Cumartesi günü KTÖS’ün genel kurulundaydım. Aslında oraya gitmeden önce kafamdaki birçok konuyu düşünüp genel kurulda konuşmak ve tartışmak istiyordum. Geçen hafta Girne gezisi sırasında Girne’de karşıma çıkan çevre bozulması ve çarpık yapılaşma aslında içinde bulunduğumuz çöküşün de sinyallerini vermişti bana. Eğer bir ülkede şehircilikte iflaslar başgösterirse, inanın o ülkede demokrasiden tutun her alanda ama her sektörde çöküşler ve iflaslar var demektir. O çöküş, gökdelenlerle veya villalarla da kamufle edilmeye kalkılsa, gene de yapılanlar temelsiz ve de hafif bir rüzgarda yıkılacak kağıt arslancıkları andırır. Durumumuz 1974’ten beridir aynı. Bulunan ve Kıbrıslırumlardan arta kalanlarla maalesef şimdilere kadar devam edilmiştir ama bu plansızlık ve düzensizlik içinde devam ve hukukundan,adaletinden, demokrasisinden tutun emeğine kadar bu sömürü düzeni ve sistemi içinde maalesef bir artı yol daha gidilmemiştir. 1974 ve öncesinden topluma sunulan baskıcı ve balyoz altındaki hoşgörüsüz tiranlık düzeni ise, iflas noktasını şimdilerde yaşamaktadır. Sosyal bozukluklar şimdi sırıtıyor. Bu ülkede kar maskesiyle soygun yapılıyorsa ve bu ortam şu anda yaşanıyorsa aslında geçmişten gelen siyasetlerin de bir payı vardır. Mağusa ve Girne’nin betonlaşması aslında toplumsal ve sosyal çöküşün bir sinyali durumundadır.
KTÖS işte bu siyasetlerin en doruk noktasında, 1968 yılında enklavlar içinde keyfi bir yönetimin olduğu, teşkilatçılığın en doruk noktalarında, demokrasisizliğin ve hoşgörüsüzlüğün yaşandığı bir ortamda kuruldu. O zaman ve şartlarda bana göre yapabileceklerinin ve de yapılması gerekenlerin en iyisini yaptı, hatta 1980’lere kadar da bunu başarıyla yaptığı mücadelelerle üzerine katkı yaparak, kazanımlarına kazanım katarak da devam etti. Türkiye’de 12 eylül rejiminin en doruk noktalarına vardığı 1980’li yıllar içinde bile, KTÖS öğretmene yeni kazanımlar sağladı ve örgütlü olmasının meyvalarını yedi. Gelgelelim ki Türkiye’de 12 Eylülle birlikte, sol toplumsal muhalefet ortadan kalktı veya sindirildi.1981 yılına kadar, 12 Eylül rejimi iç politikaya pek müdahale edemedi ama o yıl 28 Haziran (1981) seçimlerinde, buradaki destekledikleri liderlik, kazanmak için tehlikeye girince, resmen seçimlere müdahale edildi. O ezilmişlik içinde sol partiler oyların çoğunluğunu almalarına rağmen, meclis içinde zayıflatılmaya hatta direk müdahaleler ve de Türkiye’den nüfus pompalanmayla seçimler de edilgenleştirildi. 1981 seçimlerinden sonra hızlanan resmi politikalarla artık 2000’lere gelindiğinde, seçimlerle Kuzey Kıbrıs’taki solun başarı göstermesi imkansız oldu. Tabi ki bu pompalamalarla birlikte emek piyasası da etkilendi. Ücretler zayıflatılmaya, sendikaların kazanımları geri götürülmeye başlandı. 1990’larda bu daha fazla seziliyordu. Direk müdahaleler o kadar arttı ki TRT bile, buradaki seçimleri resmen etlkilemeye başladı ve bu taktikler sağın zaferlerini getirdi.2000’lerde gelinen noktada ise artık sendikal kazanımlar korunmaya başlandı. Bu arada 2003 ve çözüm çabaları da bir sonuç vermeyince, tekrar statükocu güçlerin, 1974 sonrasında nüfus pompalaması siyasetleri ve de sonuçları da artık hız kazandı ve tekrar iktidarda söz sahibi olmaya başladılar. Sol diye bilinenler ve umut vaad edenler maalesef kısa zamanda ellerindeki olanakları ve de iktidarı devlet gücü ve de hükümette çoğunluk olarak elde etmelerine rağmen, bunu kendi bürokratik mekanizmalarını, mevcut statükonun menfaatlerine ve de dümen suyuna çevirerek kullanmaya çalışmalarıyla ,2003 sonrası ellerine geçen olanağı da kullanamadılar ve bu politikalarla hem Türkiye’deki balyoz rejimine hem de resmi polikalarına ele geçen kazanımların geriye döndürülmesi için teslim ettiler. Bunlar olurken elbette emek piyasası da zayıfladı çünkü artık emek piyasasını da düşünen yoktu. Düşük ve yoksulluk seviyesi altında ücretler, dıştan getirilen emek gücünün hem sömürülmesi ve düşen ücretlerle yerli emeğin sömürülmesi planları da böyle yürürlüğe girdi. Dışta kalan sol da pek ses getiremedi çünkü halka verilen imaj, ancak meclis içindeki güya sol bilinenlerin sandalye alarak güçlü olabilecekleriydi.
Son tahllile özetlersem, aslında çöküş bu olgularla daha da etki kazandı, hız kazandı. Bunu artık sendikalar da onların mücadeleleri de engelleyemiyor. Çünkü emek alanında ve sol mücadelede eğer siz, bir şekilde (Özel sektör en büyük örnek) emeğin ezilmesine izin verirseniz, sol da bundan payını alır ve mevcut statükodan faydalanan kesimlerdeki hüsran da sizin mücadelenize darbe vurur. Olan da budur. KTÖS’te 43 yıldır olmayan bir rehavet duygusu var. Umarsızlık da var. ..Öğretmen fikir üretemiyor, üretenler de sendikal platforumda ses veremiyorlar. Cumartesi günü dershanedeki, evindeki veya çarşıdaki işini bitirecek öğretmen, en son dakika oraya gelip oy vermeyi düşünüyorsa, sendika genel kurulunda eğer ses vermeyecek ve de sorunlarını gerek siyasal, gerekse ideolojik çözümler getirerek tartışamayacaksa, öğretmen sendikasının hiçbir işlevi de kalmaz. Genel kurula gelenler de aslında pek konuşulanlara kulak vermedi. Herkes rehavet içindeydi. Eski öğretmenler de yoktu bu kez. En yaşlıları da bendim çalışanlardan. Oysa yeni bir nesil öğretmen kuşağı sendika üyesi olurken, bizlerin çoktan onların duyarlılıklarını ve de katılımlarını hem siyasal hem de ideolojik olarak tamamlamamız lazımdı. Siyasal partilerdeki kısır döngü ve de “Madem bana vermezler ben da ayrılırım” veya “Sendikayı baltalarım” kısır döngüsü sendikaya etki ediyorsa, 1980’li yıllarda sendika içnde başlayan bazı kişisellikler bu defa da büyüyerek gelmişse karşımıza, bana göre düşünmemiz ve öyle harekete geçmemiz şarttır.Durum kötü…
KTÖS bu olgular içinde yeni bir örgütlenme modeliyle kadrolarını donanımlı bir dumuma getirmelidir. Bana göre solun hücre ve grup yöntemleriyle yürütme ve yönetim kurulları sağlamlaştırılmalı ve KTÖS eski dinamizminden de kat be kat bir güçle toplumsal liderliğini tekrar ele almalıdır.
Solun toparlanması da sendikalarla ve de özel sektördeki emekçi kesimlerin sömürülmeleri, ezilmeleri ve dağınık olmasıyla ilintilidir. Özel sektördeki sendikalaşma ve gayrı sıhhi güvenliksiz şartlara bir şeklilde müdahale ederek bir çözüm getirmeliyiz çünkü oradaki çürüme, bizim de şimdiki yapımızı, göçetme yasaları gibi tahakkümcülere cesaret vererek saldırılarını artıracaktır. Şunu da vurgulayayım; özel sektöre tüm etnik farklılıkları da gözönüne alarak, ayrım yapmadan etki etmeliyiz çünkü orada çeşitli etnik toplumlardan veya farklılıklardan gelen emekçi kardeşlerimiz vardır ve şunu da bilmeliyiz ki, onların zor koşulları, bu şekilde devam ettikçe, bizim de koşullarımız kötüleşecektir. Burada ırkçı olmayan çözümler getirmeli ve bu farklılıkları bir sendika veya oluşum altında toparlamalıyız. Unutmayın, Sosyalist- sınıfsal mücadelenin bir de enternasyonal yanı vardır ve bu es geçilemez. Sol da, tüm varolma sorunlarını ideolojik ve siyasi olarak tartışmalı ve ortak bir noktada buluşarak topluma yeni bir dinamizm ve hareket kazandırmalıdır. Şu andaki yapımızla şimdiki şekilde devam edersek işimiz zor arkadaşlar. Ne olur bu söylediklerimi veya yazdıklarımı okuyanlar derin derin düşünsünler çünkü sendikaların ve solun dinamizmden uzaklaşması bu toplumun yokolmasını daha da hızlandıracaktır…