİzmir hava meydanında bir suikast düzenlenince, Demirel siyasi hayatında bir ilki yaptı ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun’un, 1 Haziran 1977’de derhal emekliye sevk edilmesinde önemli bir rol oynadı. Her iki olayın bir askeri darbe planının bir parçası olarak derin devlet tarafından (o yıllarda derin devlet içerisinde etkin olan üst rütbeli komutanlardı ve siyasi bürokrasiye kadar uzanıyordu-hp) organize edildiği daha sonra pek çok gazete ve dergide yapılan haber ve söyleşilerde yer alacaktı.
Bu yazı yazılırken, Suruç’taki patlamanın üzerinden daha 48 saat geçmiş ve ölü sayısı 32’ye yükselmiş ve de 100’ü aşkın yaralı vardı. Nerdeyse 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı ölçeğinde bir siyasal katliamdı işlenen.
SURUÇ KATLİAMI:
İstanbul’dan ve Ankara’dan yola çıkan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi çoğu genç insanın düşündüğü tek şey, Kobane’nin yeniden inşasına katkıda bulunmaktır.
Yanlarında Kobane’li çocuklar için oyuncaklar, eğitimleri için kalemlerden kitaplara bir kütüphane oluşturmalarına yardımcı olacak eğitim malzemeleri vardır.
AKP yönetiminin engeline takılınca, Kobane’ye ve Suriye’li mültecilere yardım için gelen sivil toplum örgütlerinin Suruç kasabasında toplandıkları yerde,Amara Kültür Merkezi’nde bir araya gelirler.
Tam bası açıklaması yapılır ve “Yaşasın halkların kardeşliği, yaşasın Kobane direnişi” diye slogan atarlarken, aralarına karışan “canlı bomba” patlar…
Patlamanın ardından yaralılara ilk müdahale edenlerden Dr. Ayten İnangördüklerini şöyle anlatır: “Barış için gelmişlerdi, hepsi pırıl pırıl insanlardı. Birden bir patlama oldu ama ne olduğunu anlayamadım. Kulaklarım duymaz oldu. Yere düşmüştüm. Kendime geldiğimde yanımdaki çocuklara baktım. Tahtadaki satranç taşları gibi yere devrilmişlerdi” (1)
OLAYIN EVVELİYATI SİLAH YÜKLÜ MİT TIR’LARI…
Patlama sonrasına neden AKP’ne karşı bir öfke patlaması zuhur eder?
Çünkü bunun bir evveliyatı vardır.
“MİT’tin TIR’ları olayı”.
AKP’ni, İŞİD’e yardım ettiği konusunda zan altında bırakan bu olay kısaca hatırlayalım.
Suriye sınırından geçmek üzere insani yarım malzemesi götürdüğü söylenen TIR’lar aranmış ve içinde ilaç kutularının altına gizlenmiş havan mermileri, ölümcül savaş silahları olduğu görülmüştü. Savcılar soruşturma açınca, MİT resmi bir yazı ile: “O silah yüklü kamyonlar MİT’in silah depoları arasındaki bir nakliye işidir” diye beyanda bulunmuştu.
Daha sonraki günlerde Türkiye Başbakanı, bugün ise Cumhurbaşkanı olan RTE, silah yüklü o TIR’ların “Bayırbucak Türkmenleri’ne insani yardım malzemesi götürdüğünü” söyler.
MİT ile Erdoğan arasında bu farklı açıklamalar hala “bağımsız” olan ve fakat her zaman çatışmaktan kaçınmadığı medya ile siyasi muhalefetin gözünden kaçmaz.
Aydın Engin Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden sorar:
“Yalan söyleyen kim acaba? MİT mi, o günün “baş”, bugünün “en” başkanı mı?” (RTE’yi kastediyor-hp) (1)
Daha sonraki günlerde RTE: “O TIR’ların içinde ne olduğu kimseyi ilgilendirmez” emir buyurur.
“Elbette TIR’lardaki silahlar Esad’a karşı savaşan ÖSO’ya (Özgür Suriye Ordusu-hp) gidiyordu” diyen Türkiye’nin ünlü sosyologlarından Prof. Yasin Aktay’ın bu sözleri basına düşer.
Peki ÖSO’da kimler vardı?
El Kaide’nin Suriye kolu “El Nusra”, “Ensar el İslam”, “IŞİD” ve nihayet komutanları insan ciğerini çiğ çiğ yemesiyle ünlenmiş olan “Faruk Tugayları”…
Daha sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, silahların İŞİD vb. köktendinci örgütlere gönderildiğini görüntülere dayanarak dillendiren gazeteci Can Dündar’ı casus ve hain ilan ederken, TIR’larda yakalanan silahlarla ilgili ilk açıklamasıyla çelişen bir başka açıklama daha yapar:
“O silahlar Bayırbucak Türkmenleri’nekendilerini savunmaları için yollandı. Aksi takdirde binlerce Türkmen kardeşimiz ölecekti.”
O zaman da Türkiye’de muhalif gazeteciler ayağa kalkar ve daha önce TIR’ların; “Bayırbucak Türkmenleri’ne insani yardım malzemesi (bebek maması, bez, mercimek, nohut, ilaç…-hp) götürdüğünü söyleyen RTE’yi, sürekli birbiriyle çelişen siyasi açıklamalarından dolayı topa tutarlar.
Başta HDP ve sonra da CHP, TIR’lardaki silahların akıbetiyle ilgili, hiçbir zaman tatmin edici bir cevap alamayacakları ve dahası RTE ve Davudoğlu’nun cevap yerine küçümseyen siyasi hakaretlerine maruz kaldıkları pek çok sorular yöneltirler.
Sonuç: MİT TIR’larında insani yardım malzemesi değil silahlar vardı ve kamu vicdanında bunların İŞİD ve El Nusra gibi örgütlere gittiğine dair ortak bir kanı oluşmuştu. Bu olay Türkiye’yi bir kez daha ikiye böler.
SALDIRIYA ADETA DAVETİYE ÇIKARILDI
Suruç’taki Türkiye’de toplu katliamlara yol açacak İŞİD saldırısı beklenmeyen bir olay mıydı?
2013 yılında Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki patlamada 52 kişi hayatını kaybetmiş ve yüzlerce kişi de yaralanmıştı. Reyhanlı ne bir ilkti, ne de son oldu.
Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği genel seçimleri süresince HDP bürolarına yapılan saldırılar, Adana, Mersin ve nihayet Diyarbakır’da seçimlerden hemen önce HDP mitinginde patlatılan tahrip gücü yüksek bomba da olayın failleri konusunda gözlerin İŞİD’in üzerine çevrilmesine yol açmıştı.
AKP’nin Kürt sorununu çözmekteki isteksizliği…
Suriye’nin bölünmesi ile ortaya çıkacak olası bir Kürt devletine karşı siyasi ittifaklar aramaya yönelmesi…
Erdoğan’ın açıkça ve ısrarla; Suriye’de yeni bir Kürt oluşumuna izin vermeyeceğini dillendirirken, İŞİD ve El Nusra gibi örgütlere katılan militanların ve taşınan silahların Türkiye sınırlarından girdiği haberlerinin, gerek batılı ülkelerde, gerekse Türkiye basınında ayyuka çıkışı..
Bütün bunlar adeta Suruç katliamı gibi bir felakete çıkarılan birer davetiye oldu.
SURUÇ KATLİAMI AKP’YE “MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK”İ HATIRLATTI.
Kobane’nin komşu kasabası Suruç ilçesinde basın açıklaması yapmakta olanSosyalist gençlerin tam ortasına sızarak patlatılan canlı bombayla, 32 kişinin öldüğü 100 lerce insanın yaralandığı olayın arkasından TC Başbakanı Davudoğlu, televizyon kameralarının karşısına geçti. Canlı yayında önce şiddet eylemini ve gerçekleştiren hangi örgüt olursa olsun lanetlediğini açıkladı. Sonra da DEAŞ’ı lanetledi. (yani İŞİD’-hp) Bir gazetecinin DEAŞ’ı neden bu kadar erken suçladığıyla ilgili sorusuna ise Suruç patlamasıyla eş anlı olarak patlatılan ve kara dumanları Kobane’nin üzerine çöken bir başka bombalama olayını örnek gösterdi Türkiye Başbakanı.
Ancak AKP’nin bu olaydan yakayı sıyıramayacağını bildiğinden mi ne, cinayeti protesto edecek gösterilere müsamaha göstermeyeceklerini (siz polise şiddet kullandırılacağını anlayın-hp) söylemeyi de ihmal etmedi.
Nitekim Türkiye’nin pek çok yerinde, yanızca İŞİD’i değil, AKP’yi de hedef alan gösteriler, polis şiddeti ile engellenmeye çalışıldı.
Olaydan hemen sonra muhalefet, (HDP’nin elinin değdiği, gölgesinin düştüğü her şeyi suçlu ilan eden MHP’nin, AKP ile milliyetçilik üzerinden yürüttüğü “oy devşirme yarışı” kaygısı ile yapılan eleştirilerini dikkate almıyorum-hp) başta HDP’li vekiller olmak üzere AKP’ni ve Erdoğan’ı suçladı. Hatta Abdullah Gül tarafından olayın dolaylı ya da dolaysız suçlusu olarak AKP hükümeti işaret edildi.
CHP bir ihtimal müstakbel hükümet ortağına karşı olaya en temkinli ve itidalli yaklaşan parti oldu.
Geniş bir basın ve haber ağını kontrolünde tutan ve muhalif partilerin açıklamaları anında kendisine ulaştırılan TC Başbakanı; “terör ile terör örgütünün (ki İŞİD diye telaffuz da etti-hp) yanı sıra AKP’nin suçlanmasının doğru olmadığını ve bunun çok büyük bir haksızlık olduğunu söyledi.Davudoğlu, güya erken davranmış; olaydan sonra “yandaş medya”nın verdiği avantajla, “tüm partilere imza koyacakları bir ortak bir deklarasyon gönderileceğini ve teröre karşı ortak hareket edilmesi gerektiği”ni nutkederek belki de kendisini siyasi muarızlarına karşı fark atmış saydı.
Davudoğluna göre, tıpkı Paris’teki saldırıda (Charlie Hedbo dergisine yapılan saldırıyı kastetti-hp) Fransız halkınınki gibi, teröre karşı tek vücut olarak karşı çıkılmalı ve bu şekilde ortak bir deklarasyonla kanlı saldırı protesto edilmeliydi.
Böylece “Milli Birlik ve Beraberlik” de sağlanmış olacaktı.
Sayın Davudoğlu birkaç şeyi unutmuştu ya da kendisi unutunca herkesin de unutabileceğini sanmıştı.
Birincisi Paris’te yüz binlerce insanın yürüdüğü ve köktendinci şiddetin protesto edildiği o yürüyüşte, Fransa devlet başkanı Hollande, taziyelerini bildirmeye gelen tüm ülke temsilcilerinin elini birer birer sıkmış, sıra Davudoğlu’na gelince, nasıl olduysa olmuş, pas geçmişti.
İkincisi, Erdoğan’ın da Suriye’de bir Kürt devleti istemediği bilinmeyen değildi. Bu nedenle Esad karşıtı köktendincilerin de AKP tarafından silahlandırılmakta olduğu yerli ve yabancı gazete sayfalarına düşerken, Türkiye’de bu yönde kamuoyunda yaygın bir görüş oluşmuştu.
Sonuçta Suruç katliamı Türkiye’yi birleştirmek bir yana, siyasi olarak daha da ayrıştırdı.
Ancak ufukta zayıf da olsa bir AKP-CHP hükümeti koalisyonu olasılığı varken, ilk gün ne CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, ne de CHP’li vekillerden AKP’ni hedef alan sivri açıklamalar gelmedi.
SURUÇ PATLAMASININ HEMEN ARKASINDAN KİM NE DEDİ?
AKP’nin kurucusu, eski TC Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olaydan hemen sonra basının sorularını yanıtlarken “bunlar, daha önce söylediğimiz şeylerdi” dedi.
Bu daha önce söylediği şeyleri kime söylemiş olabilirdi?.
Elbette 13 yıldır kesintisiz olarak Türkiye’de hükümet kimse ona. (tabii ki AKP’ne-hp)
Yine AKP kurucusu ve eski AKP vekili ve AKP Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuş, şimdi HDP Mersin milletvekili olan Mehmet Dengir Fırat, TV’de canlı yayında, Ergenekon Davası’nda, suçlu-suçsuz herkesi içeri attıktan sonra, “paralel devlet” diyerek dışarı çıkararak suyu bulandıran ve derin devlete dokunmayan AKP yönetimini suçladı önce. Sonra da olayın provoke edilişinin derin devlet menşeli olabileceğinin kuvvetle muhtemel olduğunun altını çizdi.
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise; “IŞİD’e karşı sus pus olanlar, sesini bile yükseltmeye cesaret edemeyenler, HDP’ye bile her gün tehdit savurup IŞİD’in başını okşayan Ankara’daki yöneticiler bu barbarlığın suç ortağıdırlar” dedi.
CHP vekillerinden Deniz Arıboğan, olay ile Türkiye’nin bir iç savaşın, hatta iç savaşla birlikte olası bir dış savaşın da içerisine sürüklenmek istendiğini söylerken, planlı bir provokasyona işaret etti…
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise olaydan bir gün sonra, CHP-AKP görüşmeleri sürerken, belki de koalisyon hükümeti olasılığını zayıflatmamak uğruna, Davudoğlu’nun ortak siyasi deklarasyon önerinse “oturup hep beraber çözümü düşünmeliyiz; teröre karşı mücadele vermeliyiz” diye olumlu bir yanıt verdi.
CHP ayrıca HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Halkımız, siyasi kurumlarımız, sivil toplum örgütleri, belediyeler, meslek örgütleri gibi bütün toplumsal yapılar kendi güvenlik tedbirlerini de geliştirmelidir” sözlerini, “Devlet dışında ayrı yapılanmalar ülkeye hayır getirmez. …devleti yok saymak doğru bir yaklaşım değildir” diye eleştirdi.
ERDOĞAN VE AKINCI’NIN, KUTLAMA VE TELİN’İ.
20 Temmuz “kutlamaları” için, Akıncı’nın özel davetlisi olarak, özel uçağıyla adamıza gelen Türkiye Cumhurbaşkanı RTE, Suruç cinayetini Kıbrıs’ta haber aldı.
Suruç ile ilgili olarak iki lider de terörün her türlüsünü lanetlediler.
Sonra Erdoğan yine bildiğini okudu. Kıbrıs’a askeri müdahaleyi de övdü, “Anavatan Yavruvatan” söylemini de sürdürdü. Birkaç aya kadar gelecek olan su müjdesiyle statükomuzun sağlamlaşıp devam edeceğini mi ima etti, yoksa gelecek olan suyun çözüme katkı mı sağlayacağını anlatmak istedi, bu konuda niyetini pek belli etmedi.
Ama kendi bululuşu ünlü “karşı taraftan her zaman bir adım önde olmak” adına, Kıbrıs’ta çözüm ve barış arayışları konusunda “bir bilen veyahut da takdir eden”(bir ana şefkati ve baba edasıyla-hp) olmanın ağırlığıyla Akıncı ve ekibini kutlamayı da ihmal etmedi…
Mustafa Akıncı’nın da bir siyasi adım atarak; “kuşkusuz ki biz adına ‘Barış Harekatı’ desek de bu bir savaştı” şeklindeki söyleviyle, belki de savaşın da insani bir yanı ol(a)mayacağını anlatmak istedi. Bunda da başarılı olmadığı söylenemez.
Sonra şeref tribününde koltuklarına kuruldular. Orada bir muhabbet, bir muhabbet. Yüzlerde memnun mesut bir eda.. Gülücüklerle dolu, mütebessim pozların yer aldığı fotoğraf kareleri düştü basınımıza…
Halbuki böyle bir günde üstelik de son tahlilde bunun bir savaş olduğunu söylendiği ve 30 değil binlerce insanın ölümüne yol açan bir askeri müdahalenin 41 yıl sonra hala zil takılarak kutlanması da neyin nesiydi ki?
Üstelik de çözüme ve barışa en çok yaklaşıldığının söylendiği bir günde…
Bir tarafta binlerce insanın canından ve evinden yurdundan edildiği bir savaş kutsanıp kutlanırken, öte yandan otuz küsur insanın daha yenile öldürüldüğü bombalama olayını telin etmeleri iki lideri ne kadar inandırıcı kılabilirdi ki!…
Siyaset ne yazık ki böyle bir şey!.
ARTIK İKİ 20 TEMMUZ VAR…
Ama artık bir değil iki tane 20 Temmuzumuz vardır.
Birisi Kıbrıslıların, diğeri Kürtlerin…
Türkiye siyasi tarihinin şimdi artık iki 20 Temmuzu var.
İlki 41 yıl önce binlerce insanın canından-kanından, evinden-barkından, doğup büyüdüğü köyünden-toprağından edilmesine yol açan kanlı bir savaştı. Aradan 41 yıl geçse de, yüzlerce kayıp insanıyla, modern bir şehirken hayaletler şehrini anımsatırcasına viraneye dönmüş binalarıyla tazelenen bir savaş acısı olarak hatıralardaki tazeliğini koruyor hala…
İkincisi ise 32 genç-yaşlı, kadın-erkek insanın hayatına mal olmuş ve henüz cesetlerin toprağa karışmadığı çok taze bir yürek yarası.
Hangisi daha şiddetli, hangisi daha ağır?
Komşusunun felaketini kutlayan bir siyasi akıl, nasıl olur da o sönen 34 yaşamın, onların ailelerinin ve akrabalarının ve de arkadaşlarının, dahi yoldaşlarının üzerine bir ateş topu gibi düşen acılarına ortak olabilir ki?
Ancak siyaseti insan merkezli düşünen bir siyasi zihniyet, sol, sosyalist, devrimci bir ideolojiyle donanmış bir akıl yanar her iki 20 Temmuz’a. Milliyetçiliğin kör ettiği siyaset değil!.
TÜRKİYE’NİN KÜRT VE KIBRIS SORUNU
Sol siyasetin erbapları arasında, sürekli olarak, Türkiye’nin Kürt, Kıbrıs ve Ermeni olmak üzere başlıca üç siyasi sorunu olduğu yazılıp konuşulur.
41 yıl öncesinde, Türkiye’nin en büyük sorunu Kıbrıs Sorunu iken, Ermeni Sorunu da (TC Elçilerine suikastler, baskınlar ve karşılıklı şiddet eylemleri-hp)zaman zaman önem kazanıyordu.
Bugün artık Kürt Sorunu Türkiye’nin birinci sırasında yer alıyor. Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Türkiye son otuz yıldır Kürt Sorunuyla yatıp kalkıyor. Son otuz yılda da Kürt hareketi giderek her bakımdan güçlendi. Bugün artık Türkiye sol ve demokrat kesimi ile bir Türkiye partisine dönüşen HDP, TBMM’nin en sol ve en demokrat partisi konumunda.
Tıpkı Türkiye solu gibi, Kıbrıslıtürk solu da, Türkiye’nin Kürt Sorunuyla, Kıbrıs Sorunu’nun, insan hakları ve demokrasi konusu bağlamında ortak yanları olduğunu daha yeni mi fark ediyor?
Bu elbette uzun soluklu başka bir yazının konusudur.
Ancak başka bir coğrafyada verilen insan hakları, demokrasi ve özgürlük kavgalarını, ben merkezci ve milliyetçi gailelerle görmezden gelmek, Kıbrıs sorununa yoğunlaşıp en yakınımızdaki coğrafyalarda olan bitene gözümüzü, kulağımızı kapatmak. Sırtımızı çevirmek.
Hele de dilini konuştuğumuz Türkiye’den uzaklaşmak, bizi değil dayanışmadan sırt çevirmeye, insan merkezli siyasi düşüncelerden uzaklaştırmaya yeter de artar bile…
(1)T-24, 20 Temmuz 2015.