“Demokrasiye sahip çıktılar” övgülerine mazhar kılınmış İslamcı ve Milliyetçi kalabalıklarının, sokak ve caddelerinde, köprü ve meydanlarında, “düşmana karşı zafer kazanmış” bir ruh haleti içerisinde kırbaçladıkları erlerin pek çoğu, daha bu yıl içerisinde; yine böyle kalabalık gruplar tarafından “her Türk asker doğar” sloganlarıyla davul zurna eşliğinde, omuzlara alınıp vatanı kurtarmak üzere yolcu edilen gençlerdi. Bu gençler aynı zamanda bu kalabalıkların “soydaşları ve din kardeşleri”ydiler ya… Gazetelerin ön sayfalarında daha dün “kahraman” diye göklere çıkarılan ama şimdi “korkaklıkları”, “kalleşlikleri”, “hainlikleri” ile alay edilen yalnızca erler değil. Yedikleri dayaktan olsa gerek, kulağı sarılı, burnu davul gibi şiş, gözleri mosmor dünün o “cesur” ve “kahraman” generallerinin fotoğrafları da süslüyor gazetelerin manşetlerini… Hiçbir gazete ya da yorumcu da dün canlarını emanet ettikleri bu insanların neden bir gecede hain oldukları, geçmişle ilgili derinlikli hiçbir sorunun cevabı peşine düşmeyerek, önlerine konan sığ yorumları, on kere-yüz kere aynı cümlelerle adeta çok bilmiş birer propagandacı gibi, tekrarlıyorlar. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerine ve hatta 28 Şubat’a rağmen, on yıl öncesine kadar Türkiye Ordusu, gerçekleştirdiği bu darbelerde yol açtığı insanlık ve demokrasi felaketlerine rağmen, zaman-zaman pek çok subayının yargısız infazlarda, işkencelerde ayyuka çıkmış rollerine rağmen, mesleki saygınlık derecesi oldukça yüksek bir kurumdu. Şimdi giriş sınavlarında bile, hile-hurda yapılan bir kurum olduğu bizzat mensubu subayları tarafından dahi itiraf edilen Türk ordusunun, bugün bir araştırma yapılacak olsa mesleki saygınlığı ne olurdu diye düşünmeden edemiyor insan… “Gezi Parkı gençleri” değil de, darbeden birkaç gün sonra, bir gece vakti Taksim Anıtı’na gerilmiş “Sedat Peker” pankartı altında sloganlarıyla gençler mi temsil ediyorlar artık o öv-öv bitirilemeyen “Yeni Türkiye”yi. 15 Temmuz Darbesi öncesine kadar, operasyonlarda yüzlerce Kürt genci yaşamlarını yitirir, aydınları vurulur, evleri başlarına yıkılırken, ülkede hiçbir şey yokmuş gibi keyfine bakan batılı kentlerin laik, Kılıçdar-Kemalist sosyal demokrat, Türk Irkçısı ve de tüm RTE-AKP karşıtları dahil, yakında “İslami tahayyülün Yeni Türkiyesi”nin gerçeklerine, İslami yaşama meyyal diktatörlüğüne “tav” olmaya mı hazırlanıyorlar? Ya Türkiye solu? “Gık” çık(ara)madan seyretti olanları ve böylece Kürtlerin siyasal kavgaları yanında pek cılız ve sönük kaldıkları da bir kere daha mı ortaya çıkmış oldu? Bütün bunlar şimdilik 15 Temmuz sonrası RTE liderliğinde bir AKP’nin (olağanüstü bir durum olmazsa) uzunca bir süre kökleşerek süreceğini mi gösteriyor? Yaşayıp göreceğiz… Öyleyse bu iktidara ısmarlama- papağan gazetecilerden farklı olarak sorularımızı biraz daha derinleştirerek sormamız gerekmiyor mu? Siyasal iktidar, Kürt Sorununda akan kan’a karşı iç barışı sağlayabilecek mi? Komşularıyla kötü giden ilişkilerini iyiye götürecek mi? İslamiyet’e karşı laikliğe, otokratikliğe karşı demokrasiye, tek parti diktatörlüğüne karşı muhalefet partilerine, çoğunluğun iktidarına karşı azınlıkların hak ve özgürlüklerini de dikkate alana bir hoş görü kültürüne yol açacak bir siyaseti benimseyecek mi? Yoksa 15 Temmuz’dan Türkiye için “dediği dedik çaldığı düdük” bir lider, kendisinden ve yandaşlarından “hesap sorulamayan bir diktatör” mi çıkmış olacak? Bunun için de yetkilerin tek kişi ve çevresinde toplandığı başkanlık rejiminin yasallaşmasının peşine mi düşülecek? İslamcılığın yalnızca günlük yaşam tarzında görünür olmasının değil, devlet katında iktidar olmasının da mı önü açılacak? Sorular havada kalsa da, verilecek muğla-demagojik cevapların ötesinde bunları da yaşayıp göreceğiz… Bugüne kadar yaşarken gördüklerimize gelince… Başlarda Türkiye sınırına gelip dayandıklarında İŞİD’i önemsemeyen bu siyasal iktidardı. İŞİD silahlı saldırı düzenlediğinde, “İntihar Bombacıları” ile etrafı kana buladığında, Kürtlerin yoğun yaşadıkları coğrafyaya karşı askeri operasyonları daha da artıran yine bu siyasal akıldı.
“Sınırımızı geçsin yine düşürürüz” diye Rusya’ya havalı bir siyasi meydan okuyuşuna giren de aynı siyasi akıldı. Ekonomik sektörler darbe alınca, telaşla Rusya ile bir barış-görüş fırsatı doğması için adeta çare arayan da bu hükümetti… Sonuçta ilk hükümete geldiği ve takip eden ilk yıllarda Türkiye’de iyi-kötü sonuçta bir “iç-barış” vardı. Ülke bu kadar keskin çizgilerle ve birbirlerinden nefret düşüncelerine sahip olacak denli ikiye bölünmemişti. Kürt ve Kıbrıs Sorunlarını tarihe mal etmeye odaklı, iyi-kötü komşuluk ilişkilerine sahip, AB’ne üyelik için ev ödevlerine çalışan, İnsan Haklarını önemsediğini ilan eden bir Türkiye vardı. Bunların tümü de yine aynı siyasal iktidar döneminin ilerleyen yıllarında alt-üst oldu. Türkiye iç savaşı andıran bir şekilde kana bulanırken, Suriye’den Rusya’ya, Irak’tan İran’a komşularıyla da düşman oldu. Kıbrıs Sorununda Omorfo’nun da verilmeyeceği ilan edilerek Annan Planının da gerisine düşülerek, TC Derin devletinin geleneksel siyaseti “çözümsüzlük de çözümdür” formülüne geri dönüldü. Kıbrıslının çözümsüzlüğe karşı sokaktaki tepkisi “beslemeler” hakaretiyle karşılık gördü… Gezi’de gençlere karşı, devlet şiddetine ve hakarete sarılan bu siyasal akıldı ve Akıncı’ya seçildiği günün ertesinde, üstelik de canlı yayında “cebindeki paran kadar konuş” mealinde nobran bir dille siyasi atmosferi geren yine bu politik akıldı. 15 Temmuzdan sonra ayağının tozuyla neler yapıyor bu iktidar. Uçağı düşürene “emri ben verdim” diyecek kadar hörelenip efelenen ol akıl, şimdi Rus uçağını düşüren askeri pilotu günah keçisi olarak kurban etmeye hazırlanıyor. Ülke intihar bombalarıyla sarsılır, asker darbe yapmaya kalkar, yüzlerce insan katledilir, ekonominin motoru turizm çöker, TL değersizleşir, Türkiye fakirleşirken bir de OHAL ile askıya alınan hak ve özgürlükler sonrasında, Erdoğan bütün bu olumsuzluklara bakarak kredi notunu düşüren “Standard Poors” kuruluşunun kararını siyasi ve maksatlı olarak niteliyor. OHAL sürecinin daha ne kadar uzayacağına; “iktidarı karar verir, muhalefeti zurnanın son deliği olarak dinlenir” mealinde, lidere “şaşmaz bir itaat” ile malul bir hükümet, bir de biat kültürünü içselleştirip edilgenliği içine sindirmiş görsel, işitsel, yazınsal medya ordusu var iken… Bu saatten sonra Türkiye’de diktatörlük rejiminin ilanına ne gerek var ki? Böyle konuşup yazan politikacıları, gazetecileri ve vatandaşları, anında darbecilikle suçlayan bir siyasi akıl var iktidarda!… Biz yine de AKP’nin politik papağanları ve sığ yandaşları için bir kez daha yazmış olalım. 15 Temmuz Askeri Darbesi “başarılı” olsaydı eğer, elbette tüm darbeler gibi demokrasi değil diktatörlük getirecekti. Elbette Fethullah Gülen’in muhayyilesindeki “Yeni Türkiye” devleti laik değil- İslamcılık, demokratik değil-otokratiklik ile malul. İslamiyetin siyasal iktidara gelişinin, “sert mi, tatlı mı, kanlı mı” olacağını da zaten bugünkü siyasi iktidarın “hocası” Erbakan, 13 Nisan 1994 “Refah Parti” Meclis Grup toplantısında dillendirmişti. Buna karşın 28 Şubat 1997 tarihinde yayınlanan askeri muhtıra ile başlayan askeri darbe süreci Türkiye’ye demokrasi getirmemiş, bir korku ortamı salmıştı. Ama o korku ortamı da hedef aldığı, baskıladığı “zıttını” doğurmakta gecikmedi. Ancak hiçbir solcu da, aydın da, demokrat da, hümanist de, askeri darbenin karşıtıdır diye de arkasından gelecek hiçbir diktatörlüğe, dinin siyasal ve sosyal yaşama müdahale edeceği hiçbir otokrasiye sallabaşlık etmez! Demek istediğim şu ki; Rejimin daha çok Türkleşip İslamileşmesinin pekişmesi de, AKP döneminde ortaya saçılan “yolsuzlukların akıbeti” de, “Kürt Sorunun kanayan bir yara olarak devamı” da, “Karşılıklı suçlamalar” yoluyla Kıbrıs Sorunun çözümsüzlüğe itilerek “Kıbrıs’ın Türkiyelileştirilmesi”nin hızlandırılması da, Türkiye, dolayısıyla Kuzey Kıbrıs ekonomisinin geleceği de Ve nihayet “Yeni Türkiye” – “Yeni Kıbrıs”ın eskisinden farklı seyretmeye başlayan yaşam tarzları da… Bütün bunlar Erdoğan ve AKP hükümetinin OHAL, siyasi muhaliflerinin ise “Cadı Avı” olarak nitelediği siyasal sürecin ne kadar zaman daha süreceğine, hangi siyasi örgüt, şirket, üniversite ve kişilere yöneleceğine, Ortadoğu, AB, Kürt ve Kıbrıs politikalarına bağlı olacak… Ne diyelim… Yaşayıp görürken, bir de inadına umudumuzu tüketmeyeceğiz.
Çünkü bu yaştan sonra gideceğimiz başka bir Kıbrıs, başka bir coğrafya yok.
yazarın tüm yazıları:
Halil Paşa15 Temmuz sonrası ‘Yeni Türkiye’ – Halil Paşa
"Bu Memleket Bizim" yayınlarını izleyin
"Gündem" yayınlarını izleyin