Politik İslamcı AKP hükümeti bir ‘orta vadeli ekonomik program [O.V.P]’ ilan etmiş. 2017-2019 döneminde 30 milyar dolarlık “özelleştirme” yapılacakmış. 15 yıllık iktidarında 60 milyar dolarlık özelleştirme yapmış. 2019 yılında bu rakam 90 milyara ulaşacakmış. Özelleştirme [privatizasyon], neoliberal gericiliğin dayatılmaya başlandığı 1980 sonrasının üç sloganından biriydi. diğer ikisi liberalizasyon ve deregülasyondu. Liberalizasyon, sermayenin hareketini sınırlayan/zorlaştıran mevzuatın tasfiye edilmesi, dünyayı sermaye için ‘dikensiz gül bahçesi’ haline getirmek, sermayeye sınırsız “özgürlük” demeye geliyordu… Deregülasyon [kuralsızlaştırma!], sanayi kapitalizminin tarih sahnesine çıktığı dönem sonrasında işçiler, emekçiler, mütevazı toplum kesimleri lehine sağlanmış ne kadar kazanım varsa tasfiye edilmesini amaçlıyordu ki, buna “devleti küçültmek” de dediler… Aslında amaç devleti küçültmek değil, sermayeyi büyütmekti… Özelleştirme de [privatizasyon], toplumun ortak malı olan, ortak kullanımına sunulan, sunulması gereken ne varsa sermayeye peşkeş çekmekti… Bunun sözde “gerekçesi” de “ekonomik etkinliği” sağlamak, “verimliliği artırmak” olarak sunuldu. Aslında özelleştirme, “herkesin olan” kamusal servetlerin, hizmetlerin, ortak yaşam alanlarının, özetle müştereklerin sermaye sahipleri (büyük hırsızlar) tarafından yağmalanması, talan edilmesi demektir. Gerçek durum öyledir ama retorik farklıdır… Fakat asıl rahatsız edici olan, bu yağma ve talanın, bu kepazeliğin bir başarı öyküsü olarak sunulabilmesiydi.
Önce bir yalan üretmek sonra da insanları o yalana inandırmak, egemenlik sisteminin bir klasiğidir. Ve bu durum doğrudan ideolojik köleliği angaje eden bir şeydir… Özelleştirmelerin ne kadar önemli, ne kadar vazgeçilmez, ne kadar faydalı olduğunu kafalara sokmak için “konunun uzmanları”, isimlerinin önünde dr. doç. prof. olan zevat, “medyatik aydınlar”, her şeyi bilen köşe yazarları, burjuva politikacıları… özelleştirmenin neden gerekli olduğunu anlata, anlata bitiremediler… O kadar ki, insanlar “şu iş olsa da kurtulsak” der hale geldiler… Ve sendikalar bu saldırının karşısında durmadılar, durmak istemediler… İtiraz edenler çok küçük bir azınlıktı… Televizyonlarda sendikacılar ‘konunun uzmanlarıyla’ yan yana oturarak, özelleştirmeye övgüler düzdüler… Siz, sendikaları ve sendikacıları ne sanıyorsunuz?…
Oysa meselenin esası şöyleydi: Kapitalist dünya sistemi krize girmişti, söz konusu olan da “yapısal bir krizdi”. Sermaye değerlenme sıkıntısı çekiyordu. Yeni bir işletme kurmak sermayeyi değerlendirmek, kârı artırmak için uygun değildi. Zira, yeni ürünlerin pazarı yoktu. Marksist bir kavramı kullanmak gerekirse, sermaye realizasyon sıkıntısı çekiyordu. İşte böylesi koşullarda, hazır bir pazarı olan, insanların verdikleri vergilerle, kamu kaynaklarıyla oluşturulmuş devlete/kamuya ait kamu işletmelerine el koymak bir çözüm olabilirdi… Bu işletmelerin zarar ettikleri, kaynakları israf ettikleri, enflasyona neden oldukları, toplumun sırtında bir kambur oldukları, bunların “verimli”, “kârlı” hale gelebilmeleri için özel sektöre devredilmeleri gerektiği, yukarda sözünü ettiğim zevat tarafından sürekli dillendirildi. Malûm, bir yalanı ne kadar çok tekrarlarsanız, inandırıcılığı da o kadar artar ve belirli bir eşikten sonra da yalan “gerçeğe” dönüşür… Yalnız bir şey var: Yalanı sıradan insanlara söyletirseniz pek inandırıcı olmaz… Ama mesela isminin önünde “prof”, doçent, vb. yazılı olan biri, medyatik bir aydın, ünlü bir zat, yalan söyleme konusunda yetenekli bir burjuva politikacısı, ‘duayen’ bir şahsiyet… tarafından söylenirse inandırıcılığı artar. Bu yüzden egemenlik sistemi “uzmanı” boşuna yüceltmez… Siz uzmanların öbek öbek televizyonlarda neden boy gösterdiğini sanıyorsunuz… Öyle bir uzman ki, kapitalizmi ağzına almadan iki saat boyunca ‘ekolojik krizden’, “iklim krizinden” söz edebiliyor… Acaba şeylerin gerçeğini söylemeye cüret etseydi, entellektüel dürüstlüğün gereğini yapsaydı oraya davet edilir miydi? Unutulmasın, uzman denilen ‘ağacı görür ama ormanı görmez”…’
Böylece iktisadi kamu işletmeleri sermayeye peşkeş çekildi. Bu işletmelerin kaça satılacağına, fiyatının ne olacağına da alıcı kapitalistler karar verdi. Tuz-sabun parasına satıldılar ama onu da gerektiği gibi ödemediler. Devlet bankalarından kredi aldılar, o kredileri de ekseri ödemediler. Yılların birikimi olan güzelim fabrikaların, işletmelerin çoğu kapandı… Yerlerine lüks otel, lüks konut, vb. inşa ettiler. Aslında yapılan tam bir sanayisizleşmeydi… Yüzbinlerce işçi işsiz kaldı. Gelir dağılımı dengesizliği derinleşti. İşten atılanların bir kısmı taşeron işçi statüsünde iğreti işlerde yaşam mücadelesi verdi… Aslında kapitalist toplumda işçi “ücretli köledir” ama taşeron “iki kere köledir” maalesef…
Özelleştirmeler bahsinde “verimliliğe” , “karlılığa” aşırı vurgu yapılır ama hiç bir zaman verimlilikten gerçekten ne anlaşıldığı, “kimin için verimli” sorusu gündeme gelmez… Söz konusu işletmeler bidayette kâr etsinler diye kurulmuş değillerdi ki… Bir ihtiyacı karşılamak saikiyle oluşturulmuşlardı. Kaldı ki, bir işletme istenirse pekâlâ “verimli” de işletilebilir… Ama dediğim gibi verimlilikten ne anlaşıldığı önemsiz değildir. Mesela TÜPRAŞ özelleştirildi. Türkiye’nin en verimli işleyen kuruluşlarından biriydi… PTT zarar ettiği için mi özelleştirildi… PTT’nin zarar etmesi diye bir şey mümkün müdür? Kâr amacıyla mı oluşturulmuştu da zarar etmesinden şikayet ediliyor? Postaneler özelleştirildi ve hizmet dibe vurdu… Şirketin daha çok kâr etmesi için olabildiğince az işçi çalıştırma gereği olarak… Yakın zamanda postaneye yolunuz düştüyse görmüşsünüzdür. Beş kişilik işi iki kişiye yaptırıyorlar. Tabii kuyruk da uzadıkça uzuyor… Netice itibariyle, özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiç bir inandırıcılığı yoktu…
Fakat gözden kaçan bir şey vardı: Özelleştirmeler sadece kamu işletmelerini angaje etmiyordu… Her şey özelleştirme konusuydu… Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, su, İletişim, yollar köprüler, limanlar, göller, koylar, meralar, bilinen anlamda “güvenlik” de özelleştirildi. Şimdilerde zenginlerin, varlıklı sınıfların özel polisi var ama ona polis denmiyor “özel koruma” diyorlar… Diyeceksiniz ki, zenginlerin kendi korumaları varsa, o zaman devletin polisi ne için? Zenginleri yoksullardan korumak için, yoksulları hizaya getirmek için… Velhasıl ne kadar ortak yaşam kaynağı ve yaşam alanı varsa özelleştirildi, birer kâr aracına dönüştürüldü…. O kadar ki şimdilik bir tek hava özelleştirilmiş değil… Sıranın ona da geleceğinden şüpheniz olmasın…
Soluduğumuz hava hariç, her şeyin özelleştirildiği bir toplumda yaşamanın ne demek olduğunu hiç düşündünüz mü? İnsan ve toplum yaşamının tüm veçheleri özelleştirmişken, her şey metalaştırılmış, paralı hale getirilmişken, “insan bunun neresinde?” denmeyecek midir? Ortak yaşam alanlarından, ortak yaşam kaynaklarından mahrum bir toplumsal yaşam ne demektir? Böyle bir toplum yaşanabilir bir toplum mudur? Bu sürdürülebilir bir durum mudur? Suyun özelleştirilmesine itiraz etmeyen, bu kepazeliği, “normal bir şey” kabul eden bir insan nasıl bir yaratıktır?
Ortak yaşam alanları ve kaynakları [müşterekler] özelleştirilip, birer kâr aracına dönüştürüldükçe, toplumsal temelin aşınması kaçınılmazdı. Zira bunların yokluğu, toplumu bir arada tutan “tutkalın” yokluğu demeye gelir… Dolayısıyla, ortak yaşam alanlarından ve araçlarından [müştereklerden] mahrum bir topluluğun varlığını sürdürmesi mümkün değildir… Artık sanayi kapitalizmi sonrasında oluşan kapitalist paradigma iflas etmiş bulunuyor. Öyle ki, her şey karşıtına dönüşmekte ki, bu durum George Orwell’in söylediğini hatırlatıyor: “Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cehalet güçtür“. Bunu tersinden Türkiye’ye uyarlarsak: Cumhurbaşkanı cumurbaşkanı değil, başbakan başbakan değil, parlamento parlamento değil, mahkemeler mahkeme değil, gazeteler gazete değil, üniversite üniversite değil, vb… Öyleyse, şeylerin nereye vardığını düşünmenin ve gereğini yapmanın zamanı ne zaman gelecek?