Burjuva devlet bir vampire dönüşürken – Fikret Başkaya

5915

Yıllar önce bir politikacı: “Hocam, özelleştirmeye niye karşı çıkıyorsunuz. Ne güzel işte, zarar eden bu kurumlar, bu işletmeler satılacak, o parayla yenileri kurulacak” demişti. Aslında özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiç bir inandırıcılığı olmadığını, asıl amacın sermaye sınıfına değer (varlık) aktarmak olduğunu, hiç bir kapitalistin zarar eden bir şirketi, bir kamu kurumunu satın almayı aklından bile geçirmeyeceğini, bu kurumların bidayette kâr etsinler diye kurulmadığını, istenirse pekâlâ verimli bir işleyişe kavuşturulabileceğini, kaldı ki, “verimliliğin” herkes için aynı anlama gelmediğini, bu kurumların bu toplumun insanlarının verdikleri vergilerle kurulduğunu, hepimize, kamuya ait olduklarını, bunları bizden habersiz birilerine peşkeş çekmenin kabul edilebilir olmadığını, vb.” anlatmaya çalışmıştım… Özelleştiriyorlar zira sistem içine sürüklendiği “yapısal krizden” bir türlü çıkamıyor, dolayısıyla sermaye değerlenme sorunuyla karşı karşıya… Böylesi bir ortamda hazır bir pazarı olan kamu işletmelerine ve kamu hizmeti veren kurumlara el koymak sermaye sınıfı için bir çözüm yolu olarak görünüyor. Başka türlü söylersek, bir tür “iç fetih” veya “iç kolonizasyon” söz konusu…

Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, BİST, TÜRKSAT, ETİ Maden, Çaykur ve Borsa İstanbul’un, Türkiye Varlık Fonu’na devredildiğini duyduğumda, devlet yapısının ve  devlet-sermaye ilişkisinin yeni bir nitelik kazandığını, yeni bir eşiğin daha aşıldığını düşündüm… Neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane misyonu, sermaye sınıfının tek yanlı çıkarını gerçekleştirmektir. Tabii her ülkede, her devlette olaylar aynı yoğunlukta ve aynı biçimde yaşanmaz. Fakat, Türkiye’de ondan fazlası söz konusu. Burjuva yasallığı külliyen by-pass ediliyor. Artık devlet ‘bildik’ devlet olmaktan çıkmış bulunuyor. Standart burjuva devletin yerini, mafyalaşmış/çeteleşmiş bir yapı ve işleyiş alıyor. Dolayısıyla “Anayasa dayatmasını” bu bütünlük içinde kavramak gerekir… Bu kurumların Varlık Fonuna devredilmesi, özelleştirilmelerinin (yağmalanmarının, talan edilmelerinin) ilk adımı demeye geliyor. Başka türlü söylersek, yerli-yabancı (ki, orada kimin eli kimin cebinde belli değildir) “işbitirici kapitalistlere” peşkeş çekilmelerinin yolu açılmış oluyor. Bunların denetimden ve vergiden muaf bir statüye kavuşturulmalarının başkaca bi izahı olamaz…

Gerçek durum böyle ama başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş, bu operasyonun söz kounusu kurumların “daha iyi, daha etkin yönetimi için yapıldığını” söyledi. Tabii başbakan yardımcısının “etkin yönetimden” neyi kastettiği ilgili herkesin malûmudur… Aslında ikiyüzlülüğü sevmeyen biri, her halde “biz bu kurumları “iş bitiriciler taifesi” (toplumun işini bitirenler densin)  daha kolay yağmalasın, talan etsin diye yaptık” derdi..  Aslında bu, Osmanlı İmparatorluğunu XXI’inci yüzyılda ihya etmek isteyen AKP’nin son marifeti… Osmanlı İmparatorluğunda iki türlü hazine vardı: Hazine-i Hassa ve Hazine-i Hümayun. Hazine-i Hassa padişahın özel hazinesiydi. Padişah o hazineyi istediği gibi kullanırdı. Ebette Hazine-i Hümayun da Padişaha bağlıydı ama Vezir-i Azam tarafından yönetilirdi.. Varlık Fonuyla Hazine-i Hassa’nın bir versiyonunu devreye sokmak istedikleri anlaşılıyor. Eğer anayasa değişikliği kabul edilirse, artık Vezir-i azamın karşılığı olan başbakanlık da olmayacağı için, bir tek saray hazinesi olacak… Devlet hazinesinden cumhurbaşkanlığı hazinesine (saray hazinesine densin) bir transfer yaparak,  dayatmak istedikleri tek adam rejiminin alt-yapısını oluşturmak istiyorlar…

Osmanlı İmparatorluğunda dış fetihler, dış yağma ve talan zora girdiğinde, iç fetihe yönelmek esastı. Bu amaçla haraçlar (vergiler) sürekli artırılırdı. AKP geride kalan 14-15 yılda sermayeye peşkeş çekilmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadı. Özelleştirmeler, ‘Yap-İşlet-Devret’ ve şimdilerde de ‘Kamu-Özel İşbirliği’ (KÖİ) ile yağma ve talan yeni bir ivme kazanmış görünüyor. Artık şirketlere kâr garantisi veriliyor ki, bu, kapitalistleri maaşa bağlamaktır. Bu uygulama kapitalist (girişimci) tanımını da değiştiriyor.. Malûm, kapitalist girişimci (müteşebbis) risk alandır. Velhasıl, tam bir miras yedi mantığıyla hareket ediyorlar. İnsan havsalasını zorlayan bir yağma ve talan hız kesmeden yol alıyor…

Türkiye’de siyaset, oldum olası bütçenin ve hazinenin yağmalanması için yapılan bir şeydir ama AKP ölçüyü iyiden iyiye kaçırdı. AKP döneminde imar faaliyeti tam bir yıkıma ve yok etmeye dönüştü. Oysa imar, Arapça ümrân’dan türeme bir kelime: 1. Ma’murluk, bayındırlık, bayındırlaşma; 2. Medeniyet, ilerleme, refah ve saadet, mutluluk anlamlarını içeriyor. Bir bütün olarak insanların ve toplumun durumunun iyileşmesi, bir üst aşamaya yükselmesi, uygarlaşması demeye geliyor. AKP’nin yaptığıysa tam bir yıkım ve yok etme operasyonu… Ne var ne yoksa, betonlaştırıyorlar asfaltlaştırıyorlar. Yol, köprü, tünel, konut yapılmamış, yağmalanmamış bir karış yer bırakmamaya yeminliler. Ne yazık ki, insanlar bu güne kadar bu saldırı karşısında etkin bir karşı duruş ortaya koymayı başaramadı.

Bu gün dünya artık finans baronlarının (parası olan, parayı manipüle edebilenlerin) çiftliği haline gelmiş bulunuyor,  politikacılar da sadece finansın hizmetinde veya finansın bir parçası… “Bal tutan parmağını yalar” denmiştir… Artık finans baronlarının, parası olanların dünyasında yaşıyoruz… Her şey finans tekelleri için ve her şeye onlar karar veriyor. Bu durum geleneksel politik yönetici sınıfın sınırlı “meşruiyetini” de yok ediyor. Bu sınıf daha şimdiden paranteze alınmış sayılabilir. Böylesi bir ortamda oynanan “demokrasi oyununun” da artık hiç bir inandırıcılığı yok. Siyasi partilerin, seçimlerin, parlamentoların artık kitleleri adatma/oyalama yetenekleri aşınmış bulunuyor. Devlet, büyüklü-küçüklü hırsızların elinde tam bir baskı-şiddet-terör aygıtına dönüşüyor. Başka türlü söylersek, burjuva devlet insanların kanını emen birer vampire dönüşmekte…  Ne demek istediğimi görmek için, Türkiye’de son bir kaç yılda yapılanları şöyle bir hatırlamak yeterli… Anayasa değişikliğiyle neyin amaçlandığı da…

Esasen sorunun kökü derinlerde. Kapitalizmin etiği yoktur veya “ahlâk dışıdır”, (amoral) denmiştir. Oysa etik, sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, sakınmaktır.  Kapitalizmin bir ahlâkı yoktur ama eski dönemlerden miras kalan antropolojik ahlâkı da yok ediyor, akıl almaz bir meta fetişizmi ortaya çıkarıyor ve her türlü değer, değer ölçüsü, nîrengi noktası yok oluyor.

Şimdilerde devletlerin bazı işlevlerini şirketler, “iş dünyası” üstleniyor ki, bu bilinen anlamdaki burjuva devletin ‘dönüşmesidir’… Aslında özelleştirme, devletin en vazgeçilmez işlevlerini de kapsamaya başladı. Bu, devletin metamorfoza uğramasıdır. Artık şirket mantığı tüm devlet kurumlarına sirayet ediyor. “Hukukun by-pass edilmesi,  özel güvenlik, “özel ordular”, vb. olacakların habercisi… Daha 1938 yılında dönemin ABD başkanı Franklin D. Roosevelt, Senato’ya gönderdiği bir uyarıda: “Eğer halk, özel iktidarın, özel çıkarların devletten daha güçlü hale gelmesine göz yumarsa, bu demokrasinin ve demokratik devletin sonu olur ve esas itibariyle faşizmden başkası değildir” demişti. Yakın zamanda medyaya yansıyan önemli bir haber gözden kaçtı: Danimarkalı bir bakan, Google, Apple, Amazon, Facebook gibi şirketlerle diplomatik ilişki kuracaklarını açıkladı: “Artık bundan böyle Google, Apple veya Amazon  diplomatik ilişkiler kurulması gereken yeni uluslar olarak görülmelidir” dedi…  Görünen o ki, dev şirketlere büyük elçi atanması için uzun zaman gerekmeyecek…

Buraya kadar söylenenlerden burjuva devletin sonu geldi sonucunu çıkarmak doğru olmaz. Zira, devlet olmadan ne  kapitalizm, ne de sermaye sınıfı var olabilir. Ama, devlet artık bildik devlet olmaktan çıkıyor, geleneksel işlevlerine yabancılaşıyor ve giderek toplumun kanını emen bir vampire dönüşüyor. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir…