57 YIL önce, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda, Makarios, Kıbrıslırumların “seçimle”, Dr. Küçük ise Kıbrıslıtürklerin “seçimsiz” olarak siyasi idarenin başına gelen liderleri olarak ilan edildi.
Gerçi her iki lider de, kendi cemaatleri içerisinde o ana kadar adeta “doğal lider” olarak öne çıkmışlardı.
Ancak Kıbrıs Rum Cemaati içerisinde AKEL’in varlığı, sol sendikaların kitleselliği, EOKA’ya karşı örgütlü bir muhalif kesimin varlığına da işaret ediyordu. Bu nedenle, Makarios, seçimlere girmek zorunda kalmış ve AKEL ile sağ liberal kesimin adayı olan John Klerides (G.Klerides’in babası) karşı hatırı sayılır bir oy kaybıyla ancak lider olabilmişti.
Öt yandan TMT’nin, Kıbrıslıtürk cemaati içerisinde başta solcular olmak üzere, en küçük siyasi muhalefet örgütlenmesine dahi şans tanımayarak, Dr. Küçük’ü “milli birlik ve beraberliğin” sembolü olarak seçimsiz iş başına getirmesi hiç de zor olmamıştı.
Sonuçta görünürde de olsa, Kıbrıs Rum cemaati arasında demokrasinin bir fonksiyonu olarak “seçim” olayı çalıştırılırken, Türk Cemaati içerisinde TC derin devletinin denetimindeki TMT kanalıyla tüm siyasi muhalif unsurlara uygulanan şiddet ve korkutma yöntemleriyle (dövme, öldürme, tehdit etme, ada dışına göç ettirme vb.-hp) lider için seçime bile gerek kalmamıştı.
Yaratılan TC derin devleti kaynaklı korku ortamıyla ileride Dr. Küçük de aday olamayacak ve Denktaş tek başına lider seçilecekti. Zaten bu tür müdahaleler, 1974 öncesi ve sonrasında da çeşitli dozajlarda devam ettiği içindir ki, TC derin devleti ile resmi hükümetleri tarafından arkalanan Denktaş’ın, uzun yıllar şaibeli ve tartışmalı “seçimlerle” iş başında kalması sağlanmış oldu.
Bu nedenle Kıbrıs Rum cemaatinden farklı olarak, Kıbrıs Türk Cemaati için, liderini seçimle değiştirebileceğini içselleştirmesi, Denktaş sonrası döneme denk geldiğini söylemek mümkün. Yani lider ya da görüşmeci seçiminin Kıbrıslıtürk cemaatinin yeni-yeni içselleştirdiği bir olay olduğunu söylemek mümkün…
Nitekim geçmişte Eroğlu ile Denktaş, seçimlerde ikinci tura kaldıklarında, dönemin Başbakanı olan ve siyasi ve ideolojik duruş bakımından Denktaş’tan hiçbir ayrı-gayrısı olmayan Eroğlu, bir gazeteciye arkasında onlarca MİT mensubunun dolaştığını söyleyerek seçimlerden çekilmiş, Denktaş, da bilmem kaçıncı kez seçimsiz, cemaat lideri “seçilmişti”.
Kıbrıslıtürk cemaatinde, ilk kez, Denktaş’ın aday ol(a)mayıp Talat’ın seçilmesiyle “devr-i Denktaş” sayfası kapanırken, Eroğlu ve Akıncının lider seçildiği ileriki yıllarda da “liderlik seçimi” bir miktar ciddiyete bürünmüş oldu. Ancak bu kez de özellikle Türkiye’den alınan göçler ve çok hızlı seyreden vatandaşlıklar nedeniyle, Kuzey coğrafyasındaki “seçimler” de tartışmalı olmaya devam etti…
Bugün Anstasiades ve Akıncı, her iki cemaatin seçilmiş liderleridir. Akıncı’nın lider seçildiği seçim süreci ise, emsalleri arasında en az tartışmaya konu olanıdır.
GEÇMİŞE ÇAKILIP KALMAK, ÇÖZÜME KARŞI OLMANIN GEREKÇESİ OLDU.
57 yıl önce Kıbrıs Cumhuriyeti bakanlıklarının dağılımında, Kıbrıslıtürklerin elindeki 3 bakanlık (Tarım, Sağlık ve Savunma) Kıbrıslırum cemaatinin aralarında İçişleri, Maliye, Eğitim gibi kurumların bulunduğu 7 bakanlıktan daha az etkiliydi.
Kıbrıslırumlar yalnızca kendilerinin uhdesindeki 7 bakanlığı değil, ama geriye kalan 3 bakanlık üzerinde de müsteşar, müdür ve memur kadrolarıyla denetimi elde tutmanın peşinde olmadıkları bugün artık sır değildir.
Öte yandan Makarios iki cemaat arasında 1963 Aralığında çıkan çatışmalardan sonra, federal devletin kotalarında, Kıbrıslıtürklerin Anayasa ile tanınmış rakamsal temsiliyet hakkını dahi ne tanımıştı, ne de siyasi yaşamda yürürlüğe girmesine yanaştı. Hele de AKEL lideri Papayuannu’nun da, Kıbrıslıtürklerin, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasından kaynaklı haklarının geri alınması için Makarios’un 13 maddelik önerisine destek vermesi; dahası, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını savunması…
Bütün bunlar, iki cemaat arasında, günümüze kadar varan güvensizlik ve nefret söylemlerine yol açarken, 1963 Aralığında başlayan çatışmalara da kaynaklık etti.
Bugün baktığımızda, Enosis yalnızca AKEL’in reddettiği bir siyaset değil, pek çok Kıbrıslırum liberal ve muhafazakarın düşüncesinde adadaki felaketlerin bir nedeni olarak algılanabiliyor.
Adanın Yunanistan’a bağlanma isteği, yani Enosis, çoğu zaman EOKA “B”-Makarios çatışmalarında ölen onlarca Kıbrıslırumu akla getiriyor. Hele de Türkiye’nin askeri müdahalesiyle topraklarının ganimet, mallarının yağma edilişini hatırlatıyor pek çok Rum’a. Ve elbette kayıp ve ölülerini.
Elbette Makarios yaşasaydı, bu şartlar altında Enosis’i değil, 1977’de Denktaş ile altında imzasının da bulunduğu “federal bir devlet”in kuruluşu için antlaşmaya çalışırdı.
Ancak Denktaş’ın Kıbrıs Sorununda siyasi çözümsüzlük her zuhur ettiğinde, daima ilk sarıldığı şeyin, hep bu geçmiş olduğu bilinmeyen değildir.
Yalnızca 1950’li ve 60-63 arası yıllarda değil, Vasiliu hariç, Kiprianu, Papadopulos ve Klerides’in görüşmelerdeki “maximalist” ve “Elen milliyetçi” politikaları da, ona, yani Denktaş’a, her zaman geçmişi örnek vererek çözüme, “nefret ve güvensizlik” dilini kullanarak karşı çıkmasında yardımcı oldular. Papadopulos da öyle davrandığında, Talat da ne yazık ki Denktaş gibi cevap vermiş ve bilindiği gibi görüşmelerden hiç bir sonuç çıkmamıştı. Daha da kötüsü Annan Planı sonrasında Papadopulos ve Hristofyas dönemine denk gelen Talat ve Eroğlu’lu yıllarda Kuzeyde inşaat patlamış ve imar plansız-yasasız çarpık bir kentleşme, betonlaşma, yetmeyen kanalizasyon sitemi, keşmekeşe dönen trafiği, yetişemeyen belediyeleriyle adanın Kuzeyindeki yaşam kalitesi, şu anda içinden çıkılması güç bir hale getirilmiştir.
Bir kez daha yaşarken gördük ve şahit olduk ki; Kıbrıs Sorunun çözümü müzakerelerinde geçmişin aklına takılarak siyasi tartışmaları milliyetçileştirmek, “Denktaşlaştırıp” “Makarioslaştırmak”, Kıbrıslıtürkler için hem çözümsüzlüğün içselleştirilmesi ve hem de halen yaşadığımız coğrafyadaki yaşam kalitesinin daha çok kötüleşmesini beraberinde getirmiştir.
KISIR DÖNGÜ
Böylece toprak, garantiler ve mülk edinimi gibi bugüne kadar Kıbrıs Sorununun çözümsüzlüğüne gerekçe olarak öne çıkan kritik konular gündeme gelip de taraflar işin zora girdiğini gören liderler, suçu karşı tarafa (blame game) yükleme söylemleriyle ipleri gererler.
Böyle zamanlarda liderler de geçmişe yönelirler. İki cemaatin geçmişindeki olumsuzluklar öne çıkararak, milliyetçi söylemlere, maximalist taleplere, kırmızı çizgilere, kısır tartışmalara, karşılıklı suçlamalara, başvururlar. Artı çözüm üretilemeyen bir noktaya varmıştır müzakereler. Her iki basın da liderlerinin söylemleri eşliğinde, karşı tarafa verip veriştirmeye koyulur. Liderler kendi cemaatlerini, “davayı satmamış” olmanın verdiği haz ve huzurla, çoktan “hoşgörü”, empati”, “özür”, “taviz” gibi kavramları “zombi” muamelesine tabi tutmuşlar veya tutulmasını görmezden gelmeye başlamışlardır artık.
Her iki lider de artık “kendi cemaatinin çıkarlarının doğal savunucusu” olmaya layık olmak için sesini yükseltmeye koyulmuştur artık.
KIBRISLITÜRKLERİN KISIR DÖNGÜSÜ
Önceli olan liderlerin yaptığı gibi, milliyetçi damardan besli siyasi suçlamaları eşliğinde, ya Talat gibi yalnızca sol’un değil ama sağ’ın da takdirine mazhar olmanın, düşünü kurarlar…
Yapılan bir sonraki seçim hesabıdır ve Kıbrıs Türkünün çıkarlarını en iyi şekilde savunmanın verdiği tahayyül ile yeniden seçilebilecek olmanın tahayyülünü kurmaya başlamışlardır bile…
Ancak bu milliyetçi damardan besli kısır döngüden, “küllerinden yeniden doğan” bir “Eroğlu” ortaya çıkar.
Eroğlu dört yıl boşa kürek sallar. Yeniden seçim anı gelip çattığındaysa, elde sağın milliyetçi-mammacı geleneksel taraftarlarından başka birisi kalmamıştır.
Ufukta çözüm falan ümidi de yoktur.
İşte Akıncı da böyle bir ahval içerisinde, çözüm vaadi söylemleriyle, küllerinden yeniden doğar ve Eroğlu’na nal toplatacak denli bir farkla seçilir.
Aradan epeyce zaman geçmiştir.
Peki bugün durum nedir?
Onun tartışmasını da gelecek yazımıza bırakalım.