15 Temmuz 2016 da ‘başarısız’ bir darbe girişimi oldu. Gerçi darbe başarısız oldu ama AKP iktidarının eksiği tamamlayacağından kimse şüphe etmesin! Darbe haberi duyulur duyulmaz bir tek soru soruldu: “Bunu kim yaptı, arkasından kim var?”. Bir Allah’ın kulu da çıkıp “bu ülkede hâlâ neden darbe oluyor?” sorusunu sormuyor… Oysa darbeler TC rejiminin normal halidir, bir istisna değil kuraldır. Zira bu rejim başka türlü yapamaz. Öyle olduğunu görmek için rejimin niteliğine dair birazcık kafa yormak yeter… Durum öyledir ama her ağzını açan kaşarlanmış profesyonel politikacı, “konunun uzmanları”, burnundan kıl aldırmayan ‘siyaset bilimciler’ her şeyi bilen köşe yazarları, televizyon “yorumcuları”, akademik statünün gardiyanları, bıkıp-usanmadan, Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu söylüyorlar… Eğer öyle olsaydı belirli aralıklarla darbe yapılır mıydı? Siz anayasanın ikinci maddesinde öyle yazdınız diye öyle olması mı gerekiyordu! Türkiye’de ‘demokrasi’ sadece bir retoriktir. Ahmakları aldatmaya yarayan bir kuyruklu yalandır. İnsanlar, işte siyasi partiler var, belirli aralıklarla da seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi var sanıyor. Oysa bilmiyorlar ki, siyasi partiler ve seçimler, demokrasinin değil, demokrasiyi engellemenin araçları… İnsanlar birbirlerinden hiç de farklı olmayan devlet partilerinden birine veya ötekine oy verdiklerinde bir şeyleri değiştirdiklerini sanıyorlar… Oysa oyuna geliyorlar, zira kullandıkları oyun bir karşılığı yok. İpana diş macununu da alsanız, Colgate diş macununu da alsanız, sonuçta bunların ikisi de diş macunu ve dişleri temizlemeye yarıyor. Marka farkı işin esasını angaje etmez! Hangi partiye oy verirseniz verin sonuçta bir devlet partisine oy veriyorsunuzdur ve değişen bir şey olmaz…
Bu rejim yaklaşık 20-30 yıllık aralarla yapılan restorasyonlarla yol alıyor. Bundan önceki köklü restorasyon, ünlü 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle yapılmıştı. 24 Ocak kararları tam bir ‘yeniden kompradorlaşma’ tercihiydi. Neoliberalizme teslim olmaktı ve ekonominin rotasını belirledi. 12 Eylül Amerikancı darbe de rejime yeni bir elbise giydirmek demeye geliyordu. 2010’dan bu yana yeni bir restorasyon gündemde. Bu sefer restorasyon iktidar partisi AKP tarafından yürütülüyor. 15 Temmuz darbe girişimi, o süreci hızlandıracaktır. AKP başlarda merkez-sağ bir parti görüntüsü vermeyi başardı. Fakat, yerini sağlamlaştırdıkça, özellikle de 2010’dan sonra artık asıl niyetini gizlemeye gerek duymuyor. AKP’nin iktidara taşınması, ABD’nin ve bir bütün olarak NATO’cu kampın Orta-Doğu denilen bölgeyi dizayn etme projesinden bağımsız değildi. Bölgede 1970’li yıllardan beri iktidarda olan pro-Amerikan, pro-emperyalist otokrasiler artık gününü doldurmuştu. Onların yerine, ne demekse “Ilımlı İslam” dedikleri bir Politik İslam versiyonunu ikâme ederek, hegemonyayı sürdürmeyi amaçlıyorlardı. AKP’li Türkiye de bir “Ilımlı İslam” modeli olarak diğerlerine örnek olacaktı! Böylece Politik İslam’ın ‘laiklik ve demokrasiyle “bağdaşırlığı” da kanıtlanmış olacaktı. ABD’nin ve şürekasının hesabının boşa çıkması kaçınılmazdı, zira ‘politik İslam’ın’ bir toplum projesi yok, olması da mümkün değildir!
Fakat Türkiye’de devleti ve toplumu ‘dincileştirme’ tercihi çok önceleri yapılmıştı… Dinci gericilik ABD tarafından Sovyetler Birliği’nin çökertmek ve bölgede (Orta-Doğu) yükselen ilerici, seküler, sol, sosyalist, ulusçu, komünist akımların ve hareketlerin önünü kesmek için bir ‘dalga kıran’ işlevi görecekti… Dinci gericiliğin mayalandırılıp-palazlandığı yer de Suudi Arabistan’dı. Geride kalan dönemde, İslam’ın Vahabî yorumunun başta bölge ülkeleri olmak üzere, tüm Müslüman ülkelerde kök salması için on milyarlarca petro-dolar harcandı ve harcanmaya devam ediyor. Türkiye’de Vahabiliğin yerleşmesi için, özellikle 1960’lı yıllardan başlayarak sistematik ve kararlı bir politika yürütüldü. Amaç Türkiye’de Mısırdaki Müslüman Kardeşlerin bir versiyonunu oluşturmaktı. Dinci gericiliğin dayatılmasıyla kitleleri daha kolay manipüle edilebilir yığınlar haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Yurttaşın yerini ümmet aldığında, tebâ aldığında mesele halledilmiş olacak ve yönetmek kolaylaşacaktı…
Vahâbi-Selefi İslamcılar (politik İslamcılar) esas itibariyle iki alanda etkili olmayı amaçlıyorlar: 1. Başta ideolojik niteliktekiler (milli eğitim, radyo-televizyon, bir bütün olarak medya, kültür, vb) devlet aygıtının tüm kurumlarına sızarak devleti içerden kuşatmak; 2. Hayır kurumları aracılığıyla da bir kitle tabanı oluşturmak. Türkiye’de sol hareketin yükselişe geçip, bu ülkenin tarihinde ilk defa bir aktör olarak sahneye çıktığı, ‘artık bundan sonra politika arenasında ben de varım’ dediği 1960’lı, 1970’li yıllarda, dinci gericilik tüm imkânlar seferber edilerek desteklendi. Solun bir politik özne olarak sahneye çıkması, hem Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve hem de emperyalizm için kaygı vericiydi ve ne yapıp-edip önünün kesilmesi gerekiyordu! Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir şey daha var: Aslında Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve onların devleti, sadece kendi ürettikleri ‘uyduruk’ resmi ideolojiye dayanarak yönetemezlerdi. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Dolayısıyla dinci unsurların devlet aygıtını kuşatması bilinçli bir tercihti… Gerçek durum öyleydi ama güya “irtica ile mücadele” söylemi de dillerden düşmüyordu… Zaten ikiyüzlülük ve yalan egemen olmanın kuralı değil midir?
Eğer toplumu dincileştirmek (politik İslam’ı dayatmak anlamında) ve dinci unsurları devlet içine yerleştirmek, bilinçli bir devlet politikasıyla, ki, öyleydi, o zaman. birincisi, bunu bilmiyormuş gibi yapmak, vay efendim, orduya, milli eğitime, istihbarat örgütüne, vb. ‘sızmışlar’ diye sızlanmamın, şikayet etmenin ne alemi var; ve ikincisi, bu durumun sorumlusu, sorumluları kimdi, kimlerdi? Onları onca yıl oraya kimler soktu? Geride kalan dönemde bu ülkeyi yöneten tüm hükümet üyeleri, tüm Genel Kurmay Başkanları, generaller, başbakanlar, bakanlar, cumhurbaşkanları, Demireller, Ecevitler, Özallar, Erbakanlar, Tayyip Erdoğanlar az-yada çok bu durumdan sorumludurlar. Kendi elleriyle büyüttükleri musibetten bir de kalkıp şikayet etmeye hakları var mı? Veya gerçekten şikayet ediyorlar mı? Aslında bu kepazeliğin, bu ikiyüzlülüğün ikircikli olmayan bir tarzda teşhir ve mahkûm edilmesi gerekiyor. Hem dinci gericiliğin devlet kurumlarına nüfuz ederek içerden kuşatmalarının yolunu açacaksın ve hem de kendi eserin olan bu durumdan şikayet ereceksin! Yazık ki, insanları hâlâ aldatmayı başarıyorlar!
O halde biraz geç de olsa sadede gelebiliriz. Son darbe girişimi ne anlama geliyor, ne ifade ediyor veya onu nasıl anlamak gerekir? Aslında son darbe girişimi iki dinci güç arasındaki çatışmanın sonucu. Ama her ikisinin da amacı aynı. Her ikisi de 1923 sonrasını bir “sapma” olarak görüyorlar. Açıkça “parantezi kapatmak” istiyorlar ve bunu da mümkünse 2023’ten önce sonlandırmak istiyorlar. Osmanlı İmparatorluğunu ihya etmek, Sultanlı, Halifeli, bir tür Suudi rejimi gibi bir rejim kurmayı amaçlıyorlar. Eğer onu başarabilirlerse, ilelebet iktidar olacaklarını düşünüyorlar. Böylece “şanlı geçmiş” ihya edilmiş olacak! Lâkin hesap etmedikleri bir şey var: Bu dünyada geriye dönüş mümkün değildir. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz… Gerçek durum öyledir ama bu kimilerinin saçma-sapan hezeyanlara kapılmasına engel değil. AKP, 2010 sonrasında restorasyona hız verdi, “Arap Baharı” sonrasında da hevesleri iyice arttı. Artık bir İslam Devletine az kaldığını düşünürken eski ortağı tarafından oyun bozulmak istendi. Belli ki o da ‘parantezi’ kapatmak için zamanın geldiğini düşünüyor ve erken davranmak istiyordu… Elbette bu işi Fetullahçı denilen ekip bir başına yapmamıştır, mutlaka birileriyle hareket etmiştir ve darbeden beklentisi olan başka unsurlar da muhakkak vardır ama işin o yanı bizim için önemli değil. İşte bunun arkasında kim vardı, vs… Bu aşamada bu iş buraya nasıl geldi? sorusuna odaklanmak gerekir. Aksi halde her zaman olduğu gibi teferruatla zaman kaybetmek, oyuna gelmek, boşa kürek çekmek kaçınılmaz olur.
Eğer bu restorasyon tamamlanırsa, artık eskiler gibi olmayacak. Bir rejim değişikliği olacak ki, başta ABD olma üzere NATO’cu kampın doğrudan savaşlar veya “vekalet savaşlarıyla” yapmak istediği “rejim değişikliği” dış müdahaleye gerek kalmadan ‘içerden’ gerçekleşecek! Fakat pabuç o kadar ucuz değil. Bu ülkenin gerçekten demokrasi yanlısı güçleri, bu saldırıya hoş geldin safa geldin demeyecek ve eninde sonunda karanlıkçı cephe bir şekilde püskürtülecektir. Aksi halde bu toplumun bir geleceği olmazdı… Fakat bir şartla: Devlet nedir? Kapitalizm nedir? neoliberalizm nedir? emperyalizm nedir? memur nedir? amir nedir? zenginlik nedir? yoksulluk nedir? Bu rejim ne mene bir şeydir?, vb. gibi soruları sorup, gerektiği gibi tartışarak, anlayarak, bilince çıkararak… Başka türlü söylersek bu rejimin fiziki şiddet de dahil her türlü şiddetinden kurtulmanın yolu, bilincin özgürleşmesine bağlı… Bu aşamadan sonra rejimin elinde şiddeti daha da tırmandırmaktan başka bir seçenek yok! Bu da demektir ki, artık yönetemiyorlar… Kimse sahte demokrasi söylemine, “birlik-beraberlik” mavalına aldanmasın.. Bir rejim şiddete ne kadar sarılırsa, bu onun sona da o kadar yaklaştığı demeye gelir… Eğer öyleyse bu, yönetilenlerin işe müdahale etmesi zamanının geldiği anlamına da geliyor… Bütün mesele o davete icabet edip-etmemekle ilgili… Velhasıl haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyup-koyamamakla ilgili…