Alınan eğitim şekli ile yerleştirlne kültür yapılanması sonucu, konuları anlamada oldukça kolayca aldatılma ortamı da doğalaştı. Bu kandırılma etkenlerden ikisi ise; parça parça olayları alıp, bağlaştırma veya bütünleştirip genele gidememe eksikliği gayet normal düşünce olarak yerleştirildi. Öteki yanılgı ise kulanılan etiketlerin doğruluğu yanlışlığı içeriklerle düşünülmeden hemen yutulmasıdır. Böylelikle birçok kavram anlamının aksi içerik veya yüzeysel içi boş olarak kulanım piyasasında tartışmalarda referans olarak kulanılma olasılığı da kabulenilip, normaleşti. Özelikle sistemsel karşıt düşünce olan Sosyalist kuramı veya bilimsel ifade etmesi gereken akamdemisyen ünvanlar, bazen gerçekleri örtme ve toplumsal kabulenme aksiliklerinde kulanım bulma yeri de bulmaktadır. Bunları özelikle adamızda bolca yaşıyoruz. Hele de işbirlikcilik, yandaş paylaşım, kuramı kandırmacanın esrumanı olarak kulanma, deyer kılmanın eksenine güç konulma gibi olguların hakim olması sonucu, özelikle Sosyalist veya akademisyenlik kuramı ile bilimselik açıklamalarda, oldukça yanlış yargılar kolayca yerleştirildi. Adamızın çeşitlemeleri bu 2 yanlışın güncel yansıyışından örneklemler verilerek konu açılacaktır.
Defalarca Kıbrıs ile Türkiye eksenindeki olumsuz düşünce ile kavrama yanlışlarını paradoksal biçimde hep yazdım. Şimdi son günlerin somut örnekleri ile verecem. Türkiyede seçimler yapıldı. Normal olarak her düşünce kendi verileri ile olayı anlatıp tavrını da koydu. Bizde ilk önemli gösterge akademisyenliğini Mehmet çağlar gösterdi. AKP seçimi alması ile Kıbrısdaki “çözüm” getirme olumluluğunu hemen yapıştırdı. Ama bunları açıklarken de Sosyalistlik ivmesi ile barış düşüncesini katarak bunu savundu. Dünyada Sosyalist veya demokratik yönlü olup da AKp açıklamalarının yegane örneklemlerinden biri oluyordu. Üstelik Türkiyedeki bilimsel kuramlı akademisyenlerin ısrarla uyarı yapmaları ve bilimselik üzerine konulan baskıalrın uçuştuğu anda bunu açıklıyordu. Akademisyenlik ünvanı ve “Sosyalist parti” siaysal etiketini de kulanarak! Her ikisine de ters düşen bir tutum. Kendi yandaşları da y-aynen tekrarı da sundular. Burada akademisyenlik ile siaysetin işbirlikcilik ile çıakrcılık üzerine şekilenince nereye dek bilimseliği ret edeceğinin kanıtıdır. Çağların akademik karyeri kulanıp nasıl CTP adayı olduğu, bakanlık alma adına neleri savunup çeşitli ilişkilere girdiği malumdur. Eyer Akademisyenlik kuramı veya Sosyalistlik siaysal kulanım olmasaydı, bu düşüncesine kimsenin diyeceği yoktu…..
Öteki örnek daha ilginç! Cuma günü İMC TV kanalını izliyordum. Saatler Türkiyede geri alınmadığı için dokuz cıvarı, bizde ise Sekiz oranında oluyordu. Konu Kıbrıs konusu olup, özelikle araştırmaları ile beyendiğim Fehim Taştekin de konuşuyordu. Kıbrısdan bir Akademisyen denip Muhidin Özsağlamı bağladılar. Hem Akademisyen, hem de CTp parti meclisi üyesi! Ona Türkiyedeki seçimlerin sonucunu sordular! Kanal havuz medya olmadığı için de galiba “dikat edilmesi gerekiyormuş”! Özsağlam “akademisyen ünvanı ile konuşamayacağını* Çünkü siyasal kimliğinin de olduğunu” söyleyip, seçimler üzerine konuşmadı. Oysa İMC Türkiyenin nadir havuzlaşmamış ve demokratik kitlelere hitap eden TV kanalarından birisiydi. Türkiyeli sol kesime mesaj vermenin en güzel olasılığın olduğu zaman dı! Akademisyen Muhidin bundan kaçtı. Halbuki AKP kanalı olsa Çağlar gibi kimbilir nederdi! Üstelik CTp kesiminin rahatca AKp kazanmasından memnun oldukalrı da malumumuzdur.
Olay Bukadarla kalmadı: Muhidin su konusunda “Suyun Kamu hakkı” olmasından ve Türkiyeden gelen suyun dağıtılma yolu ile bunun gerçekleşme sözlerini de sarfeti. Herhalde suyun özeleşmesinin ne olduğunu, metalaşan olgunun kamusal hak olamayacağını ben akademisyenlere anlatacak da olamazdım. Ama bunları Sosyalist kelimelerle de idolojikleştirmesi de tam da bir itirafnamenin travması oldu. Sonra bizler çekinmeden şu şikayetleri yapıyoruz: “Türkiyedeki sosyalistler bizi anlamıyor”! Peki buradan sosyalistlik adına AKP savunuşu mesajlar uçuşur ve liberaleşmenin savunusu yapılır sa; burayı sol adına bu kesimelrden öğrenip görüş geliştiriliyor ise; bunda buranın kabahatı yok mu? Hele unutmayın; Çağlar veya Ozsağlamın birçok uluslar arası toplantılarda sol adına resmi görüşleri de savundukalrı gerçeği de vardır. Onun için bu yanlışları yazıp söylememiz şart!
****
Gelelim ikinci olguya: önce Anastasiyadis şu açıklamayı yaptı; “Kayıp olan bazı Rumların kemiklerinin, askeri bölgelerde, bulguların yok edildiğini” söyledi! Ardından kısa zaman sonra, Akıncı “Askerden izin alınıp, 3 yılda, 32 yerde kazıların yapılıp, kayıpların araştırılacağını” söyledi! Birkaç yerde de bazı kayıp olduğu söylenen yerlerde bulguların yok edildiği konuşmaları da oldu. Bir paradoks da şu: yılardır kayıplar aranıyor* Hala resmi çevrelerde ve özelikle bizim ekranlarda sadece bulunan Türk kayıplarla konu sınırlandırılıp, Rumların bulunan kemikleri ve onların da neden kaybolduğu bilgileri verilmiyor? Buda hala yüzleşmeden çok uzak olmanın, insani bakışın eksik bulunduğunun basit kanıtıdır. Zaten ben bildimbileli, hep karşıtdan öldürünce kahramanlık, onlar öldürtünce de vahşet düşüncesi kültürleşip çoktan doğalaştı. Bundan dolayı, kayıpların yerini söylemek bazen kahramanlık öyküleri ile mümkünken, bazen de yüzleşmeme adına da kaçılınıyor!
****
Ülkemiz bir de ezan olayı gündemine düştü. Aslında normal sorma durumunda camilerden yüksek ezan sesine epey rahatsız olan insan bulma olasılığınız varken; iş gündemleşmeye veya direk söylemeye gelince de susmak veya aksini söyleme gerçekliğimiz de vardır. Nitekim; yapılan mahkeme ara kararı dahi birçok çeşitlemeyi karşımıza koydu. Özelikle karşı olanlar din tabusunu da koyarak tepkilerini ortaya korken; olaydan ses kirliliği olarak rahatsız olanların fazla sesleri çıkmadı. Bir de laik denilen Kuzey Kıbrısda giderek din müftülük otoriter etkinliğinin de artıp normaleştirildiğini de gördük. Türkiye ise oluşan AKP baskısının etkisi ile sanki burada çok önemli başarı kazanılmış ve laiklik olma duygusu ile olduğundan fazla yankı buldu. Buda bir çeşitleme olayı….
Kıbrıs cenderesinden ayrılıp, kendimi Romanya sokaklarına atıyorum. Hangi ülkeye gidip yolsuzluk ve rüşvet derseniz, normalde tepkiler duyarsınız. Ama bunların birikimi ile sokağa çıkıp devrim denecek seçenek sunmak da pek olmaz. Romanya özelikle biriken sorunarın gecekulubu yangını ile sokakta patladı. Başbakan istemeye istemeye istifa ediyordu! Ama sokak ısınmaya devam edip, sistemi sorguluyordu. Temiz toplum deyip, tüm siaysetin gitmesini talep ediyordu. Bu önemli bir halk hareketidir.
Romanya halk hareketlerini küçümsememek gerekir. Çavuşeşku gibi bir lideri gönderdiler. Ardından onun yerine geleni de ayni siaysete benzer tutumuyla yoladılar. Oluşan yolsuzlukalrda özelikle gençlik kesimi sokağa çıkıp yine birçok siaysetciyi yoladılar. Şimdi de oluşan bir yangın ile sokak önce hükümeti devirdi. Şimdi gençler sokakta ısrarla ülkenin rüşvet ile yolsuzluğun tükenmesi için direniş yapıyorlar.
Romanyada yolsuzluğu engeleme adına kordinasyon kurumu oluşturuldu. Burada birçok bakan ve belediyeci yargılanmaya başladı. İstifa eden başbakan da yargıya çıktı. Yine de önlenemediği için de Romen gençler sokakta sistemin tümünün deyiştirilmesini istemektedir. Ülkeden kaçıp Avrupada işçi olma yerine, ülkelerinde kalıp mücadele eden yeni nesilin sokakla yazdığı deyişim rüzgarı esintisini duyuyoruz. Olay öyle bir bakanın gitmesi veya şu parti yerine ötekinin gelmesi deyil; resmen ülkede sistem altüst için gençelr direnç sergiliyor. Bu örneklem dikatinizi çeksin; AB topraklarında oluyor!
Bakalım Romanya bukez tarihe nasıl bir yeni sayfa yazacak?