“Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir” denmiştir. Terör de ‘savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir’ veya ‘savaşın bir versiyonudur’ demekte bir sakınca yoktur. İnsanlar terörü ve teröristi görüyor da, terörün gerisindeki asıl aktörü/aktörleri, terörün neden ve ne amaçla peydahlandığını, kullanıldığını, pek merak etmiyor. Bu durum, egemen sınıfların ve burjuva devletin işini kolaylaştırıyor. Oysa, terörün gerisinde daima devletler vardır ve şimdilerde terör başlı başına bir endüstridir… Terör, ezilen/sömürülen sınıfların taleplerini püskürtme, devleti dizayn etme, insanları korkutma, sindirme, devlete bağlama amacıyla devreye sokulur. Gerçek durum böyle olsa da, insanlar ekseri terörün asıl yaratıcısı devleti/devletleri, ‘terörle mücadele eden’ olarak bilir… Devlet önce terörü peydahlar, sonra da onunla mücadele ettiğini söyler. Dolayısıyla, “terörle mücadele” söyleminin reel bir karşılığı yoktur… Mesela ABD’nin İŞİD’le mücadele ettiğini söylemek mümkün müdür? Bunun öyle olduğunu görmek için yakın tarihe bakmak yeterlidir. Tabii terörü lânetlemenin, kınamanın da reel bir karşılığı yoktur. Zira, terörü kim neden peydahlıyor, manipüle ediyor soruları sorulmadığı sürece, teröre karşı olduğunu söylemenin bir karşılığı olmaz. Netice itibariyle, asıl terör devlet terörü olduğuna göre!
Taliban, El Kaide, Boko Haram, İŞİD, El Nusra, daha onlarcası, doğrudan ve dolaylı olarak ABD ve NATO’cu ‘ortakları’ tarafından yaratıldılar, finanse edildiler, eğitildiler, silahlandırıldılar, ekonomik ve stratejik emperyalist çıkarlar hebasına sahaya sürüldüler. Şimdilerde başta Orta-Doğu denilen bölge olmak üzere, dünyanın bir çok yerindeki terörün arkasında emperyalist devletler var. Irak, Afganistan, Libya, Suriye, Somali, vb. bu hale neden geldi? Irak’ta 500 bin çocuk ölürken, ‘terör’ kelimesi insanların aklına geliyor muydu? Bundan büyük terör, bundan büyük vahşet, bundan büyük insanlık suçu olur muydu? XX. ve XXI’inci yüzyılda ABD’nin Hiroşima’da, Nagazaki’de, Güney Kore’de, Endonezya’da Vietnam’da, Afganistan’da Yugoslavya’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, vb. yaptıkları terörizm değil miydi? Amerikan emperyalistleri ve şürekası, en gerici, en bağnaz, en kanlı diktatörleri sistematik olarak desteklerken yapılan terör değil miydi? Endonezya’da Suharto, Filipinler’de Marcos, Sili’de Pinochet, Arjantin’de Videla, Kolombiya’da Urbie, Türkiye’de Kenan Evren, Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mubarek’i desteklemedi mi? ABD, dinci fanatikleri Mısır’da Nasır’a, Endonezya’da Sukorna’ya, Pakistan’da Butto’ya, Afganistan’da Necibullah’a karşı örgütleyip saldırtmadı mı?
Şimdilerde dinci terör sadece Orta-Doğu’yu hedef almıyor. Çin ve Rusya Federasyonu başta olmak üzere, diğer kapitalist güçleri de hedef alıyor. Zira, kapitalizm sıkışmış durumda, patinaj yapıyor, içine sürüklendiği “yapısal krizden” bir türlü kurtulamıyor. Ve ellerinde iki koz var: Terör ve parayı (finansı) manipüle etmek. Lâkin bunlardan bir şey çıkma şansı yok. Birincisi para değer yaratmaz ve ikincisi, terör, kaos, Balkanlaşma sadece sorunları erteleyebilir… Kapitalizm ilk yapısal krize 1871’de girdi. Kolonyalizm devreye sorularak bir genişleme (expansion) sağlandı. Ve 1900’lerin başında tekrar krize girdi ama artık dünyada kolonize edilecek “yer” kalmamıştı ve süreç emperyalist savaş ve yeniden yapılanma (reconsturuction) biçimini aldı. Üçüncü “yapısal kriz” birinciden tam 100 yıl sonra, 1971’de patlak verdi ve artık krizden çıkış imkânı yok. Birincisi, -kriz-kolonizasyon- genişleme; ikincisi, kriz-savaş- yeniden yapılanma şeklinde tezahür etmişti. Üçüncüsü de, kriz, terör/kaos/Balkanlaşma ve iflas biçimini almış görünüyor. Başka türlü söylersek bu krize artık rahatlıkla kapitalizmin nihai krizi diyebiliriz…
Emperyalizmin Orta Doğu’ya yönelik değişmez stratejisi, bölge halklarının kendi ayakları üzerinde durmasını, kendi söküğünü dikmesini, kendi kaynaklarını kendileri için kullanmalarını engellemek üzerineydi… Nitekim, orada Siyonist İsrail Devleti’nin peydahlanması tam da bu amaç içindi. Jeo-stratejik, jeo-politik ve jeo-ekonomik önemi son derecede büyük olan bu bölge, sürekli bir çatışma, savaş, terör, kaos ortamında tutulup ‘Balkanlaştırılarak, enerji kaynaklarına, değerli madenlere ve biyolojik çeşitliliğe el koymak ve başkalarının da onlara ulaşması engellenmek isteniyor. Aslında şimdilerde dayatılan Balkanlaştırma Birinci Emperyalist Savaş (1914-1918) sonrasında yapılanın tekrarıdır. Ufalanan daha da ufalanıyor, Balkanlaştırılan bölge daha da Balkanlaştırılıyor devletler çökertiliyor, toplumlar etni, din, mezhep temelli çatışma, boğazlaşma girdabına sokuluyor. Dolayısıyla, Amerikalıların Irakta ‘başarısız oldukları’ söyleminin bir karşılığı yok. Amaç devleti çökertmek, toplumun dokusunu parçalamak, bölgeyi Balkanlaştırmak, sürekli bir terör ve kaos ortamına hapsetmek olduğuna göre…
Fakat, Türkiye’de dinci gericiliğin araçlaştırılması özellik arz ediyor. Başka yerlerdeki ‘rejim değiştirme’ (doğrusu rejim çökertme) dinci terörü kullanarak dışardan peydahlanırken, bizde içerden kotarılmak istendiği anlaşılıyor. Geride kalan yaklaşık 50 yılda dinci gericiliğin desteklenmesi/araçlaştırılması/ manipüle edilmesi, sistematik bir devlet politikasıydı. Bununla sol/sosyalist hareketin, toplumsal uyanışın, aydınlanmanın önünü kesmeyi amaçlıyorlardı. Netice itibariyle bizdeki Siyasal İslam başlarda “güdümlü” bir hareketti. Lâkin, güdümlü hareketler her zaman güdümlü olmaktan çıkma istidadına ve potansiyeline sahiptirler. Nitekim, Frankeştayn’ın onu yaratana yönelmesi, yangını çıkaranın onu söndürememesi, ruhları çağıranın geri yollayamaması ihtimal dışı değildir… Bizdeki Siyasal İslamcı Hareket de diğerleri gibi, şeriata dayalı bir devlet kurmak istiyor. Bu amaçla evrensel değerlere savaş ilân etmiş bunuyor. Hilafeti ihya ederek, “asr-ı saadete” döneceklerini sanıyorlar. Aslında böyle bir şey, ‘olmayan duaya âmin’ demektir. Zira, tarihte geriye dönüş mümkün değildir, eşyanın tabiatına aykırıdır ama arzulanır bir şey de olmaması gerekir. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydirebilir misiniz?
Geride kalan yaklaşık 50 yılda dinci unsurlar devlet aygıtına, özellikle de “kritik” sayılanlara, (ordu, polis, yargı, okul, medya) “sızdırıldı”, yerleştirildi. Devlet içerden kuşatıldı. Bunun sorumlusu, bütün bu dönemin cumhurbaşkanları, başbakanları, hükümetleri, genel kurmay başkanları, sivil ve mitiler bürokrasinin yükseklerindekiler, Parlamento üyeleridir… Kimsenin bu iş nasıl oldu, biz bu hale nasıl geldik demeye hakkı yok… İkiyüzlülüğün ve yalancılığın alemi yok! Artık darbe yapabilecek, rejimi değiştirecek kadar etkinliklerini artırmış görünüyorlar. Fakat belli ki, aralarında rejimi değiştirme konusunda görüş ayrılıkları var. Mesela Fetullah Gülen Cemaati, bu işi askeri bir darbeyle halletmeyi düşünürken, AKP kanadı, bunu bir “anayasa değişikliğiyle” kotarma niyetinde. İşte, 21 maddelik “anayasa paketi” bu amaçla gündeme getirilmiş bulunuyor. Fakat Diyanet İşleri Başkanı, tüm tarikat ve cemaatleri bir ortak cephede buluşturarak, aralarındaki görüş ayrılıklarını aşmak üzere, kolları sıvamış görünüyor. Bu amaçla bir toplandı çağrısı yapmış. Bütün bu unsurlar Cumhuriyet dönemini bir sapma olarak görüyorlar ve parantezi kapamak için acele ediyorlar. Ve kendilerinden de emin görünüyorlar… Nitekim ‘Uşakki Tarikatı lideri Fatih Nurullah Efendi, tarikatın televizyonu Nuranî TV’den yaptığı açıklamada şöyle diyor: ” Şu anda görünen zuhuratlar o ki, 1. Türkiye Cumhuriyeti son buldu şu anda. Bunu söyleyen biz değiliz, Avrupa basını. 2. Osmanlı kuruluyor, onun başı da Tayyip Bey 1. padişahımız olarak gözüküyor. Şet kuşatma vazifesi de mutasavvıfların. Bu da görüyor, gösteriyor ki, inşallah böyle bir süreç geçecek, kanaatim yani. Bir kaos ortamı, bir şey ama son sahne iyi bitirilebilirse, bu iş de biter artık. Tekrar 100 senenin nihayetinde Medine-i Münevverde kurulan devletin devamı hüviyetindeki bu devletin yeniden ihyasıyla, asr-ı saadetin kokularının geldiği bir süreci bu ümmet, bu millet başlatsın”. Görünen o ki, tarikat liderinin burnu iyi koku alıyor. Kaosun ve terörün neye yaradığının farkında… Gerçi, Asr-ı Saadeti ihya edemezler, zira tarihte geriye dönüş yoktur ama karanlıkçı, bağnaz bir dinci faşizmi dayatmaları ihtimal dışı değildir. Gönüllerinden geçen, Bağdadî’nin Irakta ve Suriye’de kurduğu “İslam Devletinin” bir benzeri… Aç tavuğun kendini darı ambarında görmesine bir mâni yoksa da, Türkiye’de “ikinci Bağdadi’ rejimini kurmak sanıldığı kadar kolay olmaz…
Aslında Türkiye’deki “sıkışma” hali, dünyanın geri kalanından bağımsız değil. Yukarda da kısaca değindiğim gibi, kapitalizm artık patinaj yapıyor. “Büyük İnsanlığa” teklif edeceği bir şey yok. Bundan böyle sistemin içine sürüklendiği kriz derinleşerek devam edecektir. Zira, kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu mümkün değil… Tabii, Türkiye de artık kritik bir eşiğe gelip, dayanmış bulunuyor. Böyle bir tablo ortaya çıkmışken, bu sürece müdahale etmesi gerekenlerin ellerini çabuk tutmaları gerekecek… Ellerinin armut toplamadığını kanıtlamak için önlerine bir fırsat çıkmışken…