Cüppeli Ahmet hoca bir istisna değil – Fikret Başkaya

5919

İşçi çıkarılınca kıdem tazminatı almak caiz midir? şeklindeki soru üzerine, Ahmet Mehmet Ünlü, “Caiz değil. Çünkü, kıdem tazminatı hakkı değil, maaşını almış. Kendi çıksa alamıyor, adam çıkarırsa alıyor. Hakkı olsa kendi çıksa da alması lâzım. Demek ki hakkı değil” demiş. Tepkiler hocaya yönelik ama asıl önemli olan böyle bir sorunun sorulabiliyor oluşudur. Zira bu soru, işlerin nereye vardığını, dinci gericiliğin aldığı mesafeyi gösteriyor. Fakat daha da önemli olan, Cüppeli Ahmet Hoca’nın bir istisna olmamasıdır.

Dinler her zaman mülk sahibi sınıfların ve devletlerinin hizmetinde oldu. Tarih sahnesine çıktığı günden beri din, sömürüyü, yağma ve talanı, savaşları, toplumsal eşitsizliği, adaletsizliği meşrulaştırma ve kabullendirme işlevi gördü. Velhasıl egemenlik sistemini meşrulaştırma aracıydı. Elbette bunu söylerken bir ‘kurum’ olarak dinden söz ediyoruz. Bir de bireyi ilgilendiren veçhe var. Öleceğini bilerek yaşayan bir varlık olarak insan, haklı olarak ölümden sonrasını merak ediyor. Bir rahatlamaya ihtiyaç duyuyor. Tanrı arayışının, bir “kurtarıcı” arayışının asıl nedeni bu…

Neolitik dönem öncesinde komün yaşamı geçerliyken, din, devlet, para, politika, vs.  mevcut değildi. Komünal yaşam tarzı aşınıp, toplum sınıflara bölününce, devlet, politika, ticaret ve parayla birlikte din de ortaya çıktı. Ve başlıca üç sınıf söz konusuydu: Üretici sınıf, savaşçı sınıf ve rahipler (din) sınıfı… Kapitalizm ve modernite devriminden sonra bir kurum olarak dinin önemi azaldı ama bu her yerde öyle değildi. Modernite devriminin ve aydınlanmanın yaşanmadığı, özellikle Müslüman dünyada din önemli olmaya devam etti. Fakat, kapitalizm her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçtiği için, dini de hizaya getirdi/getirmekte… Dini de kendi mantığıyla uyumlandırıyor veya kendi suretinde bir din yaratıyor. Dolayısıyla din artık sadece egemenlik sistemini meşrulaştıran/kabullendiren bir kurum, bir araç olmaktan öte, zenginleşmenin, kâr etmenin, yağma ve talana ortak olmanın da bir aracı haline geldi. Söylediğime tipik bir örnek “helal” retoriğidir. Her yiyeceğin, her içeceğin, her giyeceğin, vb. önüne helâl sıfatı eklenerek, satılan şeyin farklı olduğu, dine uygun olduğu izlenimi ve yanılsaması yaratılmak isteniyor… Helâl kelimesi bir “değer artışı”-  “değer fazlası” düşüncesini çağrıştırıyor” İşte helâl su, helâl et, helâl çamaşır, helâl tişört, vb… Aslında oradaki amaç kapitalist işletmenin pazar payını, dolayısıyla kârı artırmaktır… Bu iki şey demeye geliyor: O zaman helâl safsatası ‘icat edilmeden’ önce içilen su haramdır; ikincisi, helâl mührü basılmamış mal alanlar haram alanına girmiş oluyorlar, günah işliyorlar… Aslında ortada zihinsel bir manipülasyon, sinsi bir tuzak var. Lâkin, helâlci taife suyun özelleştirilmesini de son derecede yerinde, gerekli ve olağan sayıyor… “Allah’ın suyunu parayla satmak caiz değildir” diyen bir din alimine hiç rastladınız mı? Öyleyse yapılan ve yapılmak istenen, dini kapitalizmle, neoliberalizmle uyumlandırmaktan ibarettir…

O halde dinci gericiliğin devleti ve toplumu kuşatmasının, işlerin bu hale gelmesinin sebebi ne? Bu nasıl mümkün oldu? Buraya nasıl gelindi? Bu ülke neden ve nasıl karanlıkçı dinci tarikatların çiftliği haline geldi. Ya da Türkiye’de rejimin adım adım bir ‘imam hatip cumhuriyetine’ dönüştürülme çabası nasıl açıklanacak?

Batı’da laiklik, Eski Rejim’e [Ancién Régime] ve onun geleneksel ideolojisine [Kiliseye-dine] karşı yürütülen radikal bir mücadelenin ürünüydü. Bizde öyle bir şey hiç bir zaman yaşanmadı. Tam tersi söz konusuydu: Eski Rejime ve onun egemen ideolojisine karşı mücadele söz konusu bile değildi. Amaç mevcut olanı aşmak değil yaşatmak, ömrünü uzatmaktı…  Din devletin göbeğinde yer almaya devam etti. Cumhuriyet döneminin Diyanet İşleri Başkanlığı (ki, Din İşleri Bakanlığı denmesi gerekir) İmparatorluk dönemindeki Şeyh-ül İslamlık makamının devamıydı. Devlet ne surette olursa olsun, dine karışırsa, din de devlete karışırdı! Dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye’si en fazla yarı-laikti. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrasında sınırlı laiklik de aşındırılacaktı! Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, Türkiye’nin komprador mülk sahibi sınıfları sadece kendi uyduruk resmi ideolojisine dayanarak yönetemezlerdi. Geleneksel ideoloji olan dini yardıma çağırmak zorundaydılar. Özellikle de 1960’lı yılardan itibaren Türkiye’de antikapitalist- anti emperyalist sol hareketin etkili bir aktör olarak sahneye çıkması, mülk sahibi sınıfları ürkütmüştü… Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığına ayrılan kaynağın sürekli artması, aynı şekilde İmam Hatip Okulları ve İmam Hatip Kız Okulların ve Kuran Kursları sayısının hızlı artışı, o korkunun sonucuydu. Böylece yükselen ilerici-sosyalist, aydınlıkçı hareketin önü kesilmek isteniyordu. Komünizmle Mücadele Derneklerinin kurulması ve devlet tarafından desteklenmesi öyle bir gerekliliğin sonucuydu.

Fakat dinci gericiliğin arkasında sadece Türkiye’nin komprador mülk sahibi sınıfları ve devlet yoktu. NATO’cu emperyalist cephe de dinci gericiliğin desteklenmesinden yanaydı. İki nedenle, birincisi, emperyalist kamp dinci gericiliği bölgede yükselen ulusçu, sol, sosyalist, komünist, ilerici, anti- kapitalist, anti-emperyalist dalgayı kırmak istiyordu; ikincisi, Sovyet Rusya’nın kuşatılmasında dini, İslam’ı kullanma tercihi yapılmıştı. Türkiye, başkomutanı Amerikalı bir general olan, askeri saldırı paktı NATO’ya üye olduğu anda bağımsız dış politika uygulama yeteneğini kaybetmişti. Tam bir emperyalist uydusu haline gelmişti. 12 Mart  1971 ve 12 Eylül 1980 NATO’cu askeri darbeleriyle iki aşamada ilerici-sol- anti-emperyalist hareket ezildi, dinci gericiliğin önü sonuna kadar açıldı. Dolayısıyla dinci gericiliğin önünün açılması  bilinçli ve sürekli bir devlet politikasıyken, “Fetullahcılardan” şikayet etmelerinin hiç bir anlamı ve inandırıcılığı yoktur. Zira, hayli zamandır Türkiye bir tarikatlar, cemaatler federasyonu tarafından yönetiliyor. Devlet aygıtını kuşatmış durumdalar. Durum böyleyken “devlete sızma” söylemi ahmakları aldatmaya yarayan tuhaf bir yalan.

Dinci geriliği dayatarak, insanları köleleştirmek, iktidarlarını güvence altına alıp, sürekli kılmak istiyorlar. Aydınlıktan korkmalarının, özgür yurttaşa ve yaşam tarzına düşmanlıklarının asıl nedeni bu. Zira, özgür yurttaşı bir tehdit olarak görüyorlar! Sadece  İmam Hatip Okullarının sayısını artırmıyorlar, tüm okulları İmam Hatibe dönüştürmek için sinsi bir mücadele yürütüyorlar. Ders müfredatlarını kafaya takmaları da boşuna değil… Dinci gericilik, başta eğitim sistemi olmak üzere, sirayet ettiği her kurumu bir kanser hücresi gibi çürütüyor… Velhasıl, sınırlı laiklik kırıntılarını da tasfiye etmek istiyorlar. Türkiye artık fetvalarla yönetilen bir ülkeye dönüşmekte… Zaman zaman, Türkiye bir Suudi Arabistan, bir Pakistan olur mu? soruları gündeme geliyor. Elbette hiç bir rejim diğerine benzemez ama vakitlice bu sürecin önü kesilmez ise, Türkiye’deki rejimin özel tip bir İmam Hatip Cumhuriyetine dönüşmesi şaşırtıcı olmaz. Fakat unutulmaması, gözden kaçırılmaması gereken bir şey var: Her şeye rağmen bu ülkede kayda değer bir aydınlanmış kitle var, sol potansiyel var, demokrasiyi ve özgürlükleri önemseyen, özgürlük bilincine sahip, gerici-karanlıkçı saldırıya  pabuç bırakmayacak kitleler var. Dolayısıyla saldırıyı püskürtmek mümkün ama bir şartla: Sınıf mücadelesini yükselterek…