DOĞA DÜNYAMIZDAKİ CANLILARIN MUTLULUĞUDUR
Tolstoy Diriliş romanının ilk sayfasında şöyle yazar: “İnsanlar tüm canlıların mutluluğu için yaratılmış doğanın bu güzelliğinin değil, birbirlerine hükmetmek için uydurdukları şeylerin önemli, kutsal olduğu inancındaydılar.”
Kuşkusuz yazar bu cümlesiyle, insanların hayatını esir alan 19’uncu yüzyıl Rusya’sındaki feodal-kapitalist ilişikler ağının, nasıl da onu dünyanın doğa güzelliklerini önemsemeyecek kadar vurdumduymaz hale soktuğunu eleştirmek için kaleme almış.
21’inci yüzyılın başındayız ve dünyada insanlar ve işbaşına getirdikleri yönetimler, doğayı katletmekte aradan geçen 200 yılda daha da hoyratlaşmış.
TEMPLOS İNSİYATİFİ
Köye çok katlı yurtlar ve apartmanlar yapılacağında hareketlendik köyde yaşayanlar olarak. Kendi aramızda örgütlendik önce. İmza kampanyası, bildiri, köy meydanında miting ve pankart açma eylemleri gerçekleştirdik. “İyi İdare Yasası” altında yapılan iki toplantıya da katıldık. Bize hep “üç kata razı olun” telkininde bulunuldu. Belediye başkanından, şehircilik dairesinden turizm bakanlığına, köyümüzdeki inşaatların “iki katla sınırlanması gerekiyor” şeklindeki isteklerimiz başında pek destek görmedi açıkçası. Kalkınmayı, zenginleşmeyi beton dikmekten ibaret sayan yöneticilerimiz, “daha çok yeşil, daha az beton” talebimizin “aşırı” bulduklarını söyleyip
Ha bu arada hepsi de, “en az bizim kadar çevreci” olduklarını, doğayı ne kadar çok sevdiklerini eklemeyi de ihmal etmediler.
Halbuki isteklerimiz doğayla ilgili olduğu kadar doğal ve makul şeylerdi.
Yapılacak çok katlı inşaatlar sonrasında, köyümüzün kaldırımsız ve daracık yolları nedeniyle bir anda köy içerisinde trafik kargaşasına yol açılacağını, bunun yaşam kalitemizde olumsuzluklar yaratacağını söylüyorduk. Yurt inşaatlarının arkasından başka çok katlı inşaatların geleceğini, anıt zeytin ağaçlarımızın, köyümüzün yeşil doğasının tahrip edileceğini, tarihi yapısının, sakin ve huzurlu yaşamının yok edileceğini, inşaatlardan çıkan moloz artıklarıyla dere yataklarımızın doldurulacağını, endemik bitki örtümüzün ortadan kaldırılacağını öne sürüp duruyorduk. Bunların şişe ömürlerinin son demlerini köyümüzde geçirmek için mülk satın alıp burayı kendilerine yurt edinmiş yabancıları kovalamak anlamına geleceğini dillendirip duruyorduk.
Girne’nin akciğeri olan bu son köyünün de betonlaşmasıyla, ne köyden, ne tarihinde ne yeşilinden ne de temiz köy havasından eser kalmayacağını anlatıyor da anlatıyorduk.
Gazetelerde, televizyonlarda ve radyolarda çıkıp neden çok katlı yapılaşmaya karşı çıktığımızı ve neden iki katla sınırlanması gerektiğini öne sürdük.
İlgili daireleri ve bakanlıkları da ziyaret ettik, Cumhurbaşkanına da gittik.
Bizi anlayışla karşılayanlar, görüşlerimizi paylaştıklarını söyleyenler de oldu.
Kimi basın önünde cesurca dile getirdi bunu. Kimi bakan da basını dahi kabul etmediği odasında, ayak ayak üstüne atarak arkadaşlarımızın karşısında, elmasını yerken “bu iş olmaz” deyip kestirip attı.
Hiçbirisini unutmadık.
Hükümet emirnamesini değiştirince köyümüz, Girne, yurdumuz, turizmimiz, köyümüzde yaşayan diğer canlılar, tilkiler, kuşlar, böcekler, yılanlar, kediler ve köpeklerimizle hep birlikte kazandık.
Bu satırları yazarken bile diken diken oluyor tüylerim.
Sanırım uaşadığı yeri, yurdunu sevmek böyle bir şey olsa gerek…
GİRNE İNSİYATİFİ
Templos İnisiyatifi, Girne İnisiyatifi için bir kıvılcım mı oldu? Sanırım…
Bir yıl önce Girne bu kadar çok betonlaşmamıştı. Şu an Girne merkezinde benim gördüğüm on adet çok katlı binanın inşaatları başlamamıştı henüz.
Çatalköy Girne arasındaki trafik, ağır aksak da olsa bir şekilde akıyordu. Girne denizi bu kadar çok kirlenmemişti. Kıyılar bu kadar çok yağmalanmamıştı henüz.
İnisiyatifin ilk kuruluş fitilini ateşleyen Kaya Grubunun kaçak katları henüz yükselmiş, ama önündeki kıyı bu kadar çok moloza gömülmemişti.
Hükümetten pek çok yetkili “Girne bitmiş” dediler. Bir doktorun ümidini kestiği hastası için söylediği o sözcükleri tekrarladılar hep bir ağızdan: “Girne için yapacak bir şey yok!”
O günden bugüne tam bir yıl geçti. Yaz gitti, kış geldi. Soğuk gecelerde bazen toplantı yapacak yer bulmak bile dert oldu zaman zaman…
Diplomasına mazhar olduğu üniversitesinin (KKTC) yasa dışı inşa edilmiş binalarına tek eleştiri getirmeksizin, “Abuk sabuk servet düşmanları” diye karalayan, ya da “aydınlarımız” diye sanal ortamlarda, İnisiyatifimizle dalga geçme bahtiyarlığına erişmiş gençlerimiz de var ne yazık ki.
Ama aynı zamanda Girne İnisiyatifinin, çevremizin, denizimizin kirlenmesine, dere yataklarımızın doldurulmasına, yeşilimizin yok edilmesine, trafik keşmekeşine karşı gazete sayfalarında, radyo ve televizyonlarda sesimizi yükseltmemizi takdir eden, itiraz ve önerilerimizi, yurt sevgimizi, özetle mücadelemizi önemseyen, takip eden pek çok vicdanlı insanlarımız da oldu.
Otelin kaçak çıktığı katların yasallaşması için çıkarılan emirnameleri durdurmayı başardığımızda, eğer haklıysak ve bunun için de mücadele ediyorsak, başarabileceğimizi gördük.
Ancak şu sorunun cevabını bulamadık henüz!
Biz Kıbrıslılar ne zaman yurdumuzu seveceğiz?
Ne zaman İmar Planı olmayan ve alt yapısı düşünülmeyen çok katlı inşaatların şehirlerimizde yaşam kalitesini düşürdüğünü, denizlerimizi kirlettiğini, yeşil alanlarımızı yok ettiğini, dağlarımızı çöplüğe dere yataklarımızı moloza çevirdiğini, bizim dışımızdaki canlıları, yani asırlık ağaçlarımızı, kuşlarımızı, kirpilerimizi, kelebeklerimizi, lalelerimizi ortadan kaldırdığını fark ederek bütün bunları kendimize dert edineceğiz?
Nihayet akan bir trafiğin ve temiz bir havanın hepimizin sağlığı için düzeltilmesi amacıyla sokağa ne zaman çıkacağız? Ne zaman vicdanımızın sesini dinleyeceğiz?
Ne zaman alt yapısız betonlaşmanın turizm, yatırım ya da kalkınma, yaşamlarımızın zenginleşmesi değil, aksine çevre kirlenmesi ve yaşam kalitemizin fakirleşmesi olduğunu yüksek sesle dillendireceğiz?
Bilelim ki ne zaman vicdanımızın sesini dinlersek, o zaman da içind yaşadığımız adayarımızda daha iyi bir yaşamı da hak edeceğiz.
Çünkü yaşam biçimimizi tayin etmek, bizim, bu ülkede yaşayanların, Kıbrıslıların elinde…
GİRNE’Yİ GÖR, VİCADANININ SESİNİ DİNLE.
Tolstoy’la başladık onunla bitirelim makalemizi. “Diriliş” isimli romanının kahramanı Nehüldof, geçmişte işlediği suçları affettirmek için vicdanının sesine göre hareket etmeye başladığında, yönetici olmuş rüşvetçi bir general:
“Rüşveti kaldır diyorlar bana! Herkes rüşvet alıyorken nasıl kaldırırsınız rüşveti?” diye sorunca,
Nehüldof şöyle düşünür:
“Başkalarının görmediğini gördüğüm için ben mi deliyim, yoksa benim gördüğümü yapanlar mı “akıllı”?”
“Gelgelelim, roman kahramanını böylesine düşündüren ve korkutan şeyi yapanlar (hem dönemin Rus toplumda çoktu bunlar) yaptıklarının gerekli, üstelik önemli, yararlı olduğuna inanarak öylesine sakin, kendilerinden emindiler ki; bütün bu insanları deli saymak kolay değildi” diye yorum yapar Tolstoy.
Biz dönelim Girne, içerisinde çok katlı binalarını inşa edilirken, canlıların en büyük mutluluk kaynağı doğasını hoyratça ortadan kaldırılmasına.
Rantı ve rüşveti yüksekte tutmanın derdine düşüp alt yapısız bir şehir inşa edebileceğini düşünen ve vicdanının sesine değil ama cüzdanının sesine kulak veren yöneticilerinin gazabına uğradığı için mi bu şehrin sakinleri bu kadar mutsuz ve gelecekten de umutsuzlar?
Ne zaman vicdanımızın sesine kulak vereceğiz?
O zaman Girne’yle birlikte, her gün yaşam kalitesi düşerek kaotik bir yaşam biçimine dönüşen Kıbrıs’ın Kuzeyinde bir şeyler olabilir diye ümitleneceğiz.