Şimdi haberler:
Küresel ısınma en çok yoksulları etkiliyor
Oxfam’ın raporuna göre, dünyadaki karbon emisyonunun yarısına dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’luk dilimi yol açmasına rağmen, küresel ısınmadan en çok etkilenenleri yoksullar oluşturuyor.
Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam, dünyanın karbon emisyonunun yarısını, dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’luk diliminin ürettiğini açıkladı.
Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kısmının, en yoksul yüzde 10’luk kesime göre 175 kat fazla karbon salınımına neden olduğu ifade edilen raporda, en yoksul yüzde 50’lik nüfusun ise karbon salınımının sadece yüzde 10’una yol açtığına işaret edildi.
Dünyadaki toplam karbon emisyonunun yarısını dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’luk diliminin ürettiği vurgulanan raporda, buna karşın, küresel ısınmadan en çok etkilenen kesimin yoksullar olduğuna dikkat çekildi. (TRTTÜRK, 2 Aralık Çarşamba)
Modern tarihin en sıcak yılını yaşıyoruz
Dünya’da Kasım ayında sıcaklılarda yine bir rekor kırıldı. ABD’li bilim insanları, devam eden ısınma trendi ışığında 2015’in modern tarihin en sıcak yılı olacağını söyledi.
Geçen ay, son 136 yılın en sıcak Kasım ayı yaşandı. Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA), böylece yedi ay arka arkaya sıcaklık rekoru kırıldığını kaydetti.
Kasım ayında karada ve okyanus yüzeyinde kaydedilen sıcaklık 20’nci yüzyıl ortalamasından 0.97 santigrat derece daha fazla çıktı.
Bilim insanları, bu trendi insanlar tarafından sebep olunan iklim değişikliğine bağlıyor. Fosil yakıtların kullanımı sonucu sera gazı atmosfere yayılıp orada ısıyı tutuyor. (Ajanslar, 18 Aralık 2015)
Filipinler’de ulusal alarm verildi
Filipinler’in doğusunda ve orta kesiminde hafta sonundan bu yana etkili olan Melor Tayfunu nedeniyle ülkede “ulusal felaket” ilan edildi.
Filipinler Atmosfer, Jeofizik ve Astronomi Müdürlüğü yetkilileri söz konusu tayfunun ülkenin 27 eyaletinden 23’ünde etkili olduğunu belirtti.
Filipinler hükümeti, son bir haftadır ülkenin büyük bölümünde etkisini gösteren tayfun nedeniyle “ulusal felaket” ilan ederken, tayfunun etkili olduğu bölgelerde halk sel ve heyelana karşı uyarıldı. (Ajanslar, 19 Aralık 2015)
NASA’dan İstanbul için korkutan uyarı!
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi, (NASA) çevre kirliliğine ilişkin uydu haritalarını yayınladı. Son 10 yılda İstanbul’daki kontrolsüz büyüme ile havadaki solunumu kirleten azot dioksit oranının yüzde 50 oranında arttığını tespit etti. (Ajanslar, 20 Aralık 2015)
Doğaya ihanetin bedeli!
Girne bölgesi dün şiddetli yağmura uyandı, birçok ev ve iş yerini su bastı. Uzun bir süreden sonra aşırı yağmur nedeniyle Girne ve çevresinde sel felaketi yaşandı. Bir gün boyunca süren yağmur ve Edremit Deresi’nin taşması nedeniyle sular bölgede hayatı felç etti. Yağmurun yanı sıra fırtınanın etkisiyle de bazı evler hasar görürken, bazı atıklar etrafa saçıldı, Edremit ve Karaman’daki toprak alanlardaki taşlar yola döküldü. Özellikle Karaoğlanoğlu bölgesinde bazı evler ve işyerleri suya teslim olurken, Edremit Deresinden gelen sel suları 3 arabanın sürüklenmesine neden oldu. Yollar sular altında kalırken, bazı vatandaşlar kendi önlemini kendisi aldı. Girne Kaymakamlığı, Girne Belediyesi, Sivil Savunma ve İtfaiye ekipleri yollarda çalışma yaparken, selden mağdur olan vatandaşların yardımına koştu. (Yenidüzen, 18 Aralık 2015)
Yukarıda okuduğunuz haberler sadece geçtiğimiz haftalarda gazetelerde yayınlanan ve göze çarpan gelişmeler. Bu ve buna benzer olaylar masum bir öngörü olarak 1980’lerin sonunda uluslararası iklim camiasında, iklimbilimciler dillendirdiğinde, iklim değişimi hakikati ile yüzleşmekten kaçınan neo-liberal elitler tarafından en basit biçimiyle huzur bozan felaket tellalları olarak damgalanıyordu. Bugün ise felaketin kendisi yaşadığımız gerçeklik haline dönüştü.
Aralık ayı başında Paris’te BM İklim Değişikliği 21. Taraflar Konferansı (COP21) toplandı. Toplantı sonucunda 195 ülke ortak bir anlaşma imzalayarak, uluslararası camiada başını ABD’nin çektiği bir ‘başarı öyküsü’ dillendirilmeye başladı.
Peki tarihe Paris Anlaşması diye geçen ortak mutabakat neyi içeriyor ve bu anlaşmanın anlamı ne? Gerçekten iklim değişikliğine karşı mücadelede nitelikli bir adım mı, yoksa iklim değişikliğinin doğrudan sorumluluğunu omuzlarında taşıyan neoliberal sistemin elitlerinin ihtiyacı olan bir ‘başarı öyküsü’ mü?
Kıbrıslı Türkler’in pek gündeminde olmasa da dünya denen gezegenin bir parçası olmamızdan ve Kıbrıs Sorunu’ndan daha yaşamsal olduğundan ötürü (çünkü temelde Kıbrıs Sorunu’nun çözümü üzerinde yaşanabilecek bir gezegen olukça mümkün olacaktır) küresel iklim değişikliği ve buna yönelik iklim adaleti mücadelesi doğrudan bizi de ilgilendiriyor.
Paris’ten çıkan sonuç: Küresel bir kandırmaca oyunu!
Paris’te 195 ülkenin vardığı anlaşma sanayi devriminden günümüze kadar gerçekleşen ortalama sıcaklık artışını 1.5 ile 2 C arasında sınırlandırılmasını öngörüyor.
Anlaşmayla birlikte ayrıca karbon salınımlarının azaltılması ve sera gazı emisyonunun düşürülmesi ile ilgili ülkesel çaptaki planların beş yılda bir gözden geçirilmesini ve gelişmekte olan ülkelere bu yönde yılda 100 milyar dolar fon aktarılmasını öngörüyor.
Paris Anlaşmasına 195 devlet de imza attı. Fakat ilk etapta kulağa hoş gelen bu ifadeler ne karbon emisyonlarını azaltacak ne de sıcaklığı bilim insanlarının ifade ettiği bilimsel düzeyde tutacak.
Anlaşma süslü ifadelerle kamuoyu ile paylaşıldı. Fakat anlaşmanın kilit noktasını süslü ifadeler değil, süslü ifadelerin arkasına saklanan gerçekler oluşturmakta. Kısaca ifade etmek gerekirse;
• Anlaşma herhangi bir somut içeriği barındırmıyor. Karbon salınımlarının azaltılması, sera gazı emisyonunun düşürülmesi ve küresel sıcaklığın arzu edilen dereceler arasında tutulmasına dair somut herhangi bir içerik yok.
• 195 ülkenin imza atmasına rağmen, imza atılan maddelerin herhangi bir bağlayıcılığı ve tazmini yok. Anlaşma aslında bir niyet beyanı ve gönüllülüğe dayanıyor. Uluslararası hukuk anlamında herhangi bir bağlayıcılığı yok!
• İklim Bilimci James Hansen’in ifadesiyle anlaşmanın bir aldatmaca olmasının bir diğer unsuru ise, ortada niyet beyanları varken, herhangi bir yol haritasının olmamasıdır.
• Anlaşmaya uyulsa bile aslında bir azaltmanın hakiki anlamda olmayacak. 2030 yılında zirve yapacak olan küresel karbon emisyonlarının azaltmayacak. Türkiyeli İklim aktivisti Önder Algedik’e göre, bu anlaşmayla şu an 48 milyar ton olan karbon emisyonları 2030 yılında zirve yaparak 55 milyar tona çıkacak.
Yukarıda saydığımız nedenler hiç olmasa ve ciddi anlamda bir yol haritası, somut adımlarla 1.5 – 2 derece arasında bir sıcaklık sabitleme stratejisi güdülse dahi, küresel iklim değişikliğine yönelik ciddi anlamda bir yol alınmış olmayacak. 20 yıla yakın bir süredir bilim insanları sıcaklığın iki dereceyle sınırlandırılması gerektiğini ifade etmekteler. Fakat Türkiyeli bir başka iklim aktivisti Stefo Benlisoy’un ‘İklim Zirvesi: “Yetmez ama evet” mi?’ makalesinde belirttiği gibi artık 2 derecelik eşiği çoktan aştık. Bilim insanları son yıllarda yaptıkları çalışmalarla birlikte değişimin 1.5 hatta 1 derecelik bir artışla sınırlandırılması gerektiğini vurgulamakta. Bu makalenin başında okuduğunuz haberde ise daha şimdiden sanayi devriminden sonraki dönem içerisindeki sıcaklık artışının 0.97 santigrat olarak ölçülmeye başlandığını görmekteyiz.
Tüm bu gerçekler bize Paris Anlaşmasında belirlenen rakamların bilimsel değil, siyasal çıkışlar olduğunu göstermekte. Bu ‘pozitif’ siyasal çıkış kuşkusuz kapitalizmin meşruluk krizini biraz olsun hafifletme gayesi taşımaktadır.
Paris anlaşması siyasal olarak kapitalizmin bugün ihtiyacı olan bir makyaj işlevi görebilir fakat toplumsal ve ekolojik olarak felaketi paspas altı etmekten başka bir anlam taşımıyor. Fakat yaşadığımız felaketi saklayacak ne bir paspas ne de bir makyaj vardır.
Çıkış yolu ne olmalı?
Gezegenimizde hali hazırda 1 derecelik artışın olduğu artık kayıtlara geçmekte. Bugüne kadar egemen neoliberal elitler tarafından yapılan girişimlerin ne gibi sonuçsuzluklar doğurduğu ise ortada. Kyoto Protokolü, Kopenhag fiyaskosu ve şimdi de Paris Anlaşması…
Yaşanan tüm deneyimler iklim krizine karşı ciddi anlamda bir çözüm ve çıkış yolu getirmiyor. Çünkü aslında neoliberal elitler tarafından gerçekten bir çıkış yolu aranmıyor, iklim kriziyle kapsamlı bir mücadele verilmiyor. Fakat bir mücadele veriliyormuş gibi, çıkış yolu aranıyormuş gibi yapılmakta. Günün sonunda gezegenin yaşayabilirliği değil, popüler bir neoliberal kavramla, kapitalizmin sürdürülebilirliği söz konusu olmakta. Bugün hala fosil yakıtları üzerinden savaşlar çıkmakta, fosil yakıtları üzerinden inanılmaz rantlar ve rüşvetler dönmekte. Fosil yakıtlarının dünya ekonomisindeki yeri tüm süslü laflara ve niyet birliklerine rağmen hala merkezi bir konumda ve bunun dönüştürülmesi anlamında da ciddi bir irade söz konusu değil.
Çıkış yolu, insanlığı ekolojik bir felakete sürükleyen kapitalizm değildir. Sınırsız bir büyüme, acımasız bir ekolojik tahribat ve doğanın kıyımı üzerine şekillenen ekonomiler, doğa ile insanın kurduğu ilişkinin ekonomik akıl ve insan merkezli olması; sermayenin doğaya rağmen sürekli yok etme içgüdüsüyle yayılması… Gezegenimizi bugün bu hale getirenlerin, yarın bu sorunun çözümünü de sağlayacaklarına inanmak sadece saflık olmaz, aynı zamanda ahmaklık da olur.
İklim değişikliği tartışmaları kapsamında neoliberal ideolojinin yaydığı temel öğütlerden biri de insanların değişmesi üzerinedir. Eğer insanlar daha az araba kullanırsa, eğer insanlar daha az enerji tüketirse kalıbıyla başlayan pek çok cümleyle karşılaşabilirsiniz. Bu da küresel ısınmanın ve iklim krizinin nedeninin insan faaliyeti olarak açıklayan bir başka egemen ideoloji tezine gönderme yapmakta. Fakat meseleyi salt insan faaliyeti gibi bir yüzeysellikte ele alırsak, büyük tabloyu göremeyiz.
Zenginler Dünyamızı Nasıl Mahvediyor? İsimli kitabında Herve Kempf kapitalist elitleri ve sermaye kesimini kastederek şunları söylüyor: “Diyelim ki biz savurganlığımızı sınırladık, yaşam biçimimizi değiştirmeye karar verdik. Ama, yukarıdaki açgözlüler klimalı dört çekerlerinde, havuzlu villalarında keyif çatmaya devam edecekler midir? Hayır. Sizin ve benim daha az maddi tüketim yapması ya da enerji harcamasını kabul etmenin tek yolu, oligarşinin maddi tüketiminin – yani gelirinin- önemli ölçüde azalmasıdır.”
Kempf, kapitalist sınıfın tüketim düzeyini azaltırsa, tüketimin genel düzeyinin de azalacağını ve dünyanın da daha iyiye gideceğini savunur. Bu satırların hemen ardından ise Kempf şu soruyu soruyor: “Ama aşırı zenginler, ayrıcalıklı sınıf bu yolu izlemeye izin verecek mi?”.
Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Neoliberal hegemonyanın rıza geliştirmemizi arzuladığı sorunun bireysel kaynakları olduğu ve çözümünün de bireysel yollardan olacağı safsatası; aslında sorunun kapitalizmden kaynaklı üretim ve toplumsal ilişkilerde olduğu ve çözümünün de toplumsal ilişkilerin, üretim ilişkilerinin ve sistemin dönüşmesinden geçtiği hakikatini gizlemeye yönelik bir strateji olduğu çok açıktır.
Ekolojik etik ve iklim adaleti!
Antikapitalist solun bugün varlığını sürdürebilmesinin en önemli koşullarından biri ekolojik bir sol olmasıdır. Bu da küresel anlamda iklim adaleti mücadelesinin kendi yerelliğindeki bir parçası olmayı gerektirir. Fakat bununla da kalmayarak ekolojik bir etik de geliştirmeli ve bunu yaygınlaştırmalıdır. Bu anlamda daha sonra ayrıntılı bir şekilde başka bir makalede açıklayacağımız Ekososyalizm’in etik vurgusunu burada biraz açmakta fayda var.
Ekososyalizm’in uluslarası alandaki sözcülerinden ve ekososyalist manifesto yazarlarından Michael Löwy, Ekososyalizm isimli kitabının ‘Ekososyalist bir etik için’ bölümünde ekososyalist etiğin başlıca unsurlarını irdeler. Bunları kısaca şöyle maddeleştirebiliriz:
• İklim kriziyle mücadelede bireysel davranışların etiği değil, toplumsal bir etik üzerinde durulması. Bireyin doğa ile kurduğu ilişkide farkındalık ve dönüşüm önemlidir ama temel iddia kapitalist/ticari ekonomik ve toplumsal yapıların değiştirilmesi olmalıdır.
• Eşitlikçi bir etik üzerinden iklim kriziyle mücadele şekillendirilmelidir. Kuzey ile Güney ülkeleri arasındaki eşitsizlik, Kuzey’in Güney’e olan iklim borcu ve hali hazırda var olan toplumsal/sınıfsal eşitsizliklerin dikkate alınması. İklim değişikliği en çok iklim değişikliğinden en az sorumlu olan yoksulları ve yoksul ülkeleri etkiliyor. Toplumsal eşitlik ve adalet noktalarından hareket eden ekososyalizm, zenginliğin gezegen düzeyinde yeniden dağılımını ve kaynakların ortak geliştirilmesinden yanadır.
• Ekososyalizm demokratik bir etiktir. Kararların neoliberal elitler, kapitalist bürokrasi veya seçkin kesimler tarafından değil, çoğulcu, katılımcı ve özyönetimci bir demokrasi anlayışı hakimiyetinde alındığı toplumsal bir yapıyı savunur.
• Ekososyalizm ‘kötünün köküne inmeyi’ hedefleyen radikal bir etiktir. Yaşadığımız felaketten çıkışın paradigma değişikliğinde, yeni bir medeniyet modelinde ve devrimci dönüşümde görür.
• Ekososyalizm sorumlu bir etiktir. İklim krizi hem gelecek nesiller için hem de diğer canlı nesilleri için risk taşımaktadır. Bu anlamda ekososyalizm mevcut üretim ve tüketim tarzını, insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi mesele ederek, bunlar dönüşmeksizin ekolojik krize radikal bir çözümün de gerçeklemeyeceğini savunur.
Ekoloji mücadelesi sadece belli sloganları ve kalıpları tekrarlama değil; aynı zamanda gündelik hayata da dokunacak belli başlı etik değerlerin de mücadelesini vermek demektir. Yukarıda özetlenen etik değerler de bunlardan belli başlıları. Ancak bu değerler zemininde yeni bir düzeni inşa edebildiğimiz oranda yaşadığımız felaketten de kurtulmanın koşullarını yaratacağız.
————————————————————————-
KAYNAKLAR:
Zenginler Dünyamızı Nasıl Mahvetti – Herve Kempf, Epos
Ekososyalizm – Michael Löwy, Epos
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/13696/paris-iklim-anlasmasi-2020-de-yururluge-girecek
KAYNAK: Gaile Dergisi