Kıbrıs görüşmeleri konusunda bu hafta tekrar yazmaya karar verdim. Çünkü önsezilerim pek de olumlu değil. Haftalar önce Yeni Kıbrıs Partisi de yaptığı bir bildiride şunları söylüyordu:
“Açıklamalardan anlaşılan odur ki görüşmelerde esaslı konularda uzlaşma olmadı. Uzlaşma bazı konuların detaylarında olsa da, hakkında yalnızca genel değerlendirme yapabildikleri garantiler, toprak (yönetim bölgeleri) ve güvenlik konularında bol kırmızıçizgileri vardır. Bunları da açıkladılar ve toplantıya giderken kırmızıçizgi koymama anlaşmasını da çiğnediler”(Yeniçağ, 2016, Pazar-Facebook).
Aslında ta başından beri her iki toplum lideri de olumlu mesajlar vermeye başladılar ama aradan geçen yaklaşık iki yıllık süreç içinde birşeylerin tıkandığı belliydi. Daha sonraları bunun daha fazla toprak ve Garantiler üzerinde olduğu belli oldu. Bu iki konunun at başı gideceği de belliydi aslında çünkü bu tip konuların çok geçmiş zamanlardan beri tartışıldığı da bir gerçekti. Şimdi bir ülkede her iki toplumun da dinamik güçleri zayıfsa ve hareket halinde değil de sadece elitlerin olayı dış dinamikler yardımıyla çözmelerini bekliyorlarsa, elbette gelinecek sonuç daha farklı olamazdı. Peki ama dinamik güçler niye zayıftı ve bunlar niye kendi ulusal sorunlarının çözülmesinde başarısızdılar? Bu konunun hem kendi açılarından ideolojik yanları vardı hem de adada dinamik güçlerin gelişmeleri için devamlı balyoz siyaseti takip edilmişti. Hangi liderlik Güney dahil, kendinden bağımsız bir Kıbrıs siyaseti üretilmesine izin vermişti ki? Sol’un kendisinin bile ulusal sorunu, ulusalcı açıdan görerek çözmeye çalışması elbette iki toplum çalışanları açısından bölünme getirecekti ve o sol dinamizmi de pasifleştirecekti. AKEL’in geldiği veya Kıbrıs’taki çalışan kesimleri getirdiği sonuç buydu. Enosis ideali bölecekti ve bölmüştü çalışan kesimi. Peki ama 1974 sonrası Kıbrıslıtürk muadilleri ne yapmıştı? Örneğin “KKTC” devlet olgusunu sınıfsal tahliller yaparak çözememiş ve gelinen noktada KKTC’yi veya statükoya boyun eğerek kabul eder durumuna gelmişti genelde sol partiler. Bu konuda da Türkiye’deki militarizme korku bile saramamışlardı. 1981 yılını aradan çıkarmak istiyorum, çünkü o yıl gerçekten TKP hiç de sahip olamayacağı bir tılsımla Türkiye’deki militer darbeci gücün hiddetini de tepkisini de üzerine çekmişti. Niye mi? Çünkü Türkiye’de faaliyet gösteren iki fraksiyon Dev-Yol ve Kurtuluş fraksiyonlarından beslenen Halk-Der, Kıbrıs’ta , 12 Eylül Darbesi sonrası TKP içine girmiş ve Türkiye’de 1980 Darbesi sonrasında bütün sol ezilirken, o parti içinde hareket ederek, partiye de 28 Haziran 1981 seçimlerinde bir dinamizmle birlikte oy kazandırmıştı. Pek tabi ki Türkiye 12 Eylül rejimi bu fraksiyonlardan korktuğu için seçimler sonrasında TKP’nin patlayan oy durumundandan telaş içine girmiş ve hemen onca müdahaleye rağmen yıkamadığı bu dinamizmi, darbe yaparak,müdahale ederek, yıkma yolunu denemeye başlamıştı. Komutanlar devrimcileri toplamak için adaya Boeing uçağı ile inmişlerdi.
Ne varki halk-Der’in varlığı TKP’nin içindeki eski TMT’cileri ve de sağ demokratları da telaşlandırmış ve ikide birde parti içinde KKTC (!) aleyhtarlığı ve resmi ideolojiye karşı bayrak kaldıran bu hareketin mensuplarını partiden atmaya karar vermişlerdi. Hükümet olmak için bu hareketin mensuplarının partiden temzilenmesi şarttı. Niheyet emellerine gerek Sayın Durduran’ı ve gerekse Halk-Der’lileri partiden temizleyerek nail oldular ama aslında toplum böyle devrimci bir hareketin pasifleştirilmesi ve de temizlenmesiyle darbe yiyecekti. KÖGEF veya İGD benzeri DGD gibi hareketlerin bir oranda telaş uyandıracak bir durumları yoktu. İlkin mırın kırın edenler, daha sonra kafayı büküp çoktan egemenlerin komutası altına gireceklerdi. Statükonun dümen suyuna girenlerin de rejimden kaynaklanan saldırı görmesi artık mümkün değildi. Oysa sol demek mevcut statükoyu veya rejimi rahatsız etmek ve de yıkmaya çalışmak değil miydi bir başka ifadeyle? 1980 sonrası CTP sürecini izleyecek olanlar bu süreci parti poliltikalarından ve de post modernist yansımalarından ve de gelinen noktalardan itibaren anlayabilirler.
42 yıllık süreçten sonra genelde sol sempatizanı Kıbrıslıtürkleri mecliste temsil eden partilerin TDP ve CTP olsun, şu anda geldikleri noktada meclis pasifizmi ve de toplumlararası görüşmelerde birkaç elit mensubunun da katılmasıyla arkada dinamikleri de harekete geçirmeden, dış dinamikler yardımıyla dışta veya içte sürdürdükleri görüşmeler ne alemde? Dünkü TC dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun verdiği demecin derinliğinde tehdit unsuru sezmiyorsanız veya Sayın Akıncı’nın artık bu son süreçtir cinsinden derinden gelen kötümserlik kokan yaklaşımları veya demeçlerini algılayamıyorsanız, bana göre Kıbrıs sorunundaki YKP’nin koyduğu teşhisi anlayamamış ve gerçeği algılayamamışsınızdır.Bana göre Sayın Akıncı da YKP’nin teşhisini bir şekilde onaylamaktadır:
“Cumhurbaşkanı Akıncı, “Bu kadar zamandır olmayan bir durumdur. Dolayısıyla sadece bu unsur bile, yani bu konunun tabu olmaktan çıkıp tüm tarafları tatmin edebilecek şekilde konuşulması bile, elbette umut verici bir gelişmedir. Ancak halen gelişim içindedir süreç onun için olumludur her şeyiyle noktalanmıştır denecek bir noktada değiliz” ifadelerini kullandı”(25 Eylül 2016-Gazetecom).
Bana göre TC dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun New York’ta ortaya koyduğu görüş ise resmen ulusalcı bir çerçevede düşünen ve bugün sağ cepheyi kapsayan Disi partisi mensubu olan Anastasiades ve destekçileri partileri, redci cepheye daha da itecek ve açık açık Güney’de Kıbrıslırum toplumunun tepkisini çekecek bir açıklamadır.Tabi ki onların olumsuzluklarını ve de başından beri konjoktürü okuyamamalarındaki yanlışları da tırnak içine alıyorum.Buradaki ince tehdit algısını sezmemek de olmaz:
“Havadis: Çözüm sürecinde sürekli olarak 2016 vurgusu yapılıyor. 2016 yılı içinde çözüm olmazsa ne olur?
Çavuşoğlu: Bu konu ilanihaye müzakere edilecek değil. Ortada bir sorun var ve bunun çözülmesi gerekiyor, bu de-facto durumun aşılması gerekiyor. Bunun için daha önce ortaya konan çabalar başarısız oldu. Ama biz artık bu sefer başarısız olmasını istemiyoruz. Bu konu daha kaç sene müzakere edilecek? Çözümün parametreleri belli. 11 Şubat 2014’te zaten iki taraf da bunu kabul etti. Bu çerçevede konuşulacak. Gerçekçiyiz, zor konular da var; toprak, mülkiyet meseleleri, güvenlik ve garanti meseleleri var. Bunlar kolay meseleler değil. Ama biz diyoruz ki, ‘bunu artık savsaklamayalım, ertelemeyelim.’ Akıncı ve KKTC’nin tutumu da bu. Yani, olacaksa olsun, olmayacaksa da oyalamanın bir anlamı yok. Ama biz olsun istiyoruz. O yüzden destek veriyoruz. O yüzden 2004’te de destek verdik, şimdi de destek veriyoruz. Olumsuz düşünmek istemiyoruz. Ama bir gerçek var ki, bu artık çözüm için son müzakere şansı. Bunu BM de söylüyor, herkes söylüyor. Yani bu bizim bir blöfümüz, veya bir tehdit değil. Herkes ömür boyu bununla uğraşacak değil. Ondan sonra başka çözüm arayışları olur”(Havadis,25 Ocak 2016-Facebook).
Kendi dinamiklerini yaratamayıp yanlış tahliller veya ulusalcı emellerle hareket edip , dinamik unsurları birleştirme yerine devamlı bölüp parçalayan Kıbrıs gibi bir ülkede, elbette esas dinamik unsurlar seyirci kalırken, egemenler ve elitlerin geleceği sonuç çözümsüzlükler batağı olur. Kendi çözümlerini yaratamayanlar da hep bölünmüş kalırlar. Ülkemizin durumu da bu…