Aslında başlığa uygun olarak tarihe eleştiri ile bakmak gerekiyor. Kıbrıs sorununun yanlışı Marksist açıdan tarihi yorumlayamamak oldu ve eleştirel olarak kendi ideolojik geçmişine de bakamadı. Fransız Devrimi ile başlayan ve “Yeryüzü memleketim, milletim insanlık” olan slogan maalesef Fransız devriminin karşı devrimle elimine olmasını getirdi. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan demokratik milliyetçilikte tüm farklılıkların bir millet meydana getirmesi gerekiyordu ama devrim elimine olduktan sonra ırkçılık galip geldi hatta onu da bırakalım, Alman milliyetçiliği olan ve ari, budun ve kan birliğine dayanan ırkçı milliyetçilik etkili oldu. Bu şekildeki milliyetçiliğin etkinlik kazanmasıyla artık birçok ulus-devlet de soykırımlarla kuruldu ve ulus devletlerin temelinde Gellner veya Balibar’ın da iddia ettikleri gibi kan bulunmaya başlandı. 1917 devrimi de Fransız Devriminin bir devamı olarak belirdi fakat bu devrim de Rus bürokrasisinin karşı devrimiyle gericileşti ve enternasyonal özelliklerinden önemli fireler verdi. Oluşan federe devletlerde bağımsız, özgür yapılar belirleneceğine ve de emek ve demokrasi önde olması beklenmesine rağmen, ulus -devletçi, ulusal sınırlı devletler öne geçti. Rus Devrimi de kısa zamanda gericileşti. Dışarıya enternasyonalizm yerine ulusçuluk ihraç etmeye ve enternasyonal sosyalizm yerine, ulus tanımını bile Fransız devriminden değil, Alman milliyetçiliğinden alan tanımlarla ifade etmeye başladı. Troçki, Marks ve Stalin aslında hepsi de ulusçuluktan etkilendiler. Bırakın onu “Tel Ülkede Sosyalim” diyerek Stalin, ulus-devleti açıkça benimsedi ki bu da sosyalizmin sonunu getirdi. SSCB kurucularının (Marks da dâhil) Ulus tanımlarıyla bugün sağcıların ulus tanımları birbirine çok benzemektedir. Marks’ın kendisi de ulus tanımını aydınlanma çağı sırasında belirlemeye çalıştı ve Fransız Devriminin gericileşmeye başlamasının farkına varmadı. O da bu gericileşmeden payını aldı. Elbette Lenin, Troçki veya Marks’ın sosyalizme getirdiklerini reddetmiyoruz. Ama maalesef onlardan sonra gelen solcular, gözü kapalı bir şekilde onlara sunulanları kabul ettiler ve bu zayıf tarafları göremediler. Tüm dünya üzerindeki sol yapılanmalar bu karşı devrimden sonra olduğu için ve ondan etkilendiklerinden gericileştiler. Birçok sol örgüt hatta Marks, Lenin ve Troçki’den gelen tüm bilgileri gözü kapalı tanrı buyruğu gibi kabul ettiler ve aynı gericileşmeler onlarda da oldu. Oysa yapılması gereken bu fikirlerin Marksist bir süzmeden geçirilerek, eleştiri ve özeleştirilerle doğrunun bulunmasıydı. “Marksizmin Marksist Eleştirisi” yöntemi çalıştırılmalıydı. Bugün dünya üzerindeki sol örgütlerin milliyetçi olmaları hatta gericileşmeleri de bunlardan dolayı oldu.
Sovyetlerde 1930’lu yıllarda ve 1940’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin gerek Çin Devrimi gerek İspanya iç savaşı, hatta Almanya’daki seçimler sırasında Hitlerin başa gelişi ve Stalin’in Hitlerle İkinci Dünya Savaşı’ndan bir müddet önce yaptığı andlaşmalar, Hitler’in hazırlık için zaman kazanması, aslında aynı mentalitenin veya dejenere ideolojinin bir yansıması oldu. Hele hele İspanya iç savaşı sırasında resmen Sovyet Rusya’nın karşı cephe alışı, onları Franko’ya ispiyonlaması, Anarşistlere karşı sürdürülen sekter durumlar da, İspanya İç savaşında Franko’nun kazanmasına neden oldu.
Ülkemizde AKEL, 1941 yılında kurulurken kuruluş tüzüğüne enosisi alması da aynı yanlışlardan dolayıdır. AKEL’in milliyetçiliği Stalin’in Milli Burjuvazi ile birlikte hareket edilmesi çağrısı ile ilintilidir. 1926 yılında kurulan Haralambos Vadilyodis başkanlığındaki KKK (Kıbrıs Komünist Partisi) başında enosis ve kiliseye, Yunan milliyetçiliğine karşı cephe alırken ,bu devrimci tutum, parti içinde olan Sovyet tipi sol gerici bürokratlarca tepkiyle ve öfkeyle karşılanmıştı. “Kıbrıs Komünist Partisi Tarihi” adlı kitabında Yannos Kutsuridis şunları yazmaktadır (Kutsurides,2014,sf.15):
“KKP(KKK, aynıdır,u.ı) tarihinin en tartışmalı iki başlığı; Parti’nin Kilise ile ilişkileri ve Enosis sloganı karşısındaki tavrıdır. KKP varlığı süresince her iki konuda da, uzlaşmaz bir siyaset izlemiştir.
Bir yandan çok geniş topraklara sahip Kilise’nin mallarına el konulmasını ve bu toprakların yoksul köylülere dağıtılmasını savunmuş, diğer yandan da Yunanistan ile birleşmeye karşı olmuştur. Okuma- yazma oranının düşüklüğü ve Kıbrıs’taki sanayi burjuvazisinin zayıflığı (bağımlılığı) düşünüldüğünde, dinsel ayinler vasıtasıyla “eğitilmekte” olan geniş kitlelerin Kilise’yi, sadece uhrevi değil, dünyevi anlamda da otorite kabul ettiği bir tarihsel dönemde, bu siyasal tavrın çok da kolay olmadığını Kabul etmek gerekir.
KKP için bağımsızlık, hem İngiliz hem de Yunanistan otoritesinden bağımsız, birleşik bir Kıbrıs’ta, Kıbrıslıların tamamının ortak iradesi ile yürütülecek bir emekçi cumhuriyeti de idealiydi. Ulusal bayraklara, en başta (sf.16) da Yunan bayrağına bulunduğu hiçbir alanda taviz vermeyen, enosis sloganını her fırsatta emperyalizm ile eşdeğer tutan, Kilisenin elinde tuttuğu toprakları yoksul köylüler yararına kamulaştırmak isteyen KKP siyasetinin ve KKP’li komünistlerin kendilerine düşman bulmakta zorluk çekmediği tahmin edilebilir..”(sf.16)
Gene aynı sayfada yazar: “KKP bir araçtı. KKP’yi var eden komünistlerin esas amacı; emekçilerin kurtuluşu, Kıbrıslıların özgürlüğü ve sınıfsız toplumun yaratılmasıydı. KKP’nin kitleselleşmesi, bu hedefler sabit tutulduğu oranda anlamlıydı ve bu hedeflerden vazgeçildiği zaman, KKP’nin dahi bir anlamı yoktu. Bu sebeble, Kilise karşısında taviz vermeyi veya enosis siyaseti gütmeyi önererek, kitleselleşmenin önünün açılacağının savunulması, KKP’yi de var eden ilkelerden vazgeçilmesinin savunulmasıdır” diyerek doğru bir teşhis yapmaktadır. Fakat aynı yazar Sayfa 167’de bu yazdıklarıyla çelişkiye düşerek bambaşka bir görüşün parti içinde etkinlik kazanmaya başladığını, bir ideolojik farklılığın ortaya çıktığını ve bunun da parti içinde adeta bir karşı darbe halini aldığını istemeden de olsa ima etmektedir (sf.167):
“Partinin önerdiği çözüm enosis talebi ile beslenmiş halk için algı ötesindeydi. Dahası, KKP’nin enosis’I tanımlayış biçimi Parti’nin kitlelere ulaşmasını daha da zorlaştırdı. KKP basını enosisi! “yabani bir çığlık”, “sıcak hava” ve “kuru gürültü” olarak tarif etmekteydi. Yayınlarından biri milliyetçilere seslenmiş, şunları yazmıştır:
“Hayır, hemşehriler! Ana Yunanistan’la Birleşme’yi istemiyoruz. (…) Halk uyandı ve enosisin daha fazla kölelik, daha acı bir hayat, yasadışı adalet olduğunu iyi biliyor(…) Halk üzerindeki baskıyı Yunan despotluğu altında artıracak kadar saf değil (…) Enosis Kıbrıs’ın ekonomik ölümü olacaktır”
Parti eleştirisini Kıbrıs’tan öteye taşıdı. Yunan Cumhuriyeti “sahte demokrasi” olarak tanımlanmış,KKP Pan-Helenik Oyunlar Manifestosu’nda enosis talebinin “saçma ve yapay” olduğunu iddia etmişti. Bu duruş Kıbrıslı Elenlerin Parti’nin hatalı biçimde değerlendirilmesine dayalıydı. Başka deyişle KKP duruşunu kitlelere danışmadan halkın takip edeceğini düşünerek yukarıdan aşağı tanımladı. AKEL’in en uzun süreli genel sekreteri Ezekias Papaioannu, Parti’nin duruşunu yanlış, anti-Marksist ve halkın isteklerine karşı olarak nitelendirdi. Phantis’e (AKEL genel sekreteri eski yardımcısı) gore bu hata “sekter solcu tabiatlı”ydı. Enosis sloganı Kıbrıslı Elen jenerasyonlarının isteklerini ifade etmiş,böylelikle partinin duruşu KKP’yi halkın gözünde yabancılaştırmıştır ” demektedir. Kitapta bu kısmı okuyanlar Haralambos’un parti içinde nasıl elimine edildiğini ve politbüro tarafından Moskova’da Stalin’e Troçkist diye ispiyonlanarak ve de Kafkas dağlarına sürülerek orada vebadan nasıl öldüğünü anlayacaktır.
Gene aynı siyasetten gelenlerin öve öve bitiremedikleri Derviş Ali Kavazoğlu konusunda da büyük yanlışlar yaptıkları çok iyi bilinmektedir. Kavazoğlu’nun son zamanlarında AKEL’in enosis politikalarına karşı açık bir şekilde cephe aldığı da bilinmektedir:
“Partisinin olaylara tek taraflı bakması Kavazoğlu’nu rahatsız ediyordu. Parti’nin enosis politikası ile hiçbir şekilde uyuşmuyor, uyuşmadığını bana büyük bir üzüntü ile ifade ediyordu. Kamuoyu önüne çıkıp görüşlerini alenen açıklamaktan kaçınması nedeniyle, Kıbrıslıtürklerin kendisi hakkında olumsuz yorumlar yapmasından kaygılanıyordu”( İbrahim Aziz,2011,Sf. 138-139).
Çok uzatmadan bizde de aynı siyasetten gelen ve artık bugün solcu olduğu üzerinde bir iddiası olmayan, son zamanlardaki hükümetteki özelleştirme politikaları ve de daha once 1989 yılından itibaren, ulusalcılaşmaya başlayan CTP de, artık aynı ideolojinin dejenerasyonunun benzer bozuk yollarına çoktan girmiştir. Parti örgütlenmesi de gerici yapılanmalar ve eleştirellikten kopuk , dinamizmden uzak yapılanmalara esir olmuş durumdadır. Güney Kıbrıs’ta da Kuzey Kıbrıs’ta da sol olduğunu iddia edenler, ideolojilerinin ortaya çıktığı ülkelerdeki Komünist Partilerinin akıbetlerine uğramışlar ve sınıf öncülüğü iddialarından da çoktan uzaklaşmışlardır. Ulusalcı, seçim partileri olarak sağın doğal partileri gibi bir o yana bir bu yana savrulmaktadırlar. Sol, ulusal sınırlar içine, ulusalcılığa esir olduğunda artık kaybetmiştir ve sol dinamizm de sınıf dinamizmi de artık kalmamıştır. Dünyada da, Kıbrıs’ta da sol adına yola çıkanlar işte bu yüzden kaybetmiştir. Peki, yeniden örgütlenme ve sağlamlaşma mümkün mü? Elbette, çünkü sınıflar ve ezilenler, kapitalizm ve eşitsizlikler durduk sonra vardırlar ve bir öncüyü her zaman için beklemektedirler. O halde tek çare yeni bir liderin veya öncünün, Marksist örgütlenme ve de solun tüm fikirleriyle ortaya çıkaracağı sol sentezle, tekrar harekete geçmesidir.