Öncelikle, modern kapitalist dünyada, kent ve kır arasındaki uçurumun derinleştiği, modern kent yaşamının son derece tüketim odaklı olarak şekillendiği; üretimkavramının yalnızca meta üretimine indirgendiği; bu açıdan da üretici ve tüketici gibi esasında son derece “uçucu” olan ikiliklerin hayatın akışını son derece güçlü bir şekilde belirlediği gündelik hayatta, insanın kendi özgür koşullarını belirlemesi olarak düşünülebilecek “egemenlik” kavramını bir örgütlenme kavramı olarak ele almamız gerekiyor. Bu kavram aynı zamanda son dönemde daha fazlasıyla tartışılan “özerklik” ve geçmişten günümüze taşınan “bağımsızlık” kavramlarıyla da son derece içli dışlı olarak düşünülebilir.
Egemenlik, bir toplumun kendi kendisini örgütleme, kendi kendisi üzerindeki ilişkileri belirleme gücü olarak düşünülebilir. Bu açıdan egemenlik, bütünlüklü toplumsal ilişkiler üzerinde uygulanan güç, bu ilişkilerin üretilmesindeki özerklik derecesi, bu ilişkilerin belirli koşul ve zorlardan bağımsızlaşma imkanı olarak karşımıza çıkar. Yani egemenlik, bir toplumsal zorun, toplumun kendisi için ve kendisi tarafından uygulanabilme kapasitesi olarak düşünülebilmektedir.
Kısaca üretim kavramının imlediği toplumsal ilişkiler bütününe baktığımızda, esasında hayatın kendisinin koskocaman bir maddi üretim ağı olduğunu görebiliriz. Bugün dünyada kendi başına üretici olmayan bir faaliyet ya yok olmaya ya da üretici kılınmaya mahkumdur. Çünkü esas olarak üretim, salt bir meta üretimi faaliyeti olmaktan ziyade, metaların da üretimini kapsayan, ancak bütünlüklü toplumsal ilişkilerin, norm ve değerlerin, maddi koşul ve çıkarların üretimi ve yeniden üretimi olarak düşünülmelidir. Bu açıdan da üretim faaliyetinin kendisi, “bir toplumsal ilişkiler bütünü üretmek” olarak kavranmalı ve üretici faaliyetin kendisi de bu ilişkiler bütününün üretimi olarak değerlendirilmelidir.
Gıda, en başından üreticiler ve tüketiciler olarak bir ayrım konulsa dahi herkesin bir şekilde tükettiği; ve aynı zamanda herkesin tercih ettiği veya zorunlu kaldığı tüketim davranışı bağlamında gıda sistemini ürettiği (veya üretilmesine dahil olduğu) bir meta olarak düşünülebilir. Bunu söylediğimiz anda, esas olarak gıdanın bir meta olmanın çok daha ötesinde, kocaman bir toplumsal ilişkiler sistemini imlediği ortaya çıkar. Gıdanın üretilme döngüsü, büyük bir toplumsal ilişkiler döngüsünün resmini çizer: gıdanın üretildiği toprak kime aittir? Bu toprakta kimler, hangi üretim ilişkileri çerçevesinde çalışır? Hangi tür tohum, hangi üretim ilişkileri sonucunda, nasıl kullanılır? Bu üretimi çevreleyen sosyal, kültürel, ekonomik ilişkiler nasıl şekillenir? Gıda üretiminin mekanı nasıl kurulur ve hangi toplumsal dinamikler tarafından belirlenir? Tohumdan sofraya giden süreçte hangi işlemler hangi prensiplere bağlı olarak uygulanır? Gıda, tüketim aşamasına gelene kadar hangi toplumsal ilişkilerden geçer, hangi toplumsal ilişkiler tüketim sürecinin örgütlenmesini mümkün kılar?
Bu sorular, sayısız başka soruları da tetikleme özelliğine sahiptir. Bu açıdan, esas olarak “gıda” meselesi, kocaman bir toplumsal ilişkiler bütününün bir resmini çıkarmak için kullanışlı bir başlangıç noktası olabilir; çünkü, içinde bulunduğumuz dünya, büyük bir gıda krizi içerisinde, gıdanın üretim koşullarına bağlı olarak şekillenen büyük toplumsal ilişkilerin kurucu dinamikleri çerçevesinde şekillenmektedir. Aynı zamanda gıda, insanların temel/esas/öncelikli ihtiyaçlarının başında gelmektedir.
Bu koşullar bağlamında “gıda”, bir egemenlik alanı olarak esasında bir toplumsal sistemi ifade eder. Gıdanın üretimini koşullayan toplumsal ilişkiler, bütünlüklü ilişkilerdir, yaşam formlarıdır, emeğin biçimini ve özgürlüğünü ifade eden bir mücadele alanıdır. Bu açıdan gıda üzerinde egemenlik, bir örgütlenme mücadelesidir ve gıda egemenliği bir örgütlenme kavramı olarak çalışmaktadır.
Bugün, bu bütünlüklü üretim ve tüketim ilişkilerini çevreleyen gıda sistemi, farklı dinamikleri kapsayan farklı sistemlerin bir çatışma alanı olarak karşımızda durmaktadır. Kapitalist/endüstriyel gıda sistemi, üretimden tüketime, üretim mekanından tüketim mekanına, üretim ilişkilerinden tüketim ilişkilerine gıda sistemini bir rant, sömürü ve tüketim ilişkisi olarak örgütlemekte, gıda egemenliğini şirket egemenliği olarak uygulamakta, sağlıklı gıda üretiminin adil koşullarını ortadan kaldırmakta, gıdayı bir meta olarak örgütlemektedir.
Endüstriyel gıda sistemi karşısında ise, gıda egemenliği bir halk egemenliği olarak tesis etmeyi amaçlayan, hakiki, sağlıklı, besleyici gıda üretiminin adil ve özgür koşullarda gerçekleşmesi ve bunun bir sistem olarak üretici ile tüketici arasındaki ilişkide de örgütlenmesi perspektifiyle hareket eden, agroekoloji (ekolojik tarım), aracısız dağıtım, kır-kent ilişkilerinde bütünlüklü bir dönüşümü hedefleyenhalkların gıda egemenliği mücadelesi yer almaktadır. Dünya çapında köylülerin, çiftçilerin, kır işçilerinin, topraksızların, yerli halkların, göçerlerin, kent işçilerinin, işsizlerin, gençlerin, vb. parçası olduğu ve büyük bir kooperasyon ve kolektivite ile icra edilen bu sistem, kendisini geliştirmek ve örgütlemek; toplumun yeniden kuruluşu için hakiki bir alternatif olarak belirmek zorundadır. Gıdanın ve yaşamın özgürleşmesi için bundan başka bir şansımız bulunmuyor.