Murat Kanatlı’nın, garantilerle ilgili yapmış olduğu açıklamayı yerinde buluyorum. Güvenliğin, önceden verilecek garanti ile hayat bulacağı görüşü, bana göre de ayakları yere basan bir görüş değildir.
Şunları eklemek isterim:
Hiçbir garanti sistemi, sizin yüzde yüz güvenliğinizi sağlayamaz. Amerika da gelse sağlayamaz. Düşmanlıklara, ırkçılığa, şovenizme, insanın insana zulüm etmesine, senin kendi doğal refleksin yoksa, üzgünüm. Hiçbir dış tevessül, senin yaşam garantini sağlayamaz. Zaten, böyle bir kesinlik arzusunda bulunmak, oldukça şımarık, seviyesiz bir tavır görüntüsü vermektedir.
Görüşmecileri, tarafları, devletleri veya organizasyon güçlerini etkilemek bağlamında söylemiyorum. Muhatabım, bizim mahallelerimiz ve kitle örgütlerimiz.
Mahalle ve kitle örgütlerimiz, dünyanın kötülük senaryolarının bizleri alt etmelerini arzu etmiyorlarsa, dünyadaki mağdurların gözyaşlarından üzüntü duymalı ve hiç vakit kaybetmeden ve süratle, bizim güvenliğimizin onlarla birlikte olabileceğini dile getirmelidir. Hiç ara vermeden haykırmalıdır. Anlaşma olmuş veya olmamış, üzüntü yaratacak gelişmelerin hiç yakınımızda olmayacağının da garantisi yok.
Adada yaşayan, Rum olsun Türk olsun, ya da ne isterse olsun. Aynı dertle dertlenmeli ve ara vermeden ve ister ‘anlaşma’ olsun, isterse de olmasın, sürekliliği olacak bir kavgaya girmelidirler.
Savaşa karşı, silahlanmaya, nükleere karşı, göçlere karşı, işkenceye, dünyanın öbür ucundaki sömürüye karşı, diğer acı çeken halkların ezilmişliklerine, sermaye güçlerinin dünyaya ve faiz çetelerinin ülkelerimize egemen olmalarına karşı…
Halklarımız, hiç tereddüt etmesin: Bu güçler, peşimizi bırakmayacak. Rahat vermeyecek. Bu gün, hangi halktan isterse olsun, insanlar kendilerini görece refah veya güvenlik duvarları ile korunuyor zannedebilirler. Fakat yarınları garanti altındadır hissiyatına kapılmamalıdırlar.
Adadaki tüm kesimler, kendi dünya barışları için varlık göstermelidirler. Bir anlaşma ile adada biraz daha engelsiz yaşamanın fırsatlarını yaratmaya çalışmalıdırlar. Bundan geri durulmamalı. Hiç şüphesiz, bizler bunun tadına varırken, dünya daha kötüye gitmeye devam edecek.
Tek şansımız var. Yakalarız ya da yakalayamayız…
Şuna da katılmıyorum:
Yeni kurulacak Federal Devlet, eğer iyi düşünülerek organize edilir, çatışmacı kesimlerin hareket alanları, yasal olarak kısıtlanırsa, yaygınlaşmaları dizginlenebilir…
Bence, bu biraz sorunu organizatör sorununa indirgemek gibi duruyor ve ben itibar etmiyorum…
Aslında, lafı dolandırıp duruyorum ya. Söylemeye çalıştığım şu:
Kıbrıs’ta savaş ve düşmanlıkların yerine, iki tarafın, liderlikleri ve garantörlerle uluslar arası iyi niyetlilerin anlaşmalarını koyamazsınız. Koyamıyorsunuz da nitekim. Yani, bilimsel olarak, böyle bir denge kuramıyorsunuz. Eğer Kıbrıs’taki kavga sebebi iki yerli unsur olsaydı, böylesi bir denge unsurunu oluşturabilmek, mümkün olabilirdi. Fakat herkesin her zaman dillendire geldiği gibi, sorunun ‘jeopolitik’ ve bölge ile beraber gelişen bir süreç oluşu, çerçevemizi genişletmek zorunluluğu yaratıyor.
Örnek:
Tarih boyunca, Ortadoğu zulümlerinin gerçekleşmelerinde Kıbrıs’ın, yani hepimizin duruşlarımızın ve diğer ülkelerdeki halkaların duruşları ile de muhakkak ilgisi olsa gerek. Fakat, bakın Suriye krizi yaşanmaya başlandığında insanlar göç yollarına düştüler. Diğer ülkelere ve yoğunlukla Türkiye’ye de yönlendiler. Çaresiz kaldılar. Şundan dolayı, bundan dolayı. Dediğimiz gibi, diğer toplumlar gibi, biz de sorumluyuz. Tesellimizse, sorunun bizden uzak olması!
Nitekim bir kısım göçen insan da Kıbrıs’a yöneldi. Utanarak söyleyeyim, çevremde gördüğüm çoğu tepkiler, gelenleri aşağılamaktan ibaretti. ‘Bir bunlar eksikti’ gibisinden ifade edilen yorumlarla…
Tekrar ediyorum. Kıbrıs’taki savaş ve düşmanlıklara karşı oluşturulacak denge unsuru, kökeni ne olursa olsun, hep birlikte başka halkların ezilmesine karşı durmaktan geçer. Bizim kendi aramızda bitmek tükenmek bilmeyen, ‘dünyanın en büyük problemi’, bizim üzerimizden zulmedilen halkların feryatlarını hissedebilmemize perde niteliğindedir…
Öyle bir perde ki, yüz yıla yakın dağlarımızı zehirle yıkayıp, doğal kaynaklarımızı aldılar. Emeklerimizi sömürdüler. Zehirlerini, sahillerdeki yeşilleşen toprak havuzlarda bu güne kadar miras bıraktılar. Ve bizler, bırakın üzerimizden başkalarına yapılan zulümleri, hayatımız boyunca, zehirle yıkandığımızı bile göremedik. Bir isyan edemedik…