Emperyalist saflarda oluşan çatlaklar ve yükselen rekabet – Hayri Kozanoğlu

2210

ABD emperyalizminin küresel egemenliği çatırdıyor. Ortadoğu’dan Asya’ya, “güvendiği dağlara kar yağıyor”, en sadık müttefiklerini bile stratejilerine ikna etmekte zorlanıyor. Hegemonyasının sarsılması, emperyalist saflarda da çatlaklar yaratıyor; özellikle Avrupa’dan bir isyan dalgası yükseliyor. ABD’nin jeopolitik hamleleri, yerli silah tekellerinin yüzünü güldürse, kasalarını doldursa da; hem bütçeye getirdiği yükler, hem de yoksul ailelerin çocuklarına yaşattığı acılar nedeniyle geniş kitlelerin tepkisine neden oluyor. Trump’ın “tecritçi” diye damgalanan politikaları, popülist bir dille bu yaraya parmak bastığı için halktan destek buluyor. Aynı şekilde, çoğu ABD merkezli çokuluslu şirketlerin küresel tedarik zincirleri aracılığıyla üretimi emeğin en ucuz seyrettiği coğrafyalara kaydırmaları, vergileri mevzuatın en elverişli olduğu merkezlere yönlendirmeleri kârlarını kabartırken, tekelleşme eğilimlerini güçlendiriyor. Yaşam standartları ve istihdam olanakları bu politikalardan zarar gören emekçi kesimler de haliyle küreselleşmeye memnuniyetsizliklerini serbest ticaret anlaşmalarına tepkiyle ifade ediyorlar.

Henüz emperyalist saflarda bir dağılmadan söz etmek güç, ABD-AB bilek güreşlerinden yola çıkarak, emperyalistler arası rekabetin öne çıktığı “klasik emperyalizmin” geri döndüğünü iddia etmek de yine abartı sayılabilir. Ne var ki, tüm alametler ABD açısından işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor. İsterseniz, bölge bölge gelişmelere bir göz atalım, kesin yargılara varmayı, sınıf mücadelelerinin seyrine de bakarak zamana bırakalım.

Ortadoğu’da ABD otoritesi sarsılıyor 

Bilindiği gibi, George W. Bush dönemi neocon akıl hocalarının tasarımları doğrultusunda Afganistan ve Irak işgalleriyle başlamıştı. Afganistan’da Taliban’ı sahadan silmek bir yana uzlaşma yapma zorunda kalındı. Bir hiç uğruna milyarlarca dolar harcanmış, nice yaşam kaybedilmiş oldu. ABD Irak’ta ise asayişi sağlayabilmek için çareyi İran birliklerinin himmetine sığınmakta buldu. Libya çıkartması da, katledilen büyükelçi bir yana tam bir fiyaskoyla sonuçlandı; ülke asayişin, haliyle güvenliğin bulunmadığı “başarısız devlet” konumuna sürüklendi.

Suriye’ye gelince, Beşar Esad’ı devirmek bir yana, Washington kendi beslediği, eğitip-donattığı Özgür Suriye Ordusu’na bile söz geçiremiyor. Yine kendi silahlandırdığı, eğittiği, “danışmanlarla” taktik verdiği PYD de artık ABD’ye güvenmiyor, Ankara’nın safına geçtiğini, Kürt davasını bir kere daha sattığını düşünüyor. Türkiye’de ise asayişi sağlamakla, 15 Temmuz’un arkasında ABD’nin bulunduğunu açıkça beyan eden Süleyman Soylu görevlendirilmiş bulunuyor. İsrail’in bile son zamanlarda, açıklanan 38 milyar dolarlık yardım paketine rağmen Washington’u kıyasıya eleştirirken Rusya’yla flört ettiğini hatırlarsak, ABD’nin Ortadoğu’da itibarının ne denli zedelendiğini daha iyi anlarız.

Pasifik Cephesi’nde de işler yolunda gitmiyor 

Seçilmesinin hemen ardından, 2009’da Asya ziyaretinde Obama kendini “Amerika’nın ilk Pasifik Başkanı” sıfatıyla tanıtmıştı. 2011’de ise Çin’in yükselişine set çekmek amacıyla ABD yönetimi Asya’yı eksenine alan “Asia pivot” stratejisini açıkladı. Buna göre diplomatik dille 11 Asya ülkesiyle özel ilişkiler geliştirilerek, özcesi bu devletler kışkırtılarak Çin kuşatılacaktı.

Geçtiğimiz haftalarda Çin’in Hangzu kentinde düzenlenen G-20 Zirvesi, bu bölgede de işlerin yolunda gitmediğini ayan beyan gösterdi. Tabiri caizse, başkanlığının son demlerinde Asya’da Obama’nın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi. Önce havaalanında itibarını rencide eden bir biçimde karşılandı. Arkasından Laosta’ki Asean zirvesinden, nezaket düzeyiyle RTE’ye rahmet okutan Filipinler’in yeni devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin anasını hedef alan galiz küfrüne hedef oldu.

Kamboça ile Çin yakınlaşması bir yana, ABD’nin eski sömürgesi Filipinler’in bile Duterte ile birlikte saf değiştirmesi gündeme geldi. Filipinler lideri Amerikan güçlerinin ülkenin güneyindeki Mindanao Adası’nı terk etmesini isterken, Güney Çin Denizi’ndeki ortak tatbikatları da sonlandırdı. Artık silahlarını ABD yerine Çin ve Rusya’dan alacağını ilan etti. Mayıs 2014’teki askeri darbe sonrası Washington ile ilişkileri soğuyan Tayland ise, “Beijing Uzlaşması” ilkesi çerçevesinde ülkelerin iç işlerine karışmamayı benimseyen Çin’den 1 milyar dolara üç denizaltı sipariş ettiğini duyurdu.

İmzalanan ancak onaylanmayan, 11 Asya, Latin Amerika ve Okyanusya ülkesini kapsayan Trans Pasifik Ortaklık Anlaşması da (TPP) iyice tavsamış görünüyor; durumun ticaret cephesinde de parlak olmadığını gösteriyor.

AB de artık kazan kaldırıyor 

ABD’nin, “kolektif emperyalizm” çatısı altında en önemli müttefiki AB ile de hem askeri, hem de ekonomik alanda çelişkilerinin derinleştiği gözleniyor. Temmuz başındaki Varşova NATO zirvesinde emperyalistler arası çatlak net biçimde ortaya çıktı. Pentagon’un planı, Rusya’yı tecrit operasyonunda Almanya ve Fransa’nın daha aktif rol almasıydı. Hâlbuki Rusya’ya uygulanan ekonomik ambargondan ekonomileri olumsuz etkilenen, doğalgaz alımları tehlikeye giren bu ülkelerin “Soğuk Savaş” dönemini bir kez daha yaşamaya niyetleri yoktu. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, Rusya’nın Fransa için ne düşman, ne de tehdit sayılabileceğini vurgularken; Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier ise, “NATO’nun kılıç şakırdatmasının âlemi olmadığını” belirtti. Nitekim Soğuk Savaş sonrası, NATO tarafından düzenlenen en büyük tatbikat Anakonda’ya Almanya ancak sembolik kuvvetlerle destek verdi.

Öteden beri Almanya ve Fransa AB’nin askeri bir boyut da kazanmasından yanalardı. Buna karşılık Britanya, çoğu zaman ABD’nin Truva Atı algısı eşliğinde bu çabaları hep baltalamıştı. Brexit ile Londra’nın aradan çekilmesi şimdi Paris ve Berlin’in elini rahatlatmış görünüyor. Sınır güvenliğinin sağlanması ve terör karşısında ortak savunma pozisyonu alınması gerekçesiyle pazarlanan AB’yi militarize etme hülyalarının, emekçi sınıflar açısından hayra alamet sayılamayacağı ortada. Ama ABD ile AB arasında ciddi bir restleşme boyutu taşıdığı da ayrı bir gerçek.

ABD ile AB arasında ekonomik entegrasyonun pekiştirilmesinin, neoliberal zihniyetin iyice kurumsallaşmasının sembolü, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ydı (TTIP). Görüşmeler resmen sonlandırılmış olmasa da, ABD’de başkan adayları Bernie Sanders ve Donald Trump bu girişime baştan beri keskin biçimde tavır almışlardı. Pabucu pahalı gören Hillary Clinton da desteğini çekince, TTIP sahipsiz kaldı. Almanya ve Fransa’da bu anlaşmayı sert biçimde mahkûm eden aşırı sağ partiler, AfD ve Ulusal Cephe’nin bu tema üzerinden puan toplaması, ana akım partilerin de artık TTIP’in arkasında durmaması sonucunu getirdi. Hafta sonu Almanya, Fransa ve Finlandiya’nın çeşitli kentlerinde düzenlenen TTIP karşıtı gösteriler de, halkın, sendikaların ve sosyal hareketlerin anlaşmaya tepkilerinin göstergesiydi.

Çatışma şirketler üzerinden de yürüyor 

Son haftalardaki algı, yeni anlaşmalar şöyle dursun Washington ile Brüksel arasında ekonomik bir savaş için silahların çekildiği yönündeydi. Aslında ilk kurşunun ABD tarafından geçtiğimiz yıl Volkswagen’e 15 milyar dolar civarında ceza kesilmesiyle atıldığı söylenebilir. Derken AB Komisyonu, vergi kaçırdığını kanıtlayarak Apple’ın önüne 13 milyar avroluk bir fatura koydu. Hemen arkasından Washington’un Almanya’nın en büyük bankası Deutsche Bank’a yönelik 14 milyar dolarlık hamlesi geldi.

Sadece Apple değil Google, Facebook, Microsoft, Pfizer gibi dev Amerikan şirketlerinin İrlanda’nın aşırı gevşek vergi düzenlemelerini suiistimal edip, servetlerine servet kattığı biliniyor. Avrupa bankalarının da gerçekten, başvurdukları manipülasyonlarla 2008’de patlak veren ABD merkezli krizde veballeri bulunduğu açık. Kısaca çok uluslu şirketlerin zaten kendi çıkarlarına göre düzenlenmiş neoliberal tasarımın kurallarını bile hiçe saydıkları ayan beyan ortaya çıkıyor. Hem geniş kitle tepkisi, hem de kapitalist kriz arkası gelen durgunluğa bir türlü çözüm üretememeleri, emperyalist merkezlerin okları birbirlerine yöneltmelerine yol açıyor.

Geçtiğimiz hafta sonu en sıkı küreselleşme yanlısı yayın organlarından The Economist dergisi bir “şirketler özel eki” yayımladı. Metin farklı bir jargon kullansa da aslında dünyanın en pahalı şirketleri sıralamalarında ilk sıraları paylaşan enformasyon devleri Apple, Google, Misrosoft, Amazon, Facebook gibi markaların nasıl tekelleştiklerini, rakiplerini aradan çıkarmak için olmadık cambazlıklara başvurduklarını teşhir ediyor.

Şu cümleler aynen o raporda yer alıyor:

“Birçok modern süperstar şirket paralarını deniz aşırı kaçak mekânlara park ediyor ve vergi faturalarını aşağı çekmek için hatırı sayılır çabalar harcıyor. Süperstar şirketler hükümetleri kandırarak en düşük vergiler ödemek de dahil yaptıkları her işte mükemmeli arama eğilimindeler.” (The Economist 17-23 Eylül 2015)

Obama Mayıs 2015’te Nike’ın merkezinde yaptığı konuşmada,

“Ekonomimiz bu küresel güce sahip olduğu müddetçe, ABD’nin küresel ekonominin kurallarını yazacağından emin olmalıyız. Eğer dünya ticaretinin kurallarını biz yazmazsak, Çin’in yazacağı zamanlar gelir” demişti.

Görülen o ki, emperyalist merkezlerdeki bu zeminin altlarından kaydığı korkusu, kendi aralarında şiddetli çatışmalar yaratma potansiyeli taşıyor. Şimdilik geçici bir uzlaşma olup olmayacağını görmek için de ekim ayındaki olağan IMF-DB toplantısını beklemek gerekiyor…