İki yılda bir Ağustos ayında, memur sendikaları konfederasyonları ve hükümet tarafından bir oyun sahneliyorlar. Aslında devletin sahnelediği oyunda sendika konfederasyonları figüran olarak kullanılıyor demek daha doğru. Sendika konfederasyonları ücret artışı da dahil bir dizi talep ileri sürüyor, daha doğrusu sürüyormuş gibi yapıyor. Hükümet de o talebi dikkate alıyormuş gibi yapıyor ve sonuç her zaman hükümet tarafından önceden belirlenmiş “ücret artışının” dayatılmasıyla sonuçlanıyor. Aslında ortada reel bir ücret artışı da yok! Ve bu sahte oyuna “toplu sözleşme görüşmeleri” deniyor. Lakin gözden kaçan bir şey var: Toplu sözleşme masasına oturan sendikanın grev hakkı yok. Grev hakkı olmayan bir sendikanın da o masaya oturmasının bir kıymet-i harbiyesi yok… Zira sendika, sendika değil… Memur konfederasyonlarının teklifi Hükümet tarafından kabul edilmezse, ‘Hakem Kuruluna’ havale ediliyor. 11 üyeli Hakem Kurulu da zaten devlet demek…
Türkiye’de tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı devlet memurları kendilerini ‘ayrıcalıklı’ bir sınıf olarak görürlerdi ve gerçekten de az-çok öyleydiler. Boşuna “devlet başa, kuzgun leşe” denmemiştir. Fakat, kamu bürokrasisi söz konusu olduğunda nüanse edilmesi gereken bir husus var: Zira, bürokrasinin yüksekleri egemen sınıfın bir parçasıdır ve sınır muğlaktır ki, sorun yaratma istidadı vardır… Neoliberal küreselleşmeyle birlikte memur kesimi yoksullaştı. Özeleştirmeler başta olmak üzere, neoliberal politikalar memurların konumunu ve statüsünü iyice aşındırdı. 1980’li yılların sonundaki “işçi baharı” da denilen ünlü işçi eylemleri, giderek yoksullaşan memur kitlesine de esin kaynağı oldu ve devlet memurları sendikalaşma yönünde ciddi bir çaba içine girdiler. Bu yolda büyük bedeller de ödediler… En sonunda sendika kurma hakkını elde ettiler ama kazandıklarını sandıkları anda kaybetmişlerdi… Zira devlet içi-boş örgütlerin kurulmasını güvence altına almıştı… Daha doğrusu mücadele yeteneği olmayan, içi boş örgütlerin kurulmasına izin vermişti… Ortada bir sendika var ama grev hakkı yok…
Tabii yanlış daha baştan yapılmıştı. Aslında memurlar, işvereni devlet olan işçilerdir. Daha uygun bir tabir kullanmak gerekirse proleterlerdir. Zira emeklerini satamadıkları zaman açtırlar… Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksundurlar. Dolayısıyla ayrıca bir memur sendikası kurmaya gerek yoktu. Fakat devlet işçi sınıfını ne kadar parçalarsa, eli o kadar güçlenir… Önce işçi sendikalarından ayrı memur sendikası kurulması sağlandı, sonra da memurların 11 dalda örgütlenmesi dayatıldı. Bir sürü sendika, bir sürü konfederasyon ortaya çıktı ve mücadele yetenekleri zaafa uğratıldı… Şu an itibariyle sendika üye aidatları bile devlet tarafından ödeniyor… Üye aidatının devlet (işveren) tarafından ödendiği bir örgüt sendika adını hak etmez! Zira, aidat ödeme eylemi işçinin/memurun sendikayla bağını kuran, örgütüne yabancılaşmasını engelleyen önemli unsurlardan biridir.
Memur Sen Konfederasyonu aslında AKP’nin yandaş örgütü ama yine de ona sendika diyorlar. Toplu görüşmelerde ücret artışı yerine, “yemeklerde helâl gıda sertifikalı ürün kullanılması ve haç izni verilmesi” talebini ileri sürmüş ve tabii Siyasal İslamcı AKP Hükümeti tarafından “memnuniyetle” kabul edilmiş… Aslında ‘helal gıda’ dedikleri tam bir soytarılıktır. Amaç, sözde Müslüman kapitalistlerin kârını ve pazar payını büyütmektir. Hile-i Şeriyyedir… Dini kâr amacıyla kullanmaktır. Aslında söz konusu sendika memurların değil, devletin ve sermayenin bir örgütüdür. Bu durum bir başka bakımdan da önemlidir: Kapitalizmin dini nasıl hizaya getirdiğinin de bir göstergesidir. Her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçen kapitalizm, dini esirgeyecek değildi herhalde… Dolayısıyla ahın-vahın bir manası yok… “Böyle kiliseye böyle papaz” denmiştir… “Böyle memura da böyle sendika” denecektir…
Sendikalara dair retorik ve realite…
Marx, sendikalarla ilgili olarak: ” Sendikalar işçileri bir örgüt çatısı altında toplayarak, önemli bir iş başarıyorlar ama mücadeleyi sistem dahilinde yürütme tercihi yaptıklarında da daha baştan kaybediyorlar” demişti. Geride kalan dönemde yaşananlar Marx’ı haklı çıkarmış görünüyor. Zira, kapitalizmi aşma, kapitalizmden çıkma perspektifi yokluğunda, sistem dahilinde mücadeleyle kalıcı kazanımlar elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmış bulunuyor… Sendikalar bürokratik yapılardır ve bürokrasi doğası gereği gericidir. Nitekim dünya güzeli Rosa Luxemburg, “Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür” demişti… Dolayısıyla, bürokratik yozlaşmaya uğramış kurumların hayırlı bir şeyler becermesi mümkün değildir. Zamanla sendikalar işçi kitlesine yabancılaşıyor ve sendika bürokrasisisin çıkarı işçi sınıfının çıkarıymış gibi sunuluyor. 40 yıl sendika başkanlığı, sendika yöneticiliği yapanlar var. Bir mukayese ögesi olarak, Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalamasının 17 yıl 3 ay olduğunu hatırlamak gerekir. Bu durum sendikacılığın da diğerleri gibi bir meslek olduğu anlamına gelir.
Marx, sendika yönetimlerinin işçi kitlesine yabancılaşmasını önlemek üzere iki öneri geliştirmişti: 1. profesyonel olarak sendikada çalışanların bir veya iki seferden fazla o görevde kalmaması, rotasyonun esas olması ve 2. Sendikada görev alanların bir kalifiye işçiden fazla ücret almaması… Bu ilkeler kısmen KESK sendikalarında uygulanıyor ama bu günün koşullarında bürokratik yozlaşmaya bir çare olmaktan uzak… Netice itibariyle sendikacılık bir sınıf atlama aracına dönüşüyor. Dikkat edilirse, sendikalarda çalışanlara yapılan muamelenin, herhangi bir kapitalist işletmedekinden farklı olmadığı görülecektir. Sendika bürokrasisi, aidatlardan biriken muazzam kaynağı tasarruf ediyor. Yaşam standartları ortalama bir işçininkiyle mukayese edilemeyecek kadar yüksektir. İşçi sınıfının tepesinde bir ur gibidirler… Aslında “karşı taraftadırlar…” Sendika ve konfederasyon başkanlarının oradan milletvekilliğine, duruma göre bakanlığa, terfi etmeleri de istisna değildir… Üye sayılarını sürekli artırma gayreti içindedirler ama sistemi zorlamak, işçiler lehine kazanımlar elde etmek elde etmek için değil, aidat stokunu büyütmek, iktidarlarını sağlamlaştırmak için…
Sendika bürokrasileri kendi iktidarlarını koruyabildikleri sürece, “amacın hasıl olduğunu” düşünürler… Sanılanın aksine, işçiler sınırlı kazanımları sendikalar sayesinde değil, sendikalara rağmen kazanmışlardır… Bunlar esas itibariyle “kontrol örgütleridir”. İşçi sınıfını sistem dahilinde tutmak, radikalleşmesinin önünü kesmek, velhasıl sınıfı ehlileştirme misyonuna koşulmuşlardır. Sermayenin, devletin safındadırlar ama retorik farklıdır… Her zaman söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk vardır…
Kapitalist patronlar işçilerin dayatmasıyla, bir grev tehdidiyle karşı karşıya geldiklerinde, grevin neden olacağı muhtemel kayıplarla, ücret artışı sağlandığı durumda ödeyecekleri bedelin muhasebesini ve muhakemesini yaparlar. Eğer kapitalizm yükselme dönemindeyse, ekseri ücret artışlarını sîneye çekme eğilimindedirler ama kriz ve/veya durgunluk durumu söz konusuysa, grev restini görmeye eğilimlidirler…
Neoliberal küreselleşmeyle birlikte sendikalar, dünyanın her yerinde önemli üye kaybına uğradılar, tabanları eridi. Sermayenin önünün sonuna kadar açılması, tüm engellerin ortadan kaldırılması, sermayenin pazarlık gücünü iyice artırdı. Bir ülkede işçiler ücret artışı talep ettiklerinde, kapitalistler pılıyı-pırtıyı toplayıp, “ucuz işçi cenneti” denilen, sınıf bilincinin zayıf, örgütlülük düzeyinin düşük olduğu ülkelere göç ediyor. Ve gittiği yerde sadece ucuz işgücüne kavuşmuyor. Ucuz doğal kaynak, ucuz enerji, düşük vergiden de yararlanıyor. Üstelik çevre koruma kaygısından da muaf oluyorlar. Eğer, bir zaman sonra işçiler örgütlenip, taleplerini yükseltirse, daha “elverişli” ülkelerin yolunu tutuyorlar… Bunun anlamı her bir ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, diğer ülkelerdekilerin “rakibi” durumuna getirilmesidir. Oysa, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganı boşuna ortaya atılmamıştır…
Bu yenilgi tuzağından kurtulmanın yolu, bir işçi sınıfı enternasyonali oluşturmaktan geçiyor ki, bu mümkün. Tüm ülkelerin kapitalistleri birleşmişken, dünya işçilerinin ve ezilen halkların ortak bir amaç için mücadele etmesine bir engel var mı? Kapitalizmin insanlığı ve uygarlığı taşıdığı yer ortadayken, artık eskisi gibi yapmanın bir anlamı ve değeri yok. Dolayısıyla, bürokratik olmayan, gerçekten devrimci, doğrudan kapitalizmi aşma perspektifine sahip yeni örgüt modelleri ve mücadele yöntemleri keşfetmek, Büyük İnsanlığın iradesini aşan bir şey değildir… Velhasıl, bütün mesele potansiyeli harekete geçirebilmekle, realize edebilmekle ilgilidir…