1974 sonrası şartlarla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta kurulan düzen ve sistem elbette birbirine bağlıydı. Kuzey Kıbrıs’ta da para olarak “TL” kulanılması elbette Kuzey Kıbrıs ekonomisini etkileyecek, Türkiye’deki ekonomik sorunların aynısı hatta bırakın aynısını, daha da fazlası, Kuzey Kıbrıs’a da yansıyacaktı. 1974 olaylarıyla Kuzey Kıbrıs’ta boş bırakılan Kıbrıslırum bahçelerini ve topraklarını doldurmak için her yıl ta 90’lara kadar nüfus da taşınacaktı. İnsanlarla bir kavgamız yok. Emekçi insanları kendi kardeşlerimizden ayrı tutmuyoruz ama burada gösterilmeye çalışılan asıl nokta, insanların, devletlerin uzun dönemli gayeleri için araç olarak kullanılmalarıdır. Kıbrıs’taki olaylardan dolayı Kıbrıslıtürkler de maalesef 1974 yılına kadar kullanılmışlardır. Muhakkak Yunanistan ve super güçler de kullanmışlardır buradaki insanları. Zaten halklar kullanılmasaydı bu duruma gelmezdi Kıbrıs sorunu. 1974 sonrası ise Kıbrıslıtürk nüfusun içindeki sol kıpırdanmalar, TC egemenlerini rahatsız ederek iç siyasal dengelerde, dolayısıyla dıştaki siyasal gelişmelerde, rizke girmemek için buraya Türkiye’den nüfus taşınmaya başlanmıştır. Devrin Kuzey Kıbrıs ve Türkiye yöneticileri bunu öngörmüşlerdi. Başından söyleyeyim elbette Türk politikalarında nüfus sayıları her zaman stratejik bir değer olarak görülmüştür ve Osmanlı da zamanında bu tip nüfuz hareketlerine girmişti ama 20. yy. içinde hala daha pek geleceği düşünmeden buna kalkışmak, aslında bir bakıma uluslararası hukuka da karşı eylemlerdi. Aslında dünyaya hakim olan kapitalist güçler hukuku da kullandılar. Kendilerini rahatsız etmeyecek bu tip bazı hareketlere pek de ses çıkarmadılar. İsrail’de buna benzer hareketler hala daha olmakta ama İsrail başta ABD’den bir destek almakta. Türkiye de 1974 olaylarından sonra aynı hareketi yaptı ve bir nüfuz bölgesi yarattı. Bu nüfuz alanında nüfusu da Kuzey Kıbrıs’taki kendine ses yükselten başta sol kesimlere karşı kullandı. Getirilen her TC’li göçmen vatandaş olduğu için oy vermesi de TC buyruklarına göre oldu. Örneğin Kuzey Kıbrıs’ta, ta başından Türkiye’nin resmi politikalarında olmayan ama aslında gizli ulusal bir ereği olan, taksim politikalarına karşı ses çıkaran kesimler pek oy kazanamadı. Çünkü 1980 sonrasında Türkiye, nüfus -nüfuz alanı yaratmada en doruk noktasına gelerek buradaki sağ partilere ve de güvendiği lidere bulunmaz geniş manevra alanları yarattı. Bu tip örgüt veya kişiler ses yükseltmelerine karşılık, 1996 yılında ve öncesinde, kontr gerilla eylemleriyle bombalanarak susturuldular. Kutlu Adalı olayı da Susurluk patlamadan önce bir cinayet olayı olarak kaldı, üstelik hiç aydınlanmadı. Faili bulunmayan her olayın ardında devlet vardır hukuk geçerliliği olmasına rağmen…
Konumuz insanlar değildir. Türkiyeli emekçilerse hiç değil. Sınıf kardeşimizdirler. Türkiye’deki verilen mücadeleler her zaman için tarafımızdan takip edilmiştir. Çoğu Kıbrıslıtürk’ün şu anda takip ettiği ve sempati duyduğu parti de Kürt emekçileriyle, Türkiye halkının bağrından çıkmış, CHP dışı kalan tüm farklılıkların birleştiği HDP’dir.1971 yılında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla, 1980 darbesi öncesi sol kesimler, içlerine bizzat Kıbrıslıtürk gençlerin de içine girip mücadele ettiği sol fraksiyonlar, elbette Kıbrıslıtürklerle Türkiye emekçilerinin kardeşliğinin bir yansımasıydı. TC’nin egemen kesimleri ve aşırı milliyetçi tutumları Kıbrıslıtürklerin beğenisini hiç kazanmadılar. Türkiye Devleti’nin 1974 sonrasında bilhassa 1980’le sertleşen yüzü, Kıbrıslıtürklerin hiç beğenisini kazanmadı ama TC devletinin maalesef Kıbrıs’taki uygulamaları, Kıbrıslıtürklerin çok aleyhlerine oldu. Çözümdeki gecikmeler, Kıbrıslıtürklerin emekçi kesimlerinin 1974 sonrası ekmek paraları için Londra veya Kanada ve Avustralya’ya göçetmesine sebep olan da direk veya indirek bu polititkalar olmuştur. 1975 yılında Türkiye’de oluşan MC (Milliyetçi Cephe) dönemleri de Kıbrıslıtürk çoğunluklarında beğeni bulmadı. Ama TC rejimi burada kendi ulusal menfaatleri için düzeni devamlı kılmaya ve 1974 olaylarında Kıbrıslırum mallarına el koymuş kesimleri desteklemeye başladı. 2000’li yıllarda Kıbrıs Cumhuriyeti artık AB’ye yönelmeye başlayınca, TC devleti de telaşlanmaya başladı. Bu değişim ona Kuzey Kıbrıs’ı veya elindeki bu kozu kaybettirmesin diye telaşlanıyordu. Kişisel veya örgütsel bazda Susurluk örgütlenmelerine benzeyen vesayet destekçisi yeraltı örgütlerini örgütlenmeye ve Kıbrıslıtürkleri tekrar baskı altına almaya başladı. Bu olaylar devam ederken bu sırada daha fazla liberal söylemlerle, sırf oradaki vesayetçi baskı rejiminin zayıflamasını hedefleyen AKP de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Vesayetçi rejimi zayıflatmak için AB yanlısı , biraz daha muhalif ve de özgürlük ister göründü ama yavaş yavaş eski baskıcı rejim zayıflamaya yüz tutarken, AKP de zaman içinde gerçek yüzünü göstermeye başladı. 12 Eylül anayasasını kullanma temayülleri belli oluyordu. Reform yapacağım diyordu ama onlar da yüzeyseldi. 2004 yılında Kıbrıs’ta çözüm ister göründü ama esas gayesinin o olmadığı, statükoyu devam olduğu resmen belli oldu. Buradaki statüko partilerini kullanmaya başladı ve kullandı. Annan Planı referandumu sonrasında Kıbrıslırum çoğunluklar hayır deyince, artık esas yüzünü baskıcı ve küstah bir şekilde ortaya koymaya başladı. Buradaki boynu bükük sol geçinen partiler de zaman içinde kırıldılar. Bu gerçekliklere rağmen son iki sene önceki seçimlerde de Türkiye faktörü, bu gerçekliğin yaşanmasına rağmen gene umutlar pompalanırken önemli rol oynadı; görülen o ki sonuç gene hüsranlara doğru yol almakta. Bir kere TC’nin nüfuz politikaları sonrası burada artık seçim yoluyla başa geçip çözüm isteyenler, kendi politikalarını uygulayamazlar, aksine daha ilk günden kayalara toslarlar. Sayın Akıncı’nın daha ilk günkü seçim konuşması sonrası olanlar hafızalardadır. Bir parmak çatlatmayla daha bir gecede seçimin kaderi değişebilir Kuzey Kıbrıs’ta. Çünkü TC nüfuz-nüfus yetkisiyle bunu her an için yapabilir. Kıbrıslıtürk partilerin bir şekilde meclis içinde sadece biblo oldukları bir gerçektir. Tahtaravalli sadece statükonun şartlarını kabul edenler için bir inip kalkar ve sonuç da aynıdır. Gelinen sonuçta da zevahiri bir beş veya on sene daha kurtaracak bir ılımlı partiye ihtiyaç duyulmaktadır ki bu da, ya koalisyon üyesi olarak veya ihtiyaca göre iktidar partisi olarak kurtuluş olarak sunulacaktır.
Recep Tayyip Erdoğan şimdilerde kendine güvenir bir eda ile hem kendi ülkesinde hem de dışta, ne demokratik ilkeleri, ne insan haklarını ne de başka değerleri gözönüne almadan freni patlamış bir araba gibi, Türkiye’ye her bakımdan zararlar vererek ilerlemekte. Suriye’deki kayıplar yanında, Türkiye’nin ekonomik kayıpları bunca umarsızlığa rağmen devam etmekte. Kuzey Kıbrıs’ta da günden güne duyulan ekonomik çöküş sesleri, Türkiye’de başkanlık sistemi için de bir savaşı öngörüyor. Enflasyon eskisini de aratmayacak bir şekilde ilerliyor. Daha önce uluslararası para yatırımcılarının güven duyarak yatırım yaptıkları Türkiye ekonomisi son hızla güven kaybetmekte ve Erdoğan’ı dizginlenemez bir şekilde çöküşe doğru gitmekte. İçte hem kendi insanıyla, dışta ise birçok ülke ile onulmaz ve gereksiz bir savaşa tutuşan Türkiye, her cephede darbe yemekte. Yenen her darbe ülkenin ekonomisine ve parasına da yansıyarak adeta hezimetler getirmekte. Ülke sadece ekonomide değil, siyasette de ezilmekte. Bu çöküşün Kuzey Kıbrıs ekonomisi üzerindeki etkisi daha da büyük olmakta.
Türkiye bu hezimetleri yaşarken, Kıbrıs görüşmeleri de bekleneni vermedi. Görüşmelerde olumlu bir sonuç bekleyenler Türkiye’nin dış politikadaki hatalarının da yansımasıyla Kıbrıs’ta bir hezimet daha yaşamakta. Kuzey Kıbrıs ekonomisi de Türkiye’ye bağımlı bir şekilde bilinmezlere ve sorunlara doğru yelken almakta.
Kuzey Kıbrıs 43 yıldır Türkiye siyaseti ve ekonomisine bağlı kalmanın en büyük sorunlarını yaşamakta… En doğrusu rasyonel bir partinin ortaya çıkıp Kıbrıs görüşmelerinden önce bu sorunları Türkiye ile görüşmesi. Bu sorunlar devam ederken ve Türkiye hezimet yaşarken, Kıbrıslıtürkler de hüstranlarına hüsran katacaklar. Bunun bilinmesi gerekmekte…