arşivTegiye BireySınırlar: Yeryüzünün Yarası, İnsanlığın Yüz Karası - Tegiye Birey
yazarın tüm yazıları:

Sınırlar: Yeryüzünün Yarası, İnsanlığın Yüz Karası – Tegiye Birey

Yeniçağ podcastını dinleyin

sinirlar-yeryuzunun-yarasi-insanligin-yuz-karasi
Fotoğraf David Guttenfelder tarafından çekilmiştir.  “2014’ün güzünde, Kıbrıs’ın genelinde 2 milyondan fazla göçmen kuş katledildi”.

Sınırlar; içine doğduğumuz, suratımıza vurduğunuz, bazen onları kuranların ta kendisi olduğumuz… Peki çivi çiviyi söker mi dersiniz? Onca halin, tecrübenin, gayenin kupkuru tanımlarla belirli anlam sınırları içerisinde tutulmaya çalışılması, arındırabilir mi bu yolları?
Çözümleri meşrulaştırmak adına yaratılan sorunlar, müdahaleyi denkleme oturtmak için çizilen tablolar, devletlerin/sermayenin/devlet ortaklıklarının yarattıkları utanç tablolarına karşı verilen mücadelelerin sonucunda ortaya çıkan, iki ucu kanlı deynek çözümümsüler…

Ekonomik Göç

Zorunlu askerlik zorbalığından kaçmak için, işgalin ördüğü koşullardan kaçmak için, baskıdan kaçmak için, para kazanmak, bildiğin dünyayı görmek, dünya olmak için nesillerce kaçımız gitmek istemedik, gitmedik ki hasbelkader doğmuş bulunduğumuz bu toprak parçasından… Dünya alemin kapıları açılınca fırfır dönen kapılar olduk.
Daha iyi bir hayatı hakkımız bildik diyedir.
Daha iyi bir hayat için, bizim ya kaçıp durduğumuz ya da kendi içimizde kendimizden yabancılaşarak durduğumuz bu toprak parçasına gelip rüyamızda görsek kabus sanacağımız koşullarda çalışmaya çalışan insanlara, “daha iyi”lerini çok görmeyi de çok iyi bildik. Ekonomik göç neredeyse suç oldu kafadaki yasalarda. Daha iyi bir hayat için geliyormuş, yediği naneye bak! Yediği naneyse baktığın hep, ektiği naneden çok… Orasını soran yok.
Halbuki “daha iyi” hep bizim olmalıydı. Tenezzül etmeyeceğimiz “daha iyi”ler bile bize kalmalıydı. “Biz”in sınırı o denli dikenliydi ki… Her hafta çocuklara zorla okutulan o marşta kimin kim olduğu, kimin önemli olduğu belliydi.

İnsan ticareti         

Kölelik Kıbrıs’ta. Kıbrıs’ta kölelik. Başka nasıl denir? Kıbrıs’ta köleleştirilmeye çalışılanlar gece kulüplerinde, tarlalarda, inşaatlarda, evlerde… Bir maaşa ma aile çalıştırdıklarımız, borca bağladıklarımız, emeklerini çaldıklarımız, işkence ettiklerimiz… Öyle bir haldeyiz ki, çoğu insan katil olsa cinayeti normalleştiririz, biz de yaparız. Bir gece kulübü işletmecisine neden çalışanlara düzenli maaş ödemediğini sorduğumda cevabı, “bu sektör böyle gelişti” olmuştu. Bir çiftlikte mültecilere iş ararken aldığımız cevap ise “tek  kişi değil de aile varsa bize daha karlı” idi. Emek sömürüsünün alası bu kapkara delikte oldukça sıradan bir biçimde.
Yabancı düşmanlığının en çarpıcı sonuçlarından belki de- insanı metalaştırmaya çalışmanın dibi. Satış fiyatınızın olduğunu düşünsenize; sizce kaçtan giderdiniz?
Kimileri hayatı ile ödüyor ‘daha iyi bir hayat’ kurma çabasını. Kız kardeşlerimizi unutmadık; ne bir otel havuzunda boğulan Judy’yi, ne odasında ölü bulunan Maria’yı, ne sömürenden kaçarken öldürülen Oksana’yı, ne de polisten kaçarken öldürülen Liza’yı. Ama salt unutulmamak olabilir mi bir hayatın amacı? Belleğimiz yeter mi adaleti sağlamaya hepimiz için?

Mültecilik

Mülteciler tolerans skalamızda diğer göçenlerden hallice… Zulümden ve savaştan kaçıyor ya, bir derece ‘kurtarıcı’ yapıyor ya bizi – bir süre kurtarmak iyi geliyor – “geri dönecekler ama değil mi?” Bize olmayan kıyafetleri veriyoruz; yaşamımızdan vermeye, göz göze bakmayı düşleyemiyoruz bile. Yanyana eşitler olarak yaşamak başka tabii, eşitlere dayanamıyoruz.

Üç yaşındaki Aylan Kurdi’nin bedeninin Türkiye’de kıyıya vurması birkaç günlüğüne Batı’nın belleğine kazındı. Anlamak zordu; hem neden o ana kadar Akdeniz’de ölen çocukların, binlerce kişisinin satır arası haber olduğunu, hem de Aylan’ın ölümünün neden bu denli gündeme oturduğunu. Aylan’ın babası Abdullah, kısa süren bir empati akınına uğradı. Ne de olsa iki çocuğunu ve eşini kollarında kaybetmişti. Daha önce Kanada’ya ailece yaptıkları sığınma başvurusu reddedilmiş olmasına rağmen, Kanada ailesini kaybeden Abdullah’a sınırlarını açarak imajını temize çekmeye çalıştı. Abdullah kabul etmedi.
Usama Abdul Mohsen ve en küçük çocuğu Macaristan sınırında bir Macar gazeteci tarafından yere düşürüldü. Bu görüntüler virus gibi ekranlara yayıldı, gazeteci işten atıldı, daha sonra da özür diledi. İspanya Usama’ya kapılarını açtı, mesleği olan futbol antrenörlüğünü yapmaya İspanya’da devam edebilecek. Usama ve oğlu bu süreçte koskoca Ronaldo ile aynı sahada bile boy gösterdi.

Irak’tan ailesiyle kaçıp küçük bir botun içinde Yunanistan’a varan Laith Majid’nin karaya vardıklarında çocuklarına sarılıp ağlarkenki sureti de, medyanın mülteci konusuna gösterdiği anlık ilgiden nasibini aldı. Daha sonra aileyi Almanya’nın mülteci olarak kabul ettiği haberleri geldi.
Eğer öleyazıyorken, düşeyazıyorken, daha da iyisi ölmüşken ve düşmüşken etrafınızda bir flaş patlamışsa, şanslı gününüzdesiniz demektir. Acıyanınız bol olur. Çakan flaşlar kurtaranları da paklar. Ha bu arada, şanslı günümüz derken, bildiğin 24 saatlik bir günden bahsediyoruz çoğu zaman. Abdullah birkaç gün sonra bazı medya kurumları tarafından insan kaçakçılığıyla suçlandı, Usama ise ülkesinde sivilleri öldüren bir terörist olmakla. Laith’in hikayesindense geriye sadece gülümseyen bir aile fotoğrafı kaldı.
Kendi yaşamımıza bile bir tamam hakim değilken her kişisel hikayenin her detayını bilmemiz mümkün değil… Ancak medyanın mülteci hikayelerini tüketme şeklindeki devamlılık, göç konusunda neyin “sattığına” sarı çirkin bir ışık tutuyor. Milyonlarca kişi kamera arkasında katledilirken, bir kare, bir kişi, bir ölüm yüceltilirken, aslında yüceltilen Ronaldo oluyor. Daha sonra sert bir düşüş; biz ne saf ve yardımseveriz, onlar da ne sinsi… Ayrıca “onlar Doğu’nun hassas adamları; savaşmıyorlar, ağlıyorlar. Biz Batı’nın güçlü ve zengin adamları; kendi yarattığımız savaşlardan kaçan her milyon insandan birine kapılarımızı açarsak açıyoruz, güzel fotoğraflar da çekiyoruz.”

Dayanışma

Dayanışma kelimesini ne denli sevsek de, kimliğin sınırlarını yerinden oynatmaya yetmiyor. ‘Biz onlarla dayanışıyoruz’ kurgusu, önceden tanımlanmış kimliklerin sınırlarını aşmıyor. Haketmediğimiz ayrıcalıklarımızla övünürcesine, kendimizi sahne ışığı altına oturtarak, bir defalığına yaptığımız ince dokunuşlar, ince ruhlarımızı kendimize kanıtlama, kendimizi telkin etme çabası  olmaktan ileriye gitmiyor.
Böylesi sistematik bir öldürülüşün, insan sayılmamanın, hem mağdur hem suçlu oluşların karşısında ancak bütün dünya kendini göçmen kabul ederse, geçmişten bugüne olan küresel ve kesintisiz göçlerin parçası görebilirse durabiliriz. Onlar aslında biziz. Elimizi taşın altına koyacağız. Ve önemli olan da o taşın altında tutuşup tutuşmadığı o ellerin. Ellerin, devletlerin üzerinde nasıl birleşebileceğini de hep beraber deneyimledik aslında. Birçok devlet ve devletler üstü kurum ikinci dünya savaşından sonra en fazla yerinden edilmenin yaşandığı böylesi bir dönemde bu duruma kayıtsız kalabilmeyi sürdürebilirken, mültecilere evlerini açan binlerce insan, tehlikede olan mülteci botlarına kurtarma operasyonları yapan bir aile, kollektif bir şekilde çalışan restoranında ahçı olarak sadece mülteci kadınlarla çalışan bir kadın ve daha fazlası… Peki herhangi bir sebepten zorlunlu bir yolculuğa çıkarsanız, ki çıkabilirsiniz, veya hali hazırda bu yolu yürüyorsanız, nasıl bir dünyaya ihtiyaç duyarsınız?
Biz en iyisi mi, bulmak istediğimiz gibi bırakalım dünyayı.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
357AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin