RTE ve dolayısıyla AKP, en çok kendilerinin ikna oldukları “Kıbrıs sorununun çözümünde,karşı taraftan her zaman bir adım önde olma” politikasına, Kıbrıslırumlar,en çok da Elen Milliyetçileri ile Kilise çevresinde kabul gören, Makarios’ungünümüzde artık o modası geçmiş maximalist politikalarıyla cevap vererek, adada mevcut statükodan yarar uman Türkiye’nin işini daha da kolaylaştırıyorlar.
Kıbrıslıtürklerve yöneticileri ne mi yapıyor?
Sözüm ona adada çözüm ve barış çabalarında, bağımsız ve önemli bir aktör olarak yer aldıklarını sanıyorlar; ya da sandıklarının gerçekolduğunu varsayıp, Kıbrıs Sorununu Türkiye’nin çizdiği politik sınırlar içerisine hapsettiklerinden, böylece kendilerine uyguladıkları “oto kontrol”den habersizmiş gibi görünüyorlar.
Gerçi Dr. Fazıl Küçük ve Denktaş’ın etrafında oluşan Kıbrıs Türk Liderliğinin günümüzdeki cesur takipçileri, yani UBP, DP vb.muhafazakar milliyetçi partiler, olası bir siyasi çözümü, Türkiye’ye bağlanmaktan daha değerli bulmadıklarını açıkça her fırsatta ilan ediyorlar etmesine de…
Mecliste,geleneksel “Kıbrıs Türk liderliği” düşüncesiyle malulsağın milliyetçi-muhafazakar partilerine karşı oldukları için kendilerini doğallıkla solda gören meclis partileri, ne yazık ki hala edilgenlikten kurtulup, etkili bir siyasi aktör olmayı başarabilmiş değiller. Aslına mevcut statüko şartlarında bunun pek ala mümkün olmayacağını da içselleştirmiş görünüyorlar ya.
Bu nedenlepasifize edilmişlikten kurtulmayı, (yani TC hükümetlerinin sevk ve idaresinebiat etmeyip, devleti idare ediyormuş gibi siyasi rol kesmekten vazgeçmeyi-hp), olası bir çözümün sonrasına ertelemiş gözüküyorlar. Şimdilik “sin da gülle geçsin” mealinde, RTE’ninKıbrıs Sorunun çözümünde “rakipten bir adım önde olmak” ile mottolanmış dumanlı politikasınınrüzgarlarında, kamış misali bir o yana bir bu yana eğilip durmayı pek de yadırgamışa benzemiyorlar.
Kaç gündür seri makalelerimin yazı başlıkları “TC-KC adanın Takismini kalıcılaştırırken…” idi
Bugünkü yazım bu makalelerin de son serisi…
TC-KC’nin, aslında Kıbrıs Sorunun en etkili iki siyasi aktörü olduğunu bilmeme yazmama gerek var mıdır? Örneğin adada kaç askerin kalacağına Kıbrıslıtürklerin karar veremeyeceği açık. Bu rakamın kaç olacağına TC hükümeti karar verecek olsa da, günün sonunda KKTC’yi değil ama KC’yi ikna edecek şekilde planlar yapıyor. Toprak Mülkiyeti de öyle. Sonuçta 1974’de Güneyden Kuzeye göç eden Kıbrıslıtürklerin sayısı belli. Kuzeyde Kıbrıslırumların terk etmek zorunda kaldıkları malların bir kısmının Türkiye2den aktarılan ve adada kalacak olan nüfusa yetip yetmeyeceği, adadaki askeri üslerinin hangi bölgelerde yerleştireceği, Mal Tanzim Komisyonu aracılığıyla satın alınan malların mülkiyeti,Türkiye’den gelen suyun Kuzeyde dağıtılacak olan su borusu hatlarının geçtiği toprakların mülkiyeti… Her ne kadar görüşmeler Akıncı ile Anastasiades arasında sürüyor olsa da, asıl pazarlık perde gerisinde veya Kıbrıslıtürk lider aracılığıyla, TC ile KC arasında sürmek zorundadır.
1974 sonrasında Denktaş ve tek başına UBP hükümetleri vardı.
Sonra DP’ ağırlıklı CTP, daha sonra CTP ağırlıklı DP oldu.
Bugün UBP ve CTP ortaklığında, ama geçmiş hükümetler gibi bir koalisyon ortaklığına şahitlik ediyoruz. En çok oy alan iki parti, diğerlerinden farkı olarak, edilgen siyasete son vereceğine dair bir işaret vermiş değil. Dahası bu edilgenliğin artık zirve yapmakta olduğu günlerden geçiyoruz…
RTE ve AKP Türkiye’nin Kıbrıs’a göndereceği suyun açılışını, seçimlere alet edecek bir zamana taşımaktan çekinmedi. Sayın Akıncı ve sayınKalyoncu’nun bu “su törenlerinde” kendilerine verilen rollerden memnun olduklarını, basına yansıyan mütebessim basın pozlarına bakınca anlamak mümkün mü?
Belki de…
Ah biz akılsız Kıbrıslıtürkler…
Bu kadar “siyasi bilgiyle donanmış” ve “becerikli” ve “cesur” ve “alçak gönüllü” ve “söyledikleriyle eyledikleri birbiriyle örtüşen” vekillerimizi, yine yeniden işbaşına getiren seçmenlerimizle, giderek pek inandırıcılığı kalmayan ve “özeleştiri” özürlüsü sendikalarından pek çok sivil örgütümüze…
Hepimiz de küçük çıkarlarımızı ve rahatımızı kısa süreliğine askıya alarak çözüme odaklanabilme cesaretini ve kararlığını gösterebilseydik eğer…
Belki o zaman İnönü Meydanı da Kıbrıslıtürklerin, çıkarsız umarsız ve etkili bir siyasi başkaldırısına sahne olurdu. Belki o zaman da olası bir çözümün de bir miktar “Kıbrıslı” karakteri olurdu.
Belki de o zaman da, yalnızca siyasetçimizle bürokratlarımızla değil ama sivil toplum örgülerimiz ve sendikalarımızla ve nihayet seçmenimizle, cemaat olarak tamamen edilgen olmaktan bir nebze olsun kurtulabilirdik.
Artık kendi adamızın yarısını bile yönetmekten aciziz.
Artık sokak ve caddelerimiz daha kirli. Her geçen yıl daha çok trafik kazasının yaşandığı yollarımız daha berbat ve güvenliksiz. Hapishanelerimiz dolmuş mevcudu yetmiyor.Nitekim yeni atanan İçişleri Bakanı ayağının tozuyla ilk ziyaretini “yenisini inşa ettirmek” sözü ile hapishaneye yapıyor.
Turizm profilimizde, casinolardan kafasını çıkarmayan müşteriler çoğunlukta.
Turizmdeki bu ve benzeri sorunları doktor çözecek.
Nolurdu yani turizm müsteşarı da eski kaymakamdan olsaydı?
Üniversitelerimiz öğrencilerine bir otobüs durağı yapacak kadar saygılı değiller.
Dairelerde tanıdığınız varsa işiniz hızlı gider yoksa ağırdan alınır. Pek çok memur, “devletin malı deniz yemeyen domuz” umarsızlığıyla hareket ettiği, “ikinci işlerini daha çok önemsedikleri”, “tembellik haklarını” ziyadesiyle kullandığı için vatandaşların şikayetlerine konu oluyor.
Elbette memurlar da dertli. Bir kısmı liyakat ya da aldığı eğitimden bağımsız siyasi torpil ile yönetici olan diğer memurlardan şikayetçi. O hale geldi ki devlet daireleri, bir dostumun deyişiyle, bir dairede çalışanların büyük çoğunluğu, kendilerine haksızlık yapıldığını ve amir ve müdür olmayı hak ettiklerini düşünüyorlar ve bu düşüncelerini daireye gelen vatandaşların pek çoğuyla paylaşıyorlar.
Nasrettin Hoca misali hepsi haklıysa eğer, amir-müdürlükten geçilmeyen dairelerde o zaman da memur bulmak zorlaşacak. “Yat da ay kapının ardındadır” babında işleyen müşavirlik müessesesini ve başka savurganlıkları daha hesaba katmıyorum.
Ancak zaman zaman birkaç polisin de işin içine karıştıkları hukuk dışı olaylar veYüksek Mahkeme Başkanı’nın günlük gazetelerin sayfalarına yansıyan hukukun tıkandığı konusundakişikayetlerini de mi görmezden gelelim.Tam da Yüksek Mahkeme Başkanı şikayet ederken, alternatifmiş gibi ve Kıbrıslıtüklerin de pek alışık olmadığı çek-senet tahsilat işlerindeki sorunların mahkemeler yerine silahların patladığı mafya savaşlarına konu olması…
Yakın geçmişte gazetecilerin tehdit edilip, gazetelerin kurşunlanması…
Bombalanan araçların, parti örgütlerinin, matbaaların ve kimi faili bulunan pek çok cinayetlerden, Kutlu Adalı’nın ve bir market sahibinin faillerinin de meçhule havale edildiği adamızın bu kadar kötü bir geçmişe sahip olmasında, biz Kıbrıslıtürklerin hiç mi payı yok?…
Etrafıma bakıyorum da…
1960-70 ve hatta 80’li yıllarda bile bu adada pek alışık olamadığımız bu felaketlere, cinayetlere, vurdulu kırdılı sokak çatışmalarına, ölümlü trafik kazalarına, uyuşturucu ve kumar bağımlılığındaki artışa, son yirmi-otuz yıl gibi bir sürede ulaşıp, nasıl da alıştık!.
Gerçekten bu mevcut yaşamı cemaat olarak kanıksamışsak eğer…
Bilelim ki artık yazılıp çizilenlerin, bugüne değil de bilinmeyen bir gelecekteki tarihe not düşmek için faydası olacak. Çünkü artık giderek cemaat içerisindeki bireylerin işlerini, hak ve hukuka uygun olarak değil de, andaki siyasi ya da başka şekilde (küçük ricalar, minik rüşvetler, gör beni göreyim seni halleri, akrabalıktan mütevellit kayırmalar, torpiller vb..) yürüdüğüne inanların sayısı artıyor.
İçinde yaşayan üyelerinin kendi cemaati hakkındaki düş kırıklığı yaratan, geleceğe ümitle bakabilmenin önünü kapalı tutacak olumsuz algıları, elbette görmezden gelinemez.
Gelinirse, o cemaatte siyasi-ticari-sosyal ahlak da dibe, en dibe vurmuş demektir.
O zaman şairin de öfkesini yansıttığı mısralarındaki gibi,
“Yazmaya da dilim varmıyor ama,
kabahatin çoğu senin canım kardeşim…”
Kötü yönetmeye ve berbat edilmesine aracılık etmeye devam ettiğimiz
Hem de şairinbir başkamısrasında betimlediği,
“Bu cennet, bu cehennem bizim…”