Başlarda kapitalizme “yaratıcı yıkıcılık” deniyordu ve gerçekten de öyleydi. Artık öyle değil. Şimdilerde sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor, yaptığından daha çoğunu bozuyor, yıkıcılık yaratıcılığın önüne geçmiş durumda. Kapitalizm öyle netameli bir sistemdir ki, bu dünyada ne varsa metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, özel mülk kategorisine indirgiyor, her şeyi alış-veriş nesnesine, kâr aracına dönüştürüyor. Müşterekleri yok ediyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Velhasıl tam bir kadavra medeniyeti… Tabi bu arada insanı da insanlıktan çıkarıyor. İnsana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Lâkin bu kepazelik, “ilerleme”, “büyüme”, “kalkınma”, “çağdaşlaşma”, vb. sayılıyor, üstelik büyük bir başarı olarak sunuluyor ve insanlar bu büyük yalana inanıyor! Aksi halde yıkımın bir başarı öyküsü olarak sunulabilmesi mümkün olmazdı.
Şimdilerde “büyük projeler” tam bir yıkım ve yok etme aracına dönüştü. Bir proje ne kadar büyükse, kâr da, vurgun da, tabii yıkım da o kadar büyük oluyor. Mesela 1 km. Hızlı Tren yolu için harcanan kaynakla yaklaşık 2 km. normal tren yolu yapılabilir. Üstelik kullanıcılar için daha ucuzdur, istasyon sayısı çoktur, kapsayıcılığı fazladır ve daha zevklidir. Ama kapitalistler daha büyüğünü, daha kârlısını tercih ediyorlar… Bu yüzden, işte, Üçüncü Köprü, Üçüncü Hava Limanı, “çılgın proje” de denilen Kanal İstanbul, Osmangazi Köprüsü, Galata Port projesi, Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri, Doğu Karadeniz için tasarlanan HES’ler, Ilısu Barajı, Hızlı tren, dev AVM’ler, Türkiye’nin en büyük camii, vb… dayatılıyor… Bu büyük projelerle amaçlanan toplumun bir ihtiyacını karşılamak değil, kâr etmek, sermayeyi büyütmek, topluma, herkese ait olanı gasp etmek, birilerini daha da zengin etmek, vurgunu büyütmektir. Gerçek durum böyle ama retorik farklı… Büyük sermaye ‘değerlenme’ sıkıntısı çekiyor ve onu aşmak için de bu büyük projeler dayatılıyor. Dolayısıyla ilişki ters-yüz olmuş durumda… İhtiyaçtan hareketle bir şey yapılmıyor, tam tersine kâr etmek, sömürüyü, yağma ve talanı büyütmek için bir “ihtiyaç” peydahlanıyor… Tabii büyük projeler sadece birilerini zengin etme araçları değil, bu büyük projeler eski çağların tapınaklarının yerini almış durumda. Nasıl eski zamanlarda devasa tapınaklar kralların, imparatorların, sultanların, hanların, şahların… egemenliğini meşrulaştırma-kabullendirme işlevi görüyorduysa, finanslaşmış neolibral küresel kapitalizm çağının “büyük projeleri” de benzer bir işlev görüyor… Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar…
İstanbul boğazına üçüncü bir köprü kurdular, köprüye Osmanlı İmparatorluğu’nun en zalim, en gaddar, en katliamcı padişahının adını verdiler. Bu topraklarda yetişen onca harika yazar, romancı, şair, sanatçı, ressam, düşünce insanından bir tekinin bile adı akıllarına gelmedi… Gelir miydi? Elbette gelmezdi. Bu rejimin ne mene bir şey olduğunu bilenler, o harika insanlardan bir tekinin bile adının neden akıllarına gelmediğini gayet iyi bilir… Zira, bu ülkenin aydınlık timsali, yüz akı ne kadar, yazar, romancı, şair, sanatçı, düşünce insanı… var olmuşsa, bu rejime, bu devlete rağmen var olmuşlardır. Zira bu rejim oldum-olası onları hep katli vacip düşmanlar olarak gördü ve görmeye devam ediyor… Belki böylesi daha iyi, aksi halde tam bir yıkım, yok etme ve kirletme aracı olan bu köprü, o güzel insanlardan birinin adını da kirletecekti…
Köprüye ‘üçüncü gerdan’ diyorlar. Bir boğazda üç gerdana ne gerek var? Birinci köprü trafik sorununu çözecekti, çözmedi, ikinci köprü trafik sorunu çözecekti çözmedi, üçüncüsü de çözmeyecek. O halde dördüncüsü, beşincisi… gündemde demektir… Zira yanlış soruya doğru cevap mümkün değildir. Üçüncü köprü trafik sorununu çözmeyecek, tam tersine daha da azdıracak. Kuzey ormanları karayolu için feda edilmiş durumda. Su kaynakları, tarım alanları her tülü canlı yaşam yok edildi. Bu bir betonlama-astvaltlama operasyonudur. Kentin eko-sistemi bozuldu, daha da bozulacak. Ne için? Bir kaç sermaye gurubunun güzel hatırı için… Dünyanın en geniş köprüsüymüş. Bir de raylı sistem olacakmış. İki tarafta tren yolu hattı olmadan o raylar ne işe yarayacak? Fakat hızlarını alamıyorlar. Dünyanın en büyük hava limanı için de 35,6 milyar dolar harcanacakmış. O da yapılırsa artık İstanbul’un defteri dürülmüş olacak…
Eğer amaç İstanbul’un trafik sorununu çözmek olsaydı, raylı sistem, deniz ulaşımı ve tüp geçitler gündeme gelirdi. Fakat ondan önce kent nüfusunu sınırlamanın bir yolunu bulmak ve araba şımarıklığına da izin vermemek gerekirdi. Kamu ulaşımını, toplu taşımayı esas alan bir ulaşım sistemi tasarlamak gerekirdi. Zira, araba kenti öldürüyor. Her yeni köprü demek, yeni yerleşim yerleri ve artan nüfusu demektir. Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün İstanbul’un nüfusunu yaklaşık 5 milyon artırdığı tahmin ediliyor. Yavuz Sultan Selim köprüsünün de 6 milyon kadar artırmayacağını kim söyleye bilir? Fakat asıl yıkım yolda. Eğer dünyanın en büyük Üçüncü Hava Limanı ve çılgın proje Kanal İstanbul da gerçekleşirse, İstanbul’un nüfusu 30 milyonu aşabilir ve artık ortada İstanbul diye bir şey kalmaz. Bu ülkenin nüfusunun yaklaşık üçte birini bir yere yığmanın mantığı nedir? 30 milyonluk bir şehir olabilir mi? Bana göre şehir, merkezdeki meydana, kamu binalarına, hastaneye, postaneye. tiyatroya, sinemaya, pazara, eş-dost ziyaretine yürüyerek gidilebilen yerdir. Vaktiyle İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden biriyken ve belki birincisiyken, daha şimdiden yaşanamaz bir yer haline gelmiş durumda. Bu güzelim kentin rant aşkına heba edilmesi insanları neden rahatsız etmez, insanlar bu kepazeliğe neden itiraz etmez? Bir dünya harikasını yok etmek ne mene bir utanmazlıktır? Eğer kapitalizmi sorun etmezseniz, eğer lânet olası özel mülkiyeti sorun etmezseniz, en büyük hırsızlığı en büyük başarı sayarsanız, zenginliği-yoksulluğu adam gibi tartışmaya yanaşmazsanız, güzelim İstanbul’un heba olmasına şaşmak niye?
Tam bir yıkım ve yok etme aracı olan bu ‘büyük projelere’ kim karar veriyor? Büyük sermayenin adamları ve onların devleti karar veriyor. Şimdilerde devlet sadece sermaye için, sermayeyi büyütmek için var. Başkaca hiç bir asgari kaygı söz konusu değil… Yönetenler artık neden yönetemiyor sanıyorsunuz? Böyle bir rejimin hala bir meşruiyeti kalır mı? Bu sürdürülebilir bir durum mudur? O kadar ki, artık bilinen müteşebbis (girişimci) tanımı da değişmiş görünüyor. Zira müteşebbis risk alandır. Yaptığının sonuçları kesin olarak öngörülebilir değildir. Kâr da, zarar da potansiyel bir olasılıktır… Önce bir yer için bir proje tasarlanıyor, kaça mâl olacağına projeyi yapanlar karar veriyor, nereye kurulacağına da onlar karar veriyor. Bir de kâr garantisi veriliyor. İşte her şey gözünüzün önünde olup-bitiyor… Bunun için dahiyane bir şey keşfetmişler. Eğer bir proje planlananın, beklenin altında kâr ederse, aradaki farkı devlet karşılıyor. Bunun adı kapitalistleri maaşa bağlamaktır. İşte şimdilerde tam bir haraca dönüşen ‘vergiler’ asıl onlar için alınıyor!
Rejimin adamlarının övünç kaynağı olan ‘büyük projelerden’ biri olan Osman Gazi Köprüsünden geçen araç sayısı, günde 40 bin, yılda 14.6 milyonun altında kalırsa, aradaki farkı devlet karşılıyor! Sevsinler sizin “yap-işlet-devret” modelinizi… Adamlardaki şu “yaratıcı zekaya” bakın: Bir köprü inşa etmişler, geçenden de geçmeyenden de haraç alıyorlar. Bunun anlamı, Nurol-Özaltın-Makyol-Astaldi/Yüksel, Göçay Grubu’nun sahibi olduğu Otoyol AŞ’yi maaşa bağlamaktır. Ve bu durum 22 yıl devam edecekmiş! Artık o şirketler isterlerse 22 yıl sonra emekliye ayrılabilirler… Köprü açıldıktan bu güne kadar sevgili kapitalistlerimize bütçeden ne kadar ödeme yapıldığını merak eden var mı? Sadece 11-26 Temmuz tarihleri arasındaki 16 günde devletin kasasından (sizin cebinizden) yaklaşık 20 milyon dolar ( 59 milyon 541 bin TL) ödenmiş… Eğer matematiğiniz kuvvetliyse şöyle bir denklem kurabilirsiniz: Sevgili şirketlerimize 16 günde devlet bütçesinden 20 milyon dolar ödenirse, 365 günde kaç milyon dolar ödenir?..
3 milyar dolara mal olduğu söylenen Yavuz Sultan Selim Köprüsü için araba başına geçiş ücreti 3 dolar tespit edilmiş. (Tabii TIR, kamyon, kamyonet, vb. için çok daha yüksek). Mesela 5 dolar olsaydı memleket daha hızlı kalkınırdı… Ve günde 135 bin otomobil geçişi garantisi verilmiş. Geçişler o rakamın altında kalırsa, devlet 10 yıl 2 ay boyunca aradaki farkı kapatacakmış. Aynı Osman Gazi Köprüsünde olduğu gibi… Bir aksilik olsa o köprüden tek bir araç geçmese, devlet devletliğini bilecek ve şirketlerin maaşını tıkır tıkır ödeyecek… Öyle ya dünyanın en geniş köprüsünü yapmak kolay değil!.. İyi de yağma ve talanın, yıkımın ve yok etmenin bir başarı sayılmasının sırrı nedir? Bu nasıl mümkün oluyor? İşte asıl mesele bu… Tüm bu yıkımlar, yok etmeler, kirletmeler, yağma ve talan ilerleme, kalkınma, büyüme, vb. adına yapılıyor. İyi de büyüyen ne pahasına, nasıl büyüyor? O büyüme kimin için ne anlama geliyor? İnsanlar neden sadece yapılanı görüyor da yıkılanı görmek istemiyor? Gerçekten kalkınma denilen nedir? Kapitalizm dahilinde “kalkınma” diye bir şey mümkün müdür? Sermayenin büyümesi neden kalkınma sayılsın? Veya “kalkınma” kelimesi neyi gizliyor? Her yıkımdan sonra insanlar durumlarının iyileşeceğini sanıyorlar? İyi de, birilerinin kâr etme kaygısı sizin refahınız ve doğanın korunması gereğiyle bağdaşır mı? Artık birilerinin bu kepazeliği teşhir etmesi gerekiyor. Daha geç olmadan şeyleri adıyla çağırabilen birileri sahaya çıkmalı, yalana, ikiyüzlülüğe ve sinizme son vermeli.