İdeoloji insanın bilinciyle yaşadıkları ve okudukları bilgilerin de yardımıyla, madde olarak beyninin ürettiği ve yaşadıklarıyla okuduklarını birleştirip, analiz yaparak ortaya çıkardığı bir sentez ve tezdir diyor ustalar. 1974 öncesi Baf’ta sadece sosyal bir demokrat olduğumu ama sol düşünceye doğru devamlı okuyarak gerçekleri öğrenmek için bir arayış içinde bulunduğumu hatırlıyorum. Dr İhsan Ali’nin fikirlerini, onun Kıbrıs Sorunu’nda farklı yurtsever ve devrimci düşüncelerini biliyordum. Tüm Baf halkı ve çok yakın bir arkadaşı olan dedem rahmetli Hamza Erdoğan, devamlı beni bu konularda aydınlatıyordu. Annem ve babam da aslında bana bilgiler vermekteydi. Evimiz babamın aldığı kitaplarla doluydu. Binlerce kitabımız ve büyük bir kütüphanemiz vardı evimizde.Hürriyet, Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri ve Kıbrıs’tan da günlük gazetelerden biri muhakkak okunmaktaydı. Bunun yanında babam da devamlı Lefkoşa’ya gittiği zaman, Kitap sarayı’ndan evimize koliler dolusu kitaplar getirmekteydi. Rahmetli babamın evlenmeden önce gene bir kitap kurdu ve kütüphane kültürü de olduğunu, evimizdeki en göze batan şeylerin de kitaplar ve oyuncaklarımız olduğunu belirteyim. Babam çocuğun karakterindeki bağımsız gelişmenin oyuncaklarla olduğuna inanırken, kitabın da beynin gelişmesinde önemli bir rol oynadığına inanırdı. Çetin Altan’ın ve Aziz Nesin’in kitaplarını daha dokuz yaşımdan itibaren okumaktaydım. Yaşar Kemal’i, Halide Edip Adıvar’ı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı 16 yaşıma kadar okumuştum. Baf Kütüphanesine de üyeydim. Evimize alınan kitaplar yanında Baf Kütüphanesi’nden de kitaplar alıyor ve durmadan okuyordum. Ortaokul ve Lise hayatımda da okumayı bırakmadım, tatil gelsin, bol bol okuyayım diye devamlı tatillerin gelişini dört gözle beklerdim. Orta üçte bütün Agatha Christe’nin cinayet romanlarını Baf kütüphanesin’de bitirmiştim. Okumak hayattaki olayları, politika dahil soruşturmamı getirmişti. Dr İhsan Ali’ye karşı yapılan haksız linç girişimlerini, aynı partiyi kurduğu yakın arkadaşları avukatların, 1962’de vurulmasını, Derviş Ali Kavazoğlu’nun katledilmesini affedememiştim. 1974 yılında Cumhuriyet ve Yeni Ortam gazetelerini okuyan 16-17 yaşlarında bir genç çocuktum. O gazetede(Yeni Ortam) Oya Baydar ve İlhami Soysal en fazla okuduğum yazarlardı. Savaş sırasında da 15 ve 20 Temmuz 1974 tarihleri arasında mevzimde yanımda silahım ama kitaplarımı hiç eksik etmemiştim. Yılmaz Güney’in “Boynu Bükük Öldüler” romanı ve Şevklet Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam”ı savaşın sonuna kadar okuduğum kitaplarımdı. O dönemlerden önce 1970-71 dönemlerinde de Türkiye’den aldığım o bilinç seviyesinde, bir Ecevit sosyal demokratıydım. Ecevit’in hümanist ve emekten yana politikalarını beğeniyordum mevcut bilincimle. 1974 sonrası daha da sol kitaplar okuyarak, o bilinç seviyesini de aşacaktım. Bu doğaldı, çünkü insanoğlu ayni bilinç ve kültür seviyesinde kalamazdı, okuyarak, kendini yenileyerek daha da ileriye gitmeliydi ve benim gibi olan arkadaşlarımda da olan buydu.
1974 sonrası daha da okumaya verdim kendimi. Hem savaşla eğitimime gidememenin, bir de eksik kalan bilgilerimin tamamlanması için bol bol okuyordum. Okumaya son hızla hala daha devam ediyorum. Öğretmen Koleji’ne girdikten sonra Türkiye’de fraksiyonları yakından takip etmeye başladım. Kayıtsız kalamazdım, Türkiye’de bir değişim vardı ve bu değişimi yakından büyük bir sorumlulukla takip etmekteydim. Öğretmen Kolleji’ni bitirene kadar sol ideoloji doğrultusunda birçok kitap okudum. Genç arkadaşlar arasındaki tartışmalara yakından katılmakta, SSCB’ye eleştirel yaklaşımımı artık çok okuduğumdan dolayı devam ettirmekte, CTP’nin, SSCB’yi kayıtsız şartsız taparcasına ve hiç özeleştiri yapmadan destekleme tavrını devamlı eleştirmekte, herşeyin, hatta tanrının bile eleştirilmesinin bir aydınlama çağı ilkesi olduğunu yakından biliyordum. Sol’un dinamizminin eleştiri olduğunu öğrenmeye başlamıştım. Okuyordum, kafamda değişimin dinamizminin bu olduğunu, okuduğum kitaplardan tahlil etmekteydim.
1974 sonrası kuzey’de kurulan yapı, bozuk, haksızlıklara dayanan bir yapıydı. 1980’li yıllara gelindiğinde halk ekonomik eşitsizliklerin dayatmalarında, 1974 sonrası gelen bozuk torpil mekanizmalarının cenderesinde, Kıbrıs liralarını da, Güney’deki hak sahipleri de, hem paralarını hem de topraklarını yiitirmiş, haksızlıklar diz boyu, işçi hakları grevlerde polis coplarıyla ezilmekte ama hiçbir soruna da çözüm getirilmemekteydi. Çok uzun seneler önce, Dr İhsan Ali’n in uyarıları artık bir bir gerçekleşmekte ve Dr İhsan Ali’yi tüm bu çekilen acılar doğrulamaktaydı. Taksim Kıbrıslıtürklerin büyük bir çoğunluğuna gerçekten bela getirmişti. Okuduklarımızla bir dinamizm yaratarak, halkı bu cendereden ve yaratılan bu bozuk düzenden kurtarmak ve örgütlemek, Türkiye’de meydana gelecek halk düzeniyle de Kıbrıs’ta bir sosyal, eşit halktan yana bir düzen kurma isteğini duyduk o ileri bilinç seviyemizle. Kıbrıslırum toplumuyla bir çözüme gitmenin de bu kurulacak halk düzeniyle pekişeceğine inanıyorduk. CTP ile fraksiyon tartışmaları vardı ve CTP’nin bozulmuş SSCB yapısını örnek alarak eninde sonunda kayalara toslayacağının tahlilini yapıyorduk. HALK-DER Kıbrıs’ta kurulan en ilerici, en demokrat ve en devrimci yapıydı. Şövenizme, milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı büyük bir mücadele içine girmiş ve emekçilerin yoğun olarak bulunduğu tüm Kuzey Kıbrıs kazalarında, kısa zamanda etkili olmaya başlamıştı.Halk-Der, devrimci bir dernek olarak, CTP, DEV-İş ve DGD ile siyasal çatışmalara girmişti. Kısa zamanda sağın da, CTP tipi oportünist ve revizyonist görüşlerin de en büyük rakibi olmuştu HALK-DER. Koyduğu “Bütün Halklar Kardeştir” tezi tartışmalara ve derneğe karşı gerici saldırılara neden oluyordu. O zamanlar Öğretmen Kolleji’ndeki arkadaşlarla da okuduklarımızı tartışmakta, arada sırada CTP’li arkadaşlarla da karşı karşıya geldiğimizde gene tartışmaktaydık. Bana göre soldaki farksiyonların oluşması, tartışmalara ve görüşlerin gelişmesine yardımcı olmakta , ayrı bir dinamizm oluşturmaktaydı. İşte bu yoğunluk içinde, 12 Eylül darbesi geldi. Türkiye’de sol, fraksiyonlar ve sendikalarla, devrimci, demokrat ve ilerici örgütler,büyük bir darbe yedi. Kıbrıs’taki Halk-Der de büyük darbe yemeye başlamıştı, çünkü darbeyi yapanlar Halk-Der’i de Türkiye’deki DEV-YOL ve Kurtuluş fraksiyonları gibi kendilerine düşman görmekteydiler. Bir kısım Halk-Der’li arkadaş da sırf korunmak ve TKP’den gelen demokrat taleplerle, TKP içine girmişti ama, parti içinde etkili olmaya başlayıncalar, TKP içindeki sağ çevreler bundan rahatsız olmaya başlamışlardı. 28 Haziran 1981 seçimleri sonrasında TKP, HALK-Der’in de örgütlenme ve çalışmalarıyla %28 gibi büyük bir oy potansiyeline ulaşınca, bu Türkiye’de de büyük bir rahatsızlık uyandırdı. 12 Eylül Generalleri hemen Boing Uçakları ile Kıbrıs’a gelip bir iç darbe şeklinde müdahalelerde bulundular. Aslında işte bu durum, TKP içindeki sol demokratların ve Halk-Der uzantılı grupların ilk defa olarak, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı devamlı müdahalelerle rahatsız edeceği şeklindeki ilk açık ve fiili deneyimi oldu. 1989 yılına kadar da gerek TKP içinde, gerekse dışında, TKP’nin sol grubu için rahatsızlıklar devam etti. TKP sağ çevrelerinin UBP ile koalisyon kurma istekleri, bunun yanında koalisyonlar kurulduğunda da, bu koalisyonların müdahale ve baskılarla çökmesinden sonra ve de TKP içinde rahatsızlıklar, 1983, KKTC ilanında Halk-Der grupları ve militanlarının, KKTC ilanının, gelecek için, Kıbrıslıtürklere pek de hayırlı olamayacağı şeklindeki sağ TKP’lilerle tartışmaları, Sayın Durduran ve arkadaşlarıyla, sol militanların partiden, 1989 yılında tasfiye olmalarını getirdi. TKP içindeki sağ operasyon ve 12 Eylülcü derin devletçilerin başarısı burada aranmalı.
YKP böyle kuruldu. İlk anlarda 1990’lı yılların başlarında seçimlere katılmakla birlikte daha sonra Türkiye’nin müdahalelerine başlaması, gene YKP’nin boykot kararları almasına sebep oldu. YKP boykot kararını alırken, bu müdahalelerin ve de daha önceden 1981 yılından sonra her seçimde nüfus pompalamalarının devam etmesinden dolayı, tepkisini göstermek istedi. Diğer partiler ise seçimlere katılma tavırlarına maalesef o dönemlerde devam ettiler. Hala daha da devam ediyorlar. YKP’nin boykot kararı, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye hegemonyasındaki kötü gidişine bir tepkiydi, nitekim bu şekildeki teşhis şu ana kadar geçerliliğini korumaktadır.Tabi artık nüfus pompalamalar doyum noktasına gelmesine rağmen devrin statüko partilerinden olan UBP’nin hala daha süren en büyük insan hakları ve demokrasi ihlallerinden biri oldu. Seçimlere katılan TKP (TKP, içindeki solun tasfiyesinden sonra ideolojik dinamizmini kaybetti ve yerini TDP’ye bıraktı) ve daha sonra da TDP gibi partiler bu müdahalelere açık açık,ideolojik karşı çıkışlarını belirterek, aynen boykotlarla göstererek, muhatap olmamaları ve statükoyla mücadele yapamamaları sebebiyle, statükonun sağla benzeşen partileri oldular. CTP de kendini statükoya uydurarak, o da statükoyla ayrışmaz bir parti oldu ve tüm sözde muhalefet partileri, statükoya açıkça cephe alamamalarının kurbanı oldular. Kendileri dinamizmlerini kaybederken, statükolaştılar, toplumlarını bu süreç içinde sönümlendirdiler ve toplumsal dinamizmi ortadan kaldırdılar. Boykot devam ediyor. Sağla benzeşip defalarca hükümet olanlar ise politikalarından halka talep ettikleri hiçbir reformu yerine getiremediler. Bugünse bu gerçeğe rağmen , müdahalelerin neticesinde, irade yoksunluğu cenderesinde, Türkiye’nin boynu bükük altyapı birimi veya yönetimi olmanın hicabında, tek onurlu tepki olan boykota da laf üretmeye ve statükoyla bütünleşen politikaları ve benzeşmişlikleriyle sıkılmadan boykota laf üretenler var. Kıbrıslıtürk halkının 43 yıllık dinamizmini ortadan kaldırıp, seçimleri apolitiklerin çay partilerine dönüştürenler, herhalde yarattıkları bu apolitik mahcubiyet görüntüsünden asıl utanması gerekenler olmalıdırlar…