Böyle düşündük, böyle bozulduk 2– Halil Paşa

3996

KKTC; TC DEVLETİNE BAĞLANMANIN BİR ARACIDIR.

1968-74 arasında sıkıştığımız getto yaşamlarımızı denetleyen “Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi” bir devlet değildi. Ya neydi? Bayraktar Elçilik Yönetim, kısaca BEY olarak adlandırılan, yarı-askeri, otokratik bir yönetim biçimiydi. 20 Temmuz 1974 sonrasında devlet olmakla ilgili bir fırsat sunulduğunda; 1983 yılında biz bunu, “Türkiye’nin kasabası olmamıza nasıl aracı olur?” diye KKTC’ne dönüştürdük.

İLK DEVLET DENEYİMİMİZ KIBRIS CUMHURİYETİ ORTAKLIĞI OLDU

Şimdi tarihi biraz geriye, Kıbrıs Cumhuriyeti öncesine, 1950’li yıllara saralım.

İngiliz Sömürge Yönetimi’ne karşı Kıbrıslırumlar EOKA’nın silahlı mücadelesi önderliğinde silahlı bir direniş ortaya koydular. Sonuçta Kıbrıs Cumhuriyeti gibi, Kıbrıslı Türklerin de “küçük ortağı” olduğu yeni bir devlete sahip oldular.

ENOSİS GEÇMİŞİN SUÇUYDU. ŞİMDİ TAKSİM HAYALETİYLE CEZASI ÇEKİLİYOR.

Nasıl ki Kıbrıslırumlar bu devleti Yunanistan’a bağlamak, yani Enosis’i gerçekleştirmek için kullanmaya çalışıp günün sonunda neredeyse yarısını kaybederek, bugün 80 milyona yaklaşan ve diktatörlükle İslamcılıkta karar kılmış Türkiye ile komşu olmakla karşı karşıya kaldılar;

Kıbrıslıtürkler de öncelşeri TMT, BEY yönetimleri ile denedikleri Taksim tahayyüllerine, yukarıda değinildiği üzere KKTC ile tıpkı EOKA’ya tepki, TC’ne bağlanmaya çalışıyorlar. Nitekim 1983 Kasımında ilan edilen KKTC’yi, her çözüm girişiminin berhava olmasından sonra da adım-adım, Türkiye’nin bir alt yönetimine dönüştürmekle Taksim yolunda çok önemli bir mesafe aldılar.

Bilindiği gibi dönemin siyasi muhalefet parti (TKP-CTP) vekilleri, öncesinde kesinlikle karşı çıktıkları ayrı devlet(KKTC) ilanına, Denktaş’ın 12 Eylül askeri cuntasının da desteğini arkasına alarak son andaki tehditvari çıkışıyla susturulup korkutulunca, mecliste ayakta el kaldırarak “evet” demek zorunda kalmışlardı.

Şimdi de aynı durum, TC ile imzalanan sosyal-ekonomik paketlerle, adaya taşınarak vatandaşlık verilen nüfus aktarımıyla, toprakların yağmalanarak adanın Kuzeyinin alelacele ve imar plansız betonlaştırılmasıyla, sismik araştırma yetkileriyle, suyun gelmesi elektriğin de yakında bağlanacak olması ve nihayet çözüm ihtimalinin de giderek tükenmesiyle hızla Taksim’e doğru evriliyor yaşadığımız topraklar.

Bu nedenle:

Geçmişte Kıbrıslırumların, İngiliz Sömürge yönetimine karşı Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için değil de, gerçekten bağımsızlığı için mücadele verdikleri ne denli gerçekse, bugün Kıbrıslıtürklerin de KKTC’ni samimi olarak kendi bağımsız devletleri olarak benimseyip sahiplendiklerini söylemek o kadar inandırıcı ve gerçektir.

Demek istediğim şu ki EOKA peşinden savrulan Kıbrıs Rum halkının, geçmişte sömürge yönetimine karşılık talebi olan “kendi kaderini tayin hakkı” adanın Yunanistan’a ilhakına (Enosis) aracı iken, bugün Kıbrıslı Türklerin KKTC’si, Türkiye’nin adadaki egemenliğine aracı (adanın Taksimi) olmanın ötesinde bir işleve sahip görünmüyor.

ENOSİS GEÇMİŞİN FELAKETİ, KIBRIS CUMHURİYETİ DEVLETİ AB GERÇEĞİ.

Ancak Kıbrıslırumlar yaşadıkları 20 Temmuz 1974 felaketinden sonra Kıbrıs Cumhuriyetini, Yunanistan’dan ayrı bir devlet olarak benimserken, biz Kıbrıslıtürkler de tam tersine 1983 yılında ilan edilen KKTC’ni, geçmişin rövanşını alıyormuşuz gibi Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir şubesi olarak kabullendik.

Görüşmelerde bağımsız davranamadığımız, Türkiye’ye danışmadan en küçük bir siyasa karara imza koymamayı benimsediğimiz için de, artık görüşmelerde siyasi pazarlığa dair derin tartışmalara, al-ver pazarlıklarına da giremiyoruz.

Görüşmelerde Kıbrıslırumlar, Yunanistan’dan mümkün bağımsız hareket edebilirlerken bizim artık “yeni Türkiye” iktidarı referandumda onay almışken, Kıbrıslırumlarla bağımsız pazarlık etme şansımız, en küçük toprak alış verişlerinde, barikatların kaldırılmasında bile Rumlarla baş başa antlaşabilme şansımız artık kalmamış bulunuyor.

KIBRISLI TÜRKLER KENDİLERİNİ YÖNET(E)MEDİ

Seçtiklerimizin, yani bizi yönetsin diye yetkilerle donatıp meclise gönderdiklerimizin, başbakan ve bakanlarımızın, hükümetimizin kritik kararlarında, daima gözü kulağı kendi vatandaşında değil, TC devleti bürokrasisi ile hükümetlerinde olmuştur.

UBP’nin tek başına hükümet olduğu o yıllarda, Demirel, Erbakan ve Türkeş’in ortaklığındaki “Faşist MC” hükümetinin borusu öttürüldü…

Denktaş, siyasette Türk Milliyetçiliğiyle Kıbrıs Türk sağının babasıdır. Ancak o da 1974 yılında Ecevit’i askeri müdahalenin Başbakanı olarak önce büyük bir coşkuyla ayakta alkışlamış, ona şükranlarını sunmuştu. Sonra aynı Ecevit 12 Eylül faşizminin siyasi yasaklısı olup da Kıbrıs’ı ziyarete geldiğinde soğuk davranmıştı. Ama “Kıbrıs Fatihi”ni hapseden cuntacı Evren ile göğsü kabararak Lefkoşa sokaklarında kol-kola dolaşmaktan da kaçınmamıştı. Denktaş bugünün UBP-DP’li siyasetçileri gibi davrandı ve TC için uzun yıllar “her devrin adamı” olmayı başardı. Nitekim Ecevit yeniden hükümet olduğunda, sarmaş-dolaş poz vermekten çekinmeyen yine o oldu…

Türkiye sopasıyla muhalefeti korkutan Denktaş, Anna Planı döneminde Erdoğan’ın “otur oturduğun yerde” anlamına gelen siyasi baskısına maruz kaldığında ise, “Türkiye’nin istemediği aday olmaz, olursa da kazanmaz” mealindeki sözlerini haklı kılacak şekilde, aday olmayacağını açıkladı. Üstelik de Talat’ın aday olunca kazanacağını bile-bile…

Seçilince Talat’a da bir haller oldu ya da o buna hazırdı… Nitekim oyu olsaydı RTE ve AKP lehinde kullanacağını büyük bir övünçle açıklayan Talat ile dönemin CTP Başbakanlığındaki hükümetinin, İstanbul’daki Gezi olaylarına kadar süren AKP aşkını anlatmama bilmeme gerek var mıdır?

YÖNET(E)MEYİNCE İNANÇ VE TÜKENİŞ HIZLANDI.

“Türkiye aşkı” konusundaki gelenek; sonrasında devam ederek bugüne kadar geldi. Böylece 1974 yılından bu yana seçtiklerimizle; “kendi ayaklarımızın üzerinde duracak bir yönetim kurabileceğimize” dair inancımızı da giderek yitirdik.

Sanırım biraz da bu nedenle olmalı, her geçen gün cemaat olarak, “devletin malını deniz, yemeyeni domuz” gibi görüp, daha az fedakar ve daha az dayanışan ve daha çok “gemisini kurtaran kaptan” moduna uygun düşünen, yasaları çıkarlarımıza göre yorumlayan bir cemaat olma yolunda hızla ilerliyoruz.

Yönetememek ise cemaat olarak tükenişimizi hızlandıran bir başka neden oluyor…

KÜÇÜK VE NAİF BİR CEMAATTİK; KORUYAMADIK…

Yıllar önce, Osmanlının sonra da yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kendisini terk etmesine rağmen öyle ya da böyle, iyi-kötü ama son tahlilde, nevi şahsına münhasır bir hasletle ayakta kalmış bir cemaattik biz!.

Osmanlı döneminde şekillenmiş, İngiliz döneminde azalsak da konjonktür gereği ayakta kalabilmiş, aslında “nev-i şahsına özgü” bir cemaattik…

Bir dönem bizi biraz İslamcılık, sonra da TC ilanıyla Türk milliyetçiliği mi ayakta tuttu?

“İçimizdeki hainleri” (çözüm ve barış isteyenleri diye anlamak da mümkün) sindirip susturunca, 1963-74 arası yıllarda geriye kalan tek yapışkan da galiba milliyetçilik olmuştu.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ CEMAATİMİZİ BÖLDÜ VE DAĞITTI…

1950’li yılların ilk yarısında cemaat olarak bizi birleştirdiği gibi, aynı milliyetçilik, 1950’nin ortasından sonra bizi birbirimizin düşman da etti.

Nasıl mı?

Komünist diye kendi insanlarımızı, ya gece aileleri ile tatlı uykularında (Ayhan Hikmet), ya çalışırken dükkanlarında (Fazıl Önder), ya bekar odasında (A. Yahya) vahşice öldürdük. Öldürülmemek için gazetelerimizde fahiş ücretler ödeyerek milliyetçiliğe geçtiğini ilan edenlerimizin canlarını bağışlarken bile, onları aşağıladık. (Soyadı Gök olan Kıbrıslıtürkün PEO’dan istifası dönemin Türk gazetesinde Göt diye yazılmıştı)

“Her şey Türkiye için, Türk tarafından Türk’e göre ve pek tabii ki Türk Milliyetçiliği (mücahit elbiselerimizin omuzunda uluyan kurt’un kokart asılıydı) ideolojisi altında gelişti…

O kadar ki; Rum satıcıdan bir çift ayakkabı, hatta bir demet maydanoz satın almak bile hakarete uğrayıp tartaklanmak için neden olabiliyordu.

BECERİKSİZLİĞİMİZİN KALKANI MİLLİYETÇİLİKTİ, ŞİMDİ İSLAMIN “KESKİN KILICI” DA EKLENİYOR.

Bunca yıl yetmemiş olmalı, hala kimi seçersek, kimi başbakan ve lider olarak başımıza geçirirsek geçirelim, el birliğiyle Türkiye’deki iktidara sormadan adım at(a)mıyor. İçişlerimize karışmasına, en büyük sorunlarımızdan Kıbrıs Sorunun çözülmesine bile onun izni ve şimdi de fetvası olmadan kendi başımıza karar veremeyeceğimiz o denli açık ki…

1974 sonrasında Kıbrıslırumların malları üzerine inşa ettiğimiz ekonomimizi, ganimetin tükenmesiyle,  finansmanını sağlamak için Türkiye’nin siyasetçisine ve bürokrasisine (TC Yardım Heyeti) teslim ettik. Zaten güvenliğimiz de, tamamen Türkiye’nin askeri himayesinde oldu hep.

Beceriksizliğimizden hicap duyacak yerde, Türkiye’den en çok para alabilmeyi bir siyasi beceri, birbirimize karşı bir siyasi üstünlük ve övünme, böylece seçimlerde bir nevi “oy devşirme” konusu bile yaptık!.

“Kendi kararımızı kendimiz verelim” diyenlere meclisteki solcularımız ve sağcılarımız bir koro halinde, “Türkiyesiz olmaz!” mottosuyla güya realist bir karşılık verdi. Ada yaşamına yön verilmesinde “son sözü” giderek Türkiye’nin kurumları söylemeye başladı. Hala da öyle. “Bu Ülkeyi Kendimiz yönetelim” diye ısrar edecek olanlarımızı, solcu etiketi olan pek çok vekilimiz, “maceracılık” ve “provokatörlük” ve de “marjinal” olmakla aşağıladık. Hala da öyle…

İngiliz Sömürge dönemi geçti. 1963-74 arasındaki getto yaşamlarımız da geride kaldı. Şimdi artık milliyetçi kalkanımıza, İslamın keskin kılıcını da uydurmaya çalıştığımız günlerden geçiyoruz.

Başkanlık gerekiyormuş bize diyor Ertuğruloğlu.

Bugünkü hal-i harabımızdan sorumlu hükümetin bakanları sıraya girmişler, (Ertuğruloğlu, Dürüst, Atun vd.) yüksek sesle (Tayyibin duyacağı ses desibelinde) bize “başkanlık rejimi” gerektiğini nutkediyorlar.

Türkiye’nin adadaki seçim çalışmalarına taraf olan hayatında beş vakit namaz kılmamış bakanımız, “Ezan sesi eksilmesin” çığırtkanlığıyla, “Yeni Türkiye’nin İslamcılığına ve diktatörlüğüne” çifte vatandaşları onay versin diye çırpınıyor.

KKTC’NE BAŞKANLIK GELSE NE YAZAR?

Biz Demirel’in Cumhurbaşkanı iken, kendisini Çankaya’da ziyaret eden vekillerimize

“Sizi 50 milletvekili, Cumhurbaşkanı, Başbakan, müsteşar ve müdür ve de memur ordusu yönetiyor; aynı nüfusa sahip Ankara’nın Çankaya’sını ise, benim bir kadın muhtarım” sözlerini duymazdan-görmezden gelen bir siyaset ile iştigal edip durduk.

Demirel’in bu sözünü mütebessim bir eda ile gıkı çıkmadan yutan bu siyaset;

“Maaşın kaç?” (16 Temmuz 2010 RTE’den Başbakan İ.Küçüğ’e) sorusuna;

“Zeki bir öğrencinin” öğretmeninin sorusunu anında cevapladığı gibi hemen; “yedi buçuk sekiz” diye cevap veren bir cemaatin baş idarecisi olarak nereye kadar övünebilir ki yaptıklarıyla…

Kalkan yaptıkça Türk Milliyetçiliğini beceriksizliğimize…

Ganimet toprakları dağıttıkça, “insanhaksızlıkları” ile dolu siyasi rejimimize…

Genç yaşta ve çifte ve de vergiden muaf emekli maaşlarımız ve yasa tanımazlıklarımızla verimsiz bir kamu düzeni yolunda tükettikçe eldeki servetimizi…

Siyasilerimizin kah özel işleri, kah ihale usulsüzlükleri, kah Mercedes aşklarıyla devlet kaynaklarını savurdukça…

Tüm bunları örtmek için Anavatancılık ve Türk Milliyetçiliğiyle malul söylemlerimizi Ankara’nın duyacağı kadar yüksek ses desibeliyle haykırdıkça…

Ve her seçimde bu milli hallerimizle seçim üzerine seçim kazandıkça, aklandığımızı düşünüyoruz…

Böyle düşünüyor,  böyle bozuluyoruz…

Artık Türk Milliyetçiliğimize bir de İslam’ın keskin kılıcına dair söylemleri ekleyeceğimiz günler bekliyor bizi.

UBP geçmişine sadık kalarak bu konuda da siyasi önderliği Dürüst’ün Ezan sesi susmaması için evet çağrısı ve Ertuğruloğlu’nun “artık Başkanlık rejimine geçelim” söylemiyle sürdürüyor…

Ama bir sorun var…

Yarın Ankara’da bin odalı saraydan, Türkiye’nin yönetimini külliyen devralamaya hazırlanan ve kendi taraftarlarınca “dünya lideri” ilan olunan “devletlunun” da Demirel gibi konuşmayacağı ne malum?

O zaman KKTC’ne başkanlık gelse ne yazar?